Bu yazı 1 Temmuz 2016 tarihinde haberdar.com sitesinde yayınlanmıştır.
“Kürt sorunu”nun yeniden çatışmalı sürece evrildiği 24 Temmuz 2015 tarihinden bu yana, Özgür Gündem Gazetesi yaklaşık bir yıldır sayısız soruşturma, dava ve sansürle karşı karşıya kaldı.
Basın özgürlüğüne, halkın haber alma hakkına dikkat çekmek amacıyla 3 Mayıs’ta başlatılan “Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği” dayanışmasına çok sayıda gazeteci, yazar, sanatçı, hukukçu, insan hakları aktivisti katıldı.
AKP iktidarını rahatsız eden bu dayanışma sürecinde, bir günlüğüne Özgür Gündem’de “Nöbetçi Yayın Yönetmeni” görevini üstlenen 56 kişiden 50’sine soruşturma açıldı.
Soruşturmalar bu dayanışmayı dağıtmada, aydınların gözünü korkutmada yeterli olmadı. Hatta tam tersine katılım daha da arttı.
Bu kez açılan soruşturmaları, 16 kişi hakkında “terör örgütü propagandası”, “suçu ve suçluyu övmek”, “suça teşvik” gibi, 14 yılı aşkın hapis cezası istemiyle iddianameye dönüştürdüler.
Bu da engellemedi Özgür Gündem’le dayanışmayı; basın özgürlüğü, halkın haber alma hakkı için direnişi.
Bunda da istedikleri sonucu alamayınca; yaratmak istedikleri korku ortamını sağlayamayınca, tersine dayanışmanın giderek büyüdüğünü görünce bu kez üç “Nöbetçi Genel Yayın Yönetmeni”ni tutukladılar.
Bunlardan biri Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün Türkiye temsilcisi Erol Önderoğlu’ydu. Neredeyse 20 yıldır basın özgürlüğü ihlallerini üçer aylık düzenli raporlarla tüm dünyaya duyuruyordu.
İkincisi, dünyaca ünlü mizah yazarı Aziz Nesin’in oğlu olma özelliklerinin ötesinde bu ülkenin vicdanlı yazar ve yayıncılarından Ahmet Nesin’di.
Üçüncüsü ise TİHV Başkanı, Adli Tıp Profesörü, uzmanlığıyla ilgili uluslararası kuruluşların katılımcısı olan Şebnem Korur Fincancı’ydı.
Bu tutuklamalar sadece Türkiye’de değil, uluslararası çapta büyük bir tepkiye yol açtı. Neredeyse dünya ayağa kalktı. Türkiye’nin bugün geldiği baskıcı, sansürcü yönetim anlayışı tüm dünyaya teşhir oldu.
Fazla dayanamadılar. 20 Haziran’da gerçekleştirilen tutuklamalar, 10 gün sonra tahliyeye dönüşmeye başladı. İlk haber Şebnem Korur Fincancı ve Erol Önderoğlu’ndan geldi. Sırada Ahmet Nesin var. Elbette onu da alacağız.
Bugün kadar meseleyi kavramayanlara “küçük bir katkı” sunmak amacıyla, Şebnem Korur Fincancı’yla yaptığım ve 78’liler Tükenmez Dergisi’nin 2012/Kış sayısındaki “Tükenmezler Galerisi” bölümünde yayınlanan röportajı elektronik ortamda ilk kez paylaşıyorum.
Böylece, bu güne kadar öğrenemeyenler okur da; Bahreyn’deki işkencelilerden Cizre’deki katliamcılara kadar bütün zalimlerin korkulu rüyası olan Şebnem Korur Fincancı’yı biraz daha yakından tanır, baltayı nasıl bir taşa vurduklarını daha iyi anlarlar.
Makyaj çantasında doku örneği kaçırıp Bahreyn’deki işkenceyi kanıtladı
Bahreyn’de bir gencin cesedi bulunmuştu denizde. Polise göre boğulmuştu. Ancak ailesi ısrarlıydı işkenceyle öldürüldüğünde. Çünkü önce gözaltına alınmış, sonra da “boğuldu” diye denizden çıkartılmıştı cesedi. Polis “Gözaltına bile almadık” diyordu.
Cesedi bulunan genç, ülkenin güçlü ailelerinden birine mensuptu. Akrabaları arasında bir de milletvekili vardı. Polis “Otopsi raporuna göre denizde boğulmuş, kabul ettiğinize dair imzayı atın, alın çocuğunuzun cenazesini” diye dayatıyordu. Ancak aile direnmekte kararlıydı.
