Köy Enstitüsü çıkışlı bir öğretmen olarak okula geç kalmış köylü çocuklarını, köy halkını eğitmekle başlıyor hayata Süleyman Üstün. Öğretmen örgütlenmesinden geçip, Kemal Türkler'in anlatımıyla "işçi sınıfının Süleyman'ı" aşamasına geliyor. Gözaltlarıyla, tutuklamalarla, işkencelerle, sürgünle geçen yaşamını hala bir eğitmen olarak sürdürüyor "işçi sınıfının Süleyman'ı". 12 Eylül'ün bugün bile toplumda derin izler taşıyan yaralarına karşı dururken de 78 yaşında "78'lilerin Süleyman'ı" o!
Binlerce insan, onun tek bir işaretine bakıyordu. Elini kaldırdı mı dalgalanıyordu bütün alan; indirdi mi "tıp" kesiliyordu. Binlerce çift elin, dudağın çaldığı enstrümanlardan oluşan dev bir orkestranın tek maestrosuydu.
Kızıl bayraklar, orak çekiçler, "TKP'ye Özgürlük"ler giydirilmişti koca alana.
"İnsanlar!.. İnsanlar!.." diyordu, "Bugün ne kadar güzelsiniz!"
Coşku, alkış olup yükseliyordu gökyüzüne. Aslında alkışlanan içlerindeki bayraklar; partilerine, ideolojilerine özgürlük istemleriydi.
Sürdürüyordu o tok sesi, tane tane konuşmasıyla; duyanın hem aklını, hem yüreğini uyandıran seslenmesini:
"İnsanlar!.. Güzel insanlar!... Bugün ne kadar çoksunuz!"
Bir kez daha buluşuyordu alkışlar gökyüzüyle.
"Dinleyin!" diyordu, "Dinleyin! Duyduğunuz bu ses..."
Elini yumruk yapıp sanki alandaki herkesi bir anda bir tek noktaya çekiyordu. Provası önceden yapılmış bir sahne gösterisi gibi, aynı slogana kilitleniyordu binlerce insan:
"TKP' ye Özgürlük!... TKP' ye Özgürlük!..."
20'li yaşlarda bir gazeteci, hem de "partili" bir gazeteci olarak ilgiyi, gözlemi aşan bir coşku; büyük bir hayretle izliyordum 50'li yaşlarının henüz başındaki hafif kır saçlı, beyaz yüzlü adamı.
1979'un Sultanahmet Alanıydı.
12 Eylül'e beş kala, Sultanahmet'teki kürsüden mitinge katılanları bir maestro gibi yöneten Süleyman Üstün o güne kadar neler yaşamıştı ve neler yaşayacaktı o günden sonra?
Elbette bu soru, bugün buradan bakınca geliyor akla. Yoksa o günlerde merak edilir miydi hiç Süleyman Hoca'nın Tekirdağlı bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmesi, köyün muhtarlığını da yapan babası Arif Üstün'ün kitaplara çok meraklı olması, geceleri petrol lambası ışığında çocuklarına roman okuması...
Köy enstitüsünden toprak reformuna...
İkinci Dünya Savaşı yıllarının ağır koşulları, savaşın sınırındaki bölge olarak daha bir başka vurur Trakya'yı. İşte o yıllarda da Kefirtepe Köy Enstitüsü'ne başlar Süleyman Üstün. 1947'de bitirir. Bir yıl sonra da bugüne dek sürecek olan yarım yüzyılı aşkın beraberliğe ilk adımını atar sınıf arkadaşı Fatma'yla evlenerek.
"Tayinimiz Çerkezköye bağlı Yanıkağıl'a çıktı. Daha önce beş sınıflı okul yoktu. Üç sınıflıydı Askerde çavuşluk yapmış insanlar öğretmen okullarında küçük bir eğitimle gelir ders verirler. O köyde biraz onlar olmuş. Beş yıllık ilkokula dönüşmüş sonradan ama öğretmen yok. 1948 yılında savaş yıllarının getirdiği korkunç bir sefalet, yoksulluk vardı. Herkes askere gitmiş, her taraf asker dolu. Herkes askere yiyecek götürmeye çalışıyor. O yıllarda köye gittik. Çeşitli ateşli hastalıklar var köyde. Ama ilaç da yok. Ne yaparız bu köyde, diye düşündük. İlçe Hükümet Tabipliği'nde sağlık kursuna gittim. İğne yapmayı, ilaçları öğrendim. Hükümet tabipleriyle anlaşarak ilaçlar bulduk. Çok içten yardımcı oldular. Ne de olsa Köy Enstitüsü ruhu var. Köyü kalkındıracağız. Halka hizmet edeceğiz. Öyle yetişmişiz; sola eğilimli, çok okumaya çalışan; Marks'ı, Lenin'i, Stalin'i bilen; Almanların o katliamlarını çok iyi bilen, bir yana sempatisi, diğer yana gizli öfkesi olan... Halka yararlı olmaya çalışıyoruz. İlkokul çağı yedi yaşın altında başlar ama bize gelenler 10 yaşın üzerinde, genç çocuklar."