Bir yolunu bulup merkezi Danimarka’daki Uluslar arası İşkence Rehabilitasyon Merkezi (IRCT)’yle ilişkiye geçmişlerdi. Çocuklarının kesin ölüm nedeninin belirlenmesini istiyorlardı.
Çözüm belli; Bahreyn’e gidilip otopsi yapılacak. Ancak ülkeyi yönetenler merkezin resmi girişini kabul etmiyor. Birleşmiş Milletler İşkence Özel Raportörünü bile kabul etmemiş Bahreyn.
IRCT’de bu konuda görev alan 30 uzman vardı. Ülkeye resmen girilemeyeceği için Bahreyn’e turist olarak gidilecek ve otopsi gizlice yapılacaktı. İşte bu nedenlerden dolayı içlerinde en uygun olanı Şebnem Korur Fincancı’ydı. Çünkü bu ülkeye giriş için Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından vize istenmiyordu ve Fincancı’nın tipi Batılılara pek benzemiyordu. Ancak gideceği ülkeyi ve görevini bilenler yine de çok telaşlıydı yapacağı bu işten.
“Turist” olarak bindi Bahreyn uçağına. Havaalanından çıkarken “Giden Yolcu”ların ne kadar arandığına baktı bütün dikkatiyle. Çünkü ülkeden çıkarken; kontrollerin ne kadar sıkı, ne kadar gevşek olduğuna ilişkin bilgi çok gerekli olacaktı Şebnem Korur Fincancı’ya.
“Kendilerini belli etmemeye çalışan” birkaç Bahreynli insan hakları savunucusu karşıladı havaalanında. Otelde kalmak tehlikeliydi. Çok sıkı polis kontrolü varmış. Ortaya çıkabilirmiş kimliği. Bu yüzden bir eve gittiler doğruca.
Ertesi gün kafasına hicabını taktı, başını örttü, abasını giydi ve “aileden biriymiş” gibi doğruca gitti taziye evine.
“Benim gelmeme yakın aile ‘suda boğulma’ diye verilen otopsi raporunu imzalayıp almışlar cenazeyi. Taziye evine getirmişler cesedi. Biz alet edevat bulduk otopsi için. Polis de etrafta acayip güvenlik önlemi almış. Onlar da bir şey olacak diye bekliyorlar. Ama otopsi yapmaya gelecek kişinin öncelikle bir erkek olacağını bir de batılı olacağını tahmin ediyorlar herhalde. Ben başım kapalı olarak, aileden biri gibi gittim taziye evine. Oradaki cenaze evleri ilginç. Türkiye’deki gibi değil. Ortada cenazenin hazırlandığı, yıkandığı bir yer var. Bir tarafta erkekler, diğer tarafta kadınlar duruyor. İkisinin de girişi ayrı. Ben kadınlar tarafından girdim. İçimde otopsi kıyafetlerim var. Üzerimdekileri çıkardım ve başladım otopsiye. Yapmak bir şey değil, toparlamak zor. Açıyorsun, dağıtıyorsun, örnek alıyorsun, sonra da topluyorsun. Beklediğimin aksine bir kadının bir erkek cenazesine otopsi yapmasını hiç yadırgamadılar. Kaygım boşunaymış. Çok ama çok muhteşemdiler. Hem çok yardımcı oldular, hem de çok saygılıydılar. Otopsiden sonra üstümü değiştireceğim, kanlı elbiseleri çıkartacağım. Bunu da erkekler bölümünde yapmam gerekiyor. Otopsi yapıldığını kadınlar görmemeli. ‘Arkanızı dönün’ dedim, üstümü değiştirdim. “
Cesedin göğüs kemiğini çıkartmış, bütün olarak almış Fincancı. Çünkü polisin suda boğulma iddiası var. Bunu ancak göğüs kemiğinin üzerindeki oluşumlarla anlayabilir. Gitmiş Bahreyn’deki deniz suyundan da örnek almış. Akciğerden, karaciğerden doku parçaları da var cesetten aldıkları arasında. Elektrik işkencesi olabileceğini düşündüğü el ve ayak dokularından da örnekler almış. Hepsini küçük tüplerde koruyucu sıvılara koymuş. Ancak koca göğüs kemiği, Bahreyn deniz suyu ve koruyucu sıvılarla dolu tüpleri havaalanı güvenliğinden geçirmek kolay değil. Sıvılarla dolu tüpleri makyaj malzemesi çantasına yerleştirmiş, hani “temizleme toniği”, güzellik kremi sanılsın diye. Tek kaygısı göğüs kemiğindendi ancak ona da pek bakmamışlar. Ancak kabine almama tehlikesi var, bu yüzden bagaja vermiş doku örnekleriyle dolu çantasını.
Bu sırada gösteriler sırasında bir genç de polisin attığı biber gazından yaşamını yitirmiş. Ona da otopsi yapmak istemiş Fincancı. Ancak ailesi korktuğu için hemen gömmüşler cenazeyi.
Türkiye’ye gelince otopside aldığı doku örneklerini inceleyince elektrikli işkence izi bulmuş. Ama göğüs kemiğinden elde ettiği bulgulara göre de denizde boğulma belirtisi varmış. Bir de öldürülen gencin şizofren olduğu bilgisi yan yana getirilince hikâye çıkmış ortaya. Belli ki psikolojik rahatsızlığından dolayı olur olmaz yerde ileri geri konuşan genç polis tarafından gözaltına alınmış, elektrikli işkenceden geçmiş. Bu sırada “ellerinde kalınca” öldü diye denize atmış polis.
Bu yılın ortasında Bahreyn’de yaptığı bu otopsinin Raporunu yazıp Danimarka’ya göndermiş Fincancı. Bahreyn Hükümeti itiraz etmiş “Gizlice ülkemize girip otopsi yaptı, bu işlem yasadışıdır. O dokuların o kişiye ait olduğu nereden belli” diye. “Bütün çalışılmış dokular hazır, hepsi arşivimizde. İstenirse DNA karşılaştırılması yapılabilir” yanıtı verilmiş. Sonra tahmin edilebileceği gibi Bahreyn Hükümeti “tısss…”. Ses çıkmamış bir daha.
Bağdat Caddesi solcusu
Şebnem Korur Fincancı’nın “adli hekim” olarak “işkence muayenesi” yapmak üzere bu günlerde Yeni Zelanda’dan Mısır’a, Filipinlerden İsrail’e uzanan kocaman bir coğrafyada süren yolculuğu İstanbul’un Kartal’ından başlıyor. Aile köklerinin bir yanı Kafkasya’ya, diğer yanı Kerkük’e; başka bir yanı Ege’ye, öbür yanı Gümülcine’ye kadar uzanan tam bir “Anadolu halleri”.
Babası hukukçu. Annesi ev kadını ama okumayla yazmayla politikayla yakından ilgili:
“Annem CHP’liydi. Eli kalem tutuyordu. Bu yüzden CHP’nin İstanbul İl Bülten Komisyonu başkanıydı. Şiir yazardı. Çocukluğumdan bana kalan anılardan biri de şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın evimize gidip gelmesiydi. Annem de kitap hazırlığı yapıyordu. Kapağı bile yapılmıştı kitabının. Sonra ben niyetlendim bastırmaya Gençlik yıllarında çok istemişti ama bastıramamıştı. Ancak ben de yetiştiremedim. Hastalığı çok hızlı ilerledi. Kitabının basılmış halini göremedi. Ben de CHP’ye çok gider gelirdim. Merak ederdim konuşmalarını. Babam daha çok makine tamir etmekle, müzikle uğraşırdı. Güzel akordeon çalardı. Annemin politikayla uğraşmasından da hiç hazzetmezdi. Ama o zamanın bütün burjuva ailelerinin klasik tercihi gibi CHP’ydi.”
Fincancı’nın çocukluk yılları Kartal’da geçiyor. Nisan sonu itibariyle mayoların giyildiği, ancak sonbaharda çıkarıldığı, sandal tepelerinde geçen bir çocukluk. İlkokul’dan sonra Kadıköy Maarif Koleji… Dönemin demokrat öğretmenleriyle; Türkiye’den, dünyadan haberdar; edebiyatla, sanatla yakından ilgili bir orta ve lise eğitimi… Elbette ki 68’in rüzgârında şekillenen bir gelişim dönemi.
“12 Mart olduğunda orta ikideydim. Boykotlarla yürüyüşlerle geçen bir süreç yaşanmıştı. Benim daha 13,14 yaşlarım. Yavaş yavaş düşünmeye başladığım yıllar. Sonra lise… Siyasi örgütlerin gazeteleri satılıyor, hangi siyaset ne diyor diye tartışılıyor. O zamanlar ben de Halkın Kurtuluşu gazetesini okumaya başladım. Bana en çok Mao’nun ‘Yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın’ sözü yakın gelmişti. Herkes kendi düşüncesini ifade etsin, dünya zenginleşin diye. Gerçi sonra gördük ki ne zenginleşmesi, daraltmışlar ama elimizdeki kitaplar öyle diyordu. Çok acı şeyler yaşadık lise yıllarında. Yanı başımızda ölümler yaşamaya başlamıştık. Bir arkadaşımız Belgrad Ormanına götürülüp işkenceyle öldürülmüştü faşistler tarafından. Ölümler giderek artıyordu. Politik olarak doğru bulduğum tüm hareketlere, boykotlara, yürüyüşlere, cenazelere katılıyordum artık.”