Eğitimden sağlığa, kadın emeğinden köyün yoksulluğuna kadar köyün her şeyiyle ilgilenmektedir karı koca Üstün'ler. Akşamları da köyün kahvesine gidip kitap okumaktadır Süleyman Hoca. Yavaş yavaş bir güven ilişkisi, sıcak bir yakınlık kurulmuştur köylülerle.
Akşamları kahveye gelenlerin ortak konusudur yoksulluk. Birkaç ağa vardır köyde toprak sahibi. Gerisi topraksız köylü. Oysa köyün koskoca merası boş durmaktadır. Bir öneri getirir köylülere:
"Gelin şu merayı paylaştıralım topraksız olan köylülere."
Ne muhtar, ne ihtiyar heyeti, ne de köyün ileri gelenleri karşı çıkar. Bunun üzerine eşit parçalara bölerler merayı. Köyün öğretmeni olarak birkaç dönüm toprak da Süleyman Hoca'ya düşer kendinden sonra gelecek öğretmene devretmek üzere. Sonra da kurayla belirlerler sahiplerini. Bu yetmez. Çünkü daha teknik üretim yapmak gerekiyordur. Ziraat teknisyenleri, doktorlar gelir köye. Yapay gübreden kimyasal gübreye geçilir.
Belki de bölgede ilk olan "özel toprak reformu"nun sonuçları alınmaya başlar kısa sürede. Herkes mutludur. Yapılan çalışmalar dilden dile, kulaktan kulağa yayılır. Herkes sormaya başlamıştır nasıl başardınız, toprakları nasıl dağıttınız, diye. Çevredeki köylüler de toprak istemeye başlamıştır.
İyi bir şey olur da, kendi yapmadıysa eğer, bundan rahatsız olmayan devlet görevlisi olur mu? Elbette olmaz.
Jandarmalar okulu basarlar bir gün. Kendisine en yakın desteği sağlayan birkaç köylüyle birlikte götürüler Çerkezköy Karakolu'na. Sorular bellidir, "Niye dağıttın, nasıl dağıttın..."
Anlatır niye dağıttığını, "Mera zaten boş duruyor" der, "Ne yiyecek, ne içecekti bu insanlar. Bir karış toprakları yoktu. Kötü mü yaptık dağıtmakla?"
Üç dört gün kalırlar gözaltında. Bir emniyet yetkilisi gelir neden sonra yayına:
"Süleyman hoca, araştırdık, inceledik. Bir art niyetin yok. Yaptığın işte olumsuz bir yan da yok. Ama bu çok tehlikeli bir iş. Türkiye Cumhuriyeti yapamadı bunu. Şimdi diğer köylüler de istiyorlar. Bu yayılırsa çok kötü olur. Bundan vazgeçin. Eğer mümkünse o köylüler de iade etsin aldıkları toprakları."
Sonra serbest bırakılırlar. Tam karakoldan çıkacakken aynı emniyet görevlisi bir kenara çeker Süleyman Hoca'yı:
"Sen ilerde tehlikeli bir adam olabilirsin. Bilmeni istiyorum ki TC hükümetinin elindeki işkence vasıtaları Allah'ın elinde yoktur. Bunu iyice beynine yaz, ondan sonra ne yapacaksan yap..."
Ne köylüler aldıkları toprakları geri verirler, ne de "TC'nin elindeki işkence aletleri"nin varlığı Süleyman Hoca'yı yolundan döndürür.
Köye dönüşlerinde törenle karşılanırlar. Bu elbette var olan yapıya karşı bir duruştu ve arkası gelecekti. Hemen bir kitaplık kurmaya girişirler. Kendi köyleriyle de sınırlı kalmaz bu girişirler. Kendi köyleriyle de sınırlı kalmaz bu girişim. Çevredeki köyler de kitaplık kurmaya başlarlar.
Eşi Fatma da köydeki kadınların eğitimini üstlenmiştir. Köy Enstitüsü'nde öğrendiği teknik bilgileri aktarmakta, kadınlara biçki, dikiş öğretmektedir.