Politik hareketlerin evden saklandığı, Marksist kitapların, dergilerin kapaklarının değiştirilerek gizlendiği, “benim dini inancım yok” deyince anneden ilk ve son tokadın yendiği bir süreçten sonra sıra üniversiteye gelmiştir. Fincancı fizik mühendisi, uçak mühendisi, makine mühendisi gibi dallara heveslenir ama gerek öğretmenlerinin gerek aile çevresinin “doktor ol” telkini ve baskısıyla kendisini Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde bulur.
Çok politik bir okuldur o yıllarda Cerrahpaşa Tıp. İlk yılın yarısı boykotla geçer. Kendini yakın bulduğu Halkın Kurtuluşu’ndan, Dev Yol’dan, Kurtuluş’tan, Partizan grubundan arkadaşları vardır.
“Kendimi komünist olarak tanımlıyordum. Ama örgütsel direkt bir bağım yoktu. Gördüğüm bütün yanlışları eleştirirdim. Bu biraz burjuva çocuğu olmakla, biraz eleştirel bakmakla, arkadaşlarımın taktığı isimle ‘Bağdat Caddesi solculuğu’yla ilgiliydi. Çünkü eleştiri o dönemde örgütlerin çok kaldırabildiği bir şey değildi. Ama ben hiç sözümü esirgemezdim. Doğru bulduğumu söylerdim. Fakültenin orada meşhur bir kahvemiz vardı; İkizler Kıraathanesi. Şimdi kebapçı olmuş. Sık sık kavgalar olurdu. Faşistler basarlardı, taşlarlardı. Arkadaşlarım da olsa şiddet uygulayanlara karşı çıktım, eleştirdim. Üniversitenin ikinci yılında yaşadım 16 Mart katliamını. Biz de oraya doğru gidiyorduk. Arkadaşlarımız, tanıdıklarımız vardı saldırıya uğrayanlar arasında. Bu olay hayatımın en büyük travmalarından biridir. Ardından boykot ve işgal…”
Hızla 12 Eylül’e doğru giden sürecin bütün hareketliliği içinde vardır Fincancı. Bildiriler hazırlar, okulundan çaldığı eski röntgen filmlerinden duvarlara yazı yazmak için şablonlar hazırlar. Dönemin siyasi tartışmalarında yer alır. Bunlardan biri de yeni yeni tartışılan Kürt sorunudur.
“Ulusların kaderlerini tayin hakkı gündeme geliyordu sık sık. Kaynak kitapları okuyorduk. Kürtlerin özgürleşme hali, bağımsızlık için mücadele edip etmemeleri, biz sömürüyor muyuz gibi tartışmalar vardı. Partizancıların ‘yarı feodal, yarı sömürge’ saptamaları biraz daha yakın geldi bana. Daha yoğun olmaya başladım Partizancılarla. Halkın Kurtuluşu ve Partizanla gönül bağım dışında Kurtuluşçularla, Dev-Solcularla birlikte olur, ilk çıktığından beri Birikim Dergisi okurdum. Herkes beni çok eleştirirdi Birikim okuyorum diye. O yıllarda Birikim okumak burjuva entelektüel tavır olarak kabul ediliyordu. Benim adım çıkmış zaten ‘Bağdat Caddesi solcusu’na. Pek umursamıyorum. Oysa dans etmeye gitmek dışında Bağdat Caddesi’yle de pek ilişkim yok.”
Taktığı küpe de, sevgilisiyle el ele dolaşması da yaşanılan dönemin ruhundan “Hiç yakışmıyor, burjuva bir hareket” diye nasibini alır. Hatta o zamanki sevgilisiyle “devrim nikâhı” da kıyılır. Yıllar önce boşansalar da, devrim nikâhını bozacak merci hala daha bulunamamıştır.
Ünlü 1 Mayıs Mahallesi’nde göçün İstanbul’a sürüklediği insanlar özellikle de kadınlar arasında yaptığı sağlık çalışmaları hayatının en unutulmaz anlarından biri olur Fincancı için. “Yeni aldığı cicileri” stetoskobu, tansiyon aleti ile sağlık taraması yapıyor, kadınları çocukları muayene ediyor, mahalledeki okulun salonuna topladığı kadınlara doğum kontrolünü anlatıyor, topladığı ilaçları götürüp dağıtıyor. Daha ileri bir takım incelemeler gereken kadınları kliniğe götürüyor “teyzem, halam” diye, asistanlar, hocalar kendisiyle uyumsuz bu “teyzelere, halalara” inanmasalar da ses çıkarmıyorlardı.
“Çok şey öğrendim 1 Mayıs Mahallesinde. Hem hekimlik adına, hem hastalarla iletişim adına, hem de insanlık adına. Mesela ilk defa bu kadar sosyal olarak farklı bir grupla bir araya geldim. Öğrenciyim, burjuva bir ailenin çocuğuyum. Çevremizde öyle bir ilişkim olmamıştı o insanlarla. İlk defa Anadolu’nun hallerini öğrendim. Kürtçe konuşan insanları dinledim, o dili duydum. Partizan’ın zaten çok önemli bir yeri vardı Kürt siyasetinde. Kaypakkaya bunları düşünüp yazdığı dönemde çok gençmiş. Çok takdir etmiştik bunları öğrenince. Çok da utanç duymuştum biz insanlara nasıl böyle bir şey yaparız, isyanlarını kanla bastırırız diye. O gün ne bileyim Dersim katliamını falan bilmezdik. CHP’li bir aileden, bunları olumlayan bir aileden geliyordum. Sabiha Gökçen’i olumluyordu benim ailem. Ben de öyle algılarken birden bire bambaşka bir Türkiye resmi çıkmıştı karşıma. 1 Mayıs Mahallesi’nin de o resmin netleşmesinde çok büyük bir yeri var bende. Yaşam koşullarının korkunçluğunu gördüm. İnsanlar nasıl koşullarda yaşıyorlar, ona tanık oldum. Ne kadar çaresiz kaldığımızı fark ettim. Onlar için bir sendikal hareketin ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Öyle bir ortamda dayanışma olmadan yaşayabilmek olanaksızdı. Çok şey öğrendiğim bir çalışmaydı. O yüzden Partizancı arkadaşlara çok şey borçluyum.”
Adli Tıp’ın önemini keşfeder
Büyük bir hareketlilik, eylemler, cenazeler, boykotlar, işgaller, mahalle çalışmaları derken bir sabah uyandığında askerlerin darbe yaptığını öğrenir. 12 Eylül olmuştur. Gözaltılar, işkenceler, cezaevleri ile yoğun ama suskun bir süreç başlamıştır.
1 Mayıs’ta neredeyse kanla bastırılacak olan fakültedeki küçük protestoları, anfilerde, kliniklerde yapılan korsan afişlemeleri, çantasında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi bulunduğu için Gayrettepe’ye kadar uzanan gözaltı süreci, dağılan sosyalist gruplardan arta kalan arkadaşlarıyla“nerede hata yaptık” diye bir araya gelinilen okuma ve tartışma toplantılarıyla geçen bir sürecin sonunda doktor olarak bitirir Cerrahpaşa’yı.
Mecburi hizmeti Gaziantep’e çıkmıştır. Bu arada evlenmiş ve bir çocuğu olmuştur. Görevi kent merkezindedir. Görünüşte her şey iyidir ama en büyük sıkıntısı çaresizliktir.
“Çözümsüz kalıyorsun. Hastaya tedavisini veriyorsun, reçetesini yazıyorsun. Bir hafta sonra geliyor yine aynı durumda. ‘Ne oldu’ diyorsun, ‘İlacımı alamadım’ diyor. Gidip ben alıyorum eczaneden ilacını, bir hafta sonra yine aynı. ‘Hava soğuk, soba yakamıyoruz’ diyor. Benim dışımda o kadar çok etken var ki tedaviyi engelleyen, nasıl çözeceğimi bilemiyorum. Böyle hekimlik yapamayacağıma karar verdim. Klinisyen olmaktan vazgeçtim. Patoloji yapmaya karar verdim. Hiç olmazsa benim gördüğüm neyse onun tanısını koyarım. Ancak asistan olarak patolojiye giremiyorum. Çocuk doğmuş, anneme bırakmışım. Ben bir yerdeyim, eşim başka bir yerde. Ben İstanbul’a dönmek istiyorum ki, toparlayayım. Adli Tıp’ta kadro açıldı. Ben de girdim. Sevmezsem başka bölüme geçecektim ama sevdim, daha doğrusu önemini kavradım. Eğitimin bir parçası olarak asistanlar da Adli Tıp Genel Kurulu’na giriyor. O girdiğim genel kurulda da işkencede ölen Mustafa Hayrullahoğlu’nun dosyası tartışılıyor. İşkenceyi nasıl örtbas ettiklerini gördüm hayatımda ilk defa. Falaka işkencesinin bulgularına ‘Ayak tabanları üzerinde tepinmiştir’ diyorlar. ‘Kafasını oradan oraya vurmuştur, merdivenlerden yuvarlanmıştır’ diyorlar. Dedim ‘Bu iş böyle olmaz. Bu işi adam gibi yapmak gerekiyor’. O zamana kadar hiç aklıma gelmemişti, Adli Tıp’la ilgili bir şey düşünmemişiz. Adli Tıp’la ilgili ders aldık ama işkence gibi devletin işlediği suçlar tartışma konusu olmamıştı. Oysa biz öğrenciyken öldürülen arkadaşlarımızın cenazesini almak için Gülhane’deki Adli Tıp’a giderdik. Otopsisi yapılmış cenazeyi alır yürüyüş yapardık. Ama o otopsinin sonucunu bilmezdik. Nasıl aklarlardı bilmiyoruz. İçerden ilk defa gördüm ve ‘Bu işle uğraşacağım ben’ dedim. Bu işi öğrenecektim adam gibi. İnsanlar bilmediği için boyun eğiyorlar otoriteye. Bilirsek boyun eğmezdik. Mustafa Hayrullahoğlu bu nedenle benim gözümü açan ilk vakadır.”
Verdiği raporlar, ortaya çıkarttığı işkence bulguları nedeniyle devletin valisiyle, polisiyle, üniversitesinin rektörüyle gergin, görevden almalı, neredeyse vatan hainliğiyle, devlet düşmanlığıyla geçecek yeni bir süreç başlamıştır artık Şebnem Korur Fincancı için.
Kayıplar, faili meçhuller, işkenceler, ölümlerle geçen süreçte önce doçent, sonra profesör olur Fincancı. Anabilim Dalı Başkanı olur, görevden alınır, mahkeme kararıyla geri döner, Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu üyesi olur, sonra kurula başkan olur, görevden alınır, mahkeme kararıyla geri döner, bir süre sonra tekrar alınır… Bu arada Adli Tıp Uzmanları Derneği’nin kurucu üyeliğini ve başkanlığını yapar. İstanbul Tabip Odası’nın Genel Sekreterliğini üstlenir, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın kuruluşuna katılır. Mesleğiyle ilgili çeşitli uluslar arası kuruluşlarda görev alır, uzmanlık alanıyla ilgili olarak doktor eğitimlerine katılır. BM Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi adına Bosna’daki toplu mezarlardan çıkarılan cesetlere otopsi yapılmasından, BM İstanbul Protokolü’nün hazırlanmasına kadar işkencenin ortaya çıkartılması, işkencecilere “suçüstü” yapılması ve işkencenin önlenmesi için için hem Türkiye’de hem de uluslar arası platformlarda büyük bir savaşım verir.
İşkence yapan resmi görevlilere karşı bilimin ve uzmanlığının ışığında verdiği raporlar defalarca Valilerin, emniyetçilerin, hatta mensubu olduğu üniversitenin rektörünün hedefi yapar Fincancı’yı. Bu dikkat çekici çabası ve uğradığı saldırılar 1999’da ve 2000’de iki ayrı yazıma konu olmuştu çalıştığım Radikal gazetesinde. Birinin başlığı “Buralara sakın gelme Hipokrat”tı, diğerinin başlığı da “Hipokrat ‘suçüstü’ yaptı”ydı. İşte o yazılardan kısa bir alıntı.
‘Sen misin işkence raporu veren!’
“İstanbul Valiliği, Adalet Bakanlığı’na bir yazı yazıyor:
‘İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Bölüm Başkanı olup, Adalet Bakanlığı’na bağlı Adli Tip Kurumu’nda İhtisas Kurul Üyesi olarak görev yapan Şebnem Korur Fincancı’nın illegal sol görüş sempatizanı olarak tanındığı, yasadışı örgüt mensubu ve sempatizanı olan kişilerin rapor ve tahkikatlarında lehlerine hareket ettiği, polis aleyhine tutum ve davranışlarda bulunduğu, sanıkların kati raporlarında polisi suçlu çıkarmak için aşırı çaba sarf ettiği, bunun son örneğinin, sözde gözaltına alındığı İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde işkence sonucu öldürüldüğü ileri sürülen Süleyman Yeter ile ilgili hazırlanan raporda görülmüştür.’
‘Allah Allah! Bu da nereden çıktı, Süleyman Yeter davası hâlâ sürmüyor mu? Yargılamayı Valilik yapıyor da bu yüzden mi Süleyman Yeter’in (sözde gözaltında işkence sonucu öldürüldüğü ileri sürüldüğü)ne karar verebiliyor’ demeyin. Burası Türkiye.
Gelelim yazının ikinci bölümüne:
‘Türkiye ortalamasının 19 katı nüfus yoğunluğuna sahip ilimiz (İstanbul), ülkemiz genel nüfusunun yüzde 23’ünü bünyesinde barındırmakta, stratejik konumu, tarihsel, sosyal, kültürel özellikleri ve bünyesindeki sanayi, ticaret, ulaşım, eğitim, sağlık, turizm, sanat gibi dinamik sektörleri, 10 milyona varan nüfusu ve cazibe merkezi haline gelmiş, bu nedenle de aldığı göçlerle plansız ve çarpık yapılaşma neticesinde…’
Yazı böyle uzayıp gidiyor. Hani neredeyse ‘Bu şartlarda işkence yapılmaz da başka ne yapılabilir’ denilecek.
Sonra da bakanlıktan bir istemde bulunuluyor:
‘Yukarıda açıklandığı üzere, objektifliği konusunda kuvvetli şüpheler bulunan Şebnem Korur Fincancı’nın görev aldığı kurulda adaletin sağlıklı işlemesi için yapılan işlemlerde sık sık problemle karşılaşıldığından, adı geçenin uygun görülecek başka bir görevde değerlendirilmesinin uygun olacağı hususunu takdirlerinize arz ederim.’
‘Yukarıda açıklandığı üzere objektifliği konusunda kuvvetli şüpheler bulunan…’
‘Ne açıkladınız da, objektifliği konusunda kuvvetli şüpheler varmış Şebnem Korur Fincancı hakkında?’ diye de sormayın. Yerseniz…
Adalet Bakanlığı adına yaraşır bir tavırla kendisine İstanbul Valiliği’nden gönderilen yazıyı soruşturma açması için Fatih Cumhuriyet Savcılığı’na gönderiyor.
Savcılık da Valiliğe başvurarak, Süleyman Yeter’e ilişkin ‘işkencede ölüm’ raporunun bir kurul tarafından oybirliğiyle verildiğini belirterek ‘küçük’ bir istemde bulunuyor:
‘Şebnem Korur Fincancı’nın sözü edilen raporda kurulun diğer üyelerinden ayrı bir görüş sergilediğini; yasadışı sol örgüt adına çalışma içinde olduğunu, böyle bir örgüte ve örgüt militanlarına yardım ettiğini belirten rapor, soruşturma evrakı, tanık beyanı gibi bilgi belgelerin belirlenip başsavcılığımıza gönderilmesi…’
Valilik de savcılığın bu istemini yerine getiriyor!
Gönderilen üst yazıda Fincancı’nın Adli Tıp Kurumu’nda lider konumunda olduğunu, kendi görüşleri doğrultusunda yönlendirmeler yaptığını öne sürüyor Valilik. İşin ilginci, Süleyman Yeter hakkındaki raporu veren kurulun çoğu üyesi Fincancı’nın üniversiteden hocası. Yani, söz konusu hakaretten onlar da nasibini alıyor. Ayrıca Valilik savcılığa gönderdiği yazıda ‘Ben’ diyor ‘idari tedbir alınması yolunda talepte bulundum, bir soruşturma talebinde bulunmadım.’
Sonra da, Şebnem Korur Fincancı hakkında İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından gönderilen ‘müthiş’ suç dosyasını ekliyor yazının arkasına. İstanbul Emniyeti’nin ‘arşiv tetkikinde’ ortaya çıkan, Fincancı’nın nasıl bir ‘azgın militan’ olduğunun ‘tüyler ürpertici’ ilk kanıtı:
’17.12.1980 tarihinde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi civarında, öğrenci yurtlarında ve kütüphanede örgüt bildirilerinin bulunması üzerine yapılan aramada, kütüphane içersinde Şebnem Korur’a ait çantasının içersinden Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Bolşevik Partisi Tarihi, Ö.Stalin isimli kitabın çıkması üzerine Aksaray Emniyet Başkomiserliği tarafından gözaltına alınarak tetkik için müdürlüğümüze getirildiği ve 18.12.1980 tarihinde serbest bırakıldığı…’
İşte Şebnem Korur Fincancı’nın ilk büyük suçu! Yasaklanmamış bir yayın çantasında bulunduğu için bir gün gözaltında kalmak.
Gelelim ikinci ve başka bir büyük suçuna! Zaten üçüncü bir ‘suç’ da görünmüyor.
‘The Marmara Oteli’nde düzenlenen uluslar arası bir sempozyumda bölücü içerikli konuşma yapan öğretim üyesi S.Y. hakkında rektörlük tarafından açılan idari tahkikat neticesinde, adı geçene komisyon tarafından 3/2 çoğunlukla kınama cezası verildiği, komisyonda yer alan Şebnem Korur Fincancı, S.Y. lehinde oy kullandığı, söz konusu idari tahkikat evrakının İstanbul Üniversitesi’nde bulunduğu…’
Burada Hipokrat’ın başka bir ‘suçüstü’de var. Demek ki üniversitede açılan idari soruşturmalar da bütün ayrıntısıyla Emniyet’e bildiriliyor. Hatta kimin lehte kimin aleyhte oy kullandığının ayrıntısına kadar.
Şebnem Korur Fincancı’nın Emniyet tarafından savcılığı bildirilen ‘suç’ dosyasının bundan sonraki bölümü de tam anlamıyla evlere şenlik. Çünkü yazının bu iki madde dışındaki tüm bölümleri öğretim üyesi S.Y.’nin suçları!
“Müdürlüğümüzce 22.02.1997 tarihinde başlayan yasadışı silahlı terör örgütü MLKP operasyonunda 24.02.1997 günü yakalanarak, 06.03.1997 günü sevk edildiği DGM’ce tutuklanarak itirafçı sanık olduğundan kendi isteğiyle Kırklareli E Tipi Cezaevi’ne konulan Asiye Zeybek Güzel’in örgüt mensuplarının kendi avukatları vasıtasıyla yaptığı baskılar neticesi altı ay sonra itirafçılıktan vazgeçerek poliste gözaltında kaldığı süre içersinde tecavüze uğradığını beyan ederek, tıp fakültesine müracaatla, gözaltına alınmasından 17 ay sonra Güzel’e tecavüze uğradığına dair belge düzenleyerek mahkeme başkanlığına takdim etmişlerdir. Söz konusu belge bizzat Prof. Dr. S.Y. tarafından kaleme alınarak verilmiştir.’
Prof. Dr. S.Y:’nin, Şebnem Korur Fincanı ile ‘bağlantılı’ suçları saymakla bitmiyor:
‘10.02.1981 tarihinde üniversite koridorunda (Dev Genç, Devrimci Sol) imzalı afiş asılınca S.Y. 10 arkadaş ı ile birlikte Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na sevk ediliyor, hakkında takipsizlik kararı veriliyor.’
Bir de korsan yürüyüşe katılmış 10 yıl önce S.Y. Gözaltına alınıp çıkarıldığı savcılıkça serbest bırakılmış.
Emniyet’e göre başka büyük bir suçu da var S.Y.nin. 1996’da Akın Birdal’ın gözaltına alınmasını protesto etmek için Galatasaray Postanesi’nden DGM’ye telgraf çekmiş arkadaşlarıyla birlikte.
Eh bu kadar suç da insanı ipe götürür.
Ama ‘Bütün bunlarla Şebnem Korur Fincancı’nın ne ilgisi var’ diye sormayın. Ne demişler; ‘Bana idari soruşturmada lehine oy kullandığın kişiyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.’
Şimdi, yalnız kendinin değil, bu tür uygulamayla karşı karşıya kalan tüm hekimlerin onuru için valilik hakkında suç duyurusunda bulundu ve tazminat davası açtı Şebnem Korur Fincancı.
Ah Hipokrat! Sana söylemiştik ‘Buralara sakın gelme’ diye.
Yaptığını beğendin mi, bak kimlere ‘suçüstü’ yaptın.”
Şebnem Korur Fincancı da bir zamanların Türkiyesi’nde bazı devlet görevlilerine “suçüstü yapan Hipokrat” gibi İsrail’den Yeni Zelanda’ya, Filipinler’den Mısır’a kadar uzanan bir coğrafyada yani dünyanın dört bir yanında işkence izinin peşinde koşuyor.
Şu anda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı öğretim üyesi ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı Genel Başkanı olan Şebnem Korur Fincancı, geçen yıl Nükleer Savaş Karşıtı Uluslar arası Hekimler Grubu ve Uluslar arası Tıpta Barış Çalışmaları ağı tarafından ortak olarak belirlenen Tıp Barış Ödülü’nün de ilk sahibi olma onurunu yaşıyor. Fincancı’nın bu ödülü alma nedeni de “Bir sağlık çalışanı olarak işkenceye karşı mücadele ve barış çalışmalarında gösterdiği üstün başarı”.
Verdiği işkence raporları nedeniyle Şebnem Korur Fincancı’yı Türkiye’de bir zamanlar “devlet düşmanı” ilan edenler şimdi ne yapacak acaba? Olsa olsa artık “Dünyada işkence yapan bütün devletlerin düşmanı” diyebilirler ancak.
(CB/RT)