10 yıl sürer bu çaba. Sonunda Süleyman Hoca'nın askerliği gelir. Ama gözü artık arkada kalmayacaktır. Çünkü ne istediğini bilen, nasıl üreteceğini ve nasıl paylaşacağını öğrenmiş bir köy bırakmıştır arkada:
"Bir ton buğday üretiyorlarsa, üç ton, beş ton üretmeye başladılar. Modern tarım tekniklerini kullanmayı öğrendiler. Köyün yapısı değişti bu süreçte. Duyarlılıkları yükseldi. Birbirleriyle dayanışmaları arttı. Demokratik bir hava esmeye başladı köyde. Bir başka açıdan da bir aydının, bir öğretmenin bir köyde neler yapabileceğine ilişkin önemli derslerle dolu bir uygulama deneyimi oldu bu 10 yıl."
Askerlik dönüşü hiç beklemediği bir şey olur ve Çerkezköy'e Halk Eğitim Müdürü olarak atanır. Şaşırmıştır bu tayine. Çünkü bir yandan yok etmeye çalışırken, diğer yandan işin başına getirmişlerdir. Beş yıl sürdürür bu görevi. Köylerde eğitim programları düzenler, kültürel etkinlikleri yaygınlaştırır.
Artık ilk kızı Gönül'ün okul çağı gelmiştir. Bu yüzden İstanbul'a ister atanmasını. Öğretmen olarak Beykoz'a gelir. Artık bütün gücüyle öğretmen örgütlenmesinin içindedir.
"Bu süreçte öğretmen hareketini kamçılamaya, geliştirmeye özen gösterdim. İyi bir kadro kurduk. Öğretmenler arasında köy enstitüsü çıkışlı olanlarla öğretmen okulu çıkışlı olanlar arasında bir gerilim vardı. Bu bazı yetkililerce körükleniyordu da. Bunu yenmeyi hedefledik. İki taraftan da barış ortamını yaratacak ve öğretmen örgütlenmesini teşvik edecek kadrolar çıkardık. Öğretmenler arasında içe dönük kavgayı önce İstanbul'da kaldıralım, diye düşündük. Çünkü görev yaptığım o köyde de gördüm ki, bir öğretmen kendini adar, yaşamını böyle bir yararlılığa dönüştürürse, bulundu her yere çok katkı sağlar. Bugün de hala bu düşünceye inanırım..."
Kavel'den 15-16 Haziran'a...
1960 İhtilali ve onun getirdiği yeni Anayasa örgütlenme, grevli toplu sözleşmeli sendikal haklar konusunda yeni açılımlar sağlar. Artık grev hakkı anayasaya girmiştir. Ama yasası yoktur. Türk-İş grev ve toplu sözleşme yasasının çıkması için büyük bir miting yapar Saraçhane'de. O günü "100 binin üzerinde insan vardı. Hepimiz oradaydık. Büyük bir coşkuyla katıldık mitinge" diye anlatır Süleyman Hoca.
İkinci coşku dalgası Kavel greviyle yaşanır. Kablo ve boru üreten bir fabrikadır Kavel. Greve çıkar işçiler. İşyerinde örgütlü olan Maden-İş'in başkanı Kemal Türkler'dir. Elbette Süleyman Üstün'de grev yerindedir. Çevreden insanlar toplanmış greve destek veriyorlar. Fabrikayı kuşatan polis megafondan bağırıyor:
"Dikkat! Dikkat! Greviniz yasadışıdır. Birazdan müdahale edeceğiz. Direnenleri içeri alacağız."
Yanıtı Kemal Türkler verir:
"Biz biliyoruz, grevimiz yasa dışıdır, ama anayasa içidir. Biz anayasayı koruyacağız."
İşte bu süreçte, Türkiye işçi sınıfının tarihi bir dönemecine tanıklık eder Süleyman Üstün:
"O günlerde Bülent Ecevit Çalışma Bakanı'ydı. Telefonla haber verdiler. Polis anonslarını durdurdu. Çünkü grevin başka yerlere sıçrama tehlikesi de var. Valiliğe bakanlıktan yetkililer gelecek. Kemal Bey'i de davet etmişler. Rada grevi bitirmesini istediler. Turhan Fevzioğlu'da gelmiş valiliğe. Grev bitirilecek, onlar da ilk fırsatta yasayı çıkartacaklar. Greve çıkanlar içni de takibat sürdürülmeyecek. 1963'ün 24 Temmuz'unda yasa çıktı. Tam 40 yıl sonra işçi sınıfı grev ve toplu sözleşme hakkına kavuştu. Saraçhane mitingi ve Kavel grevi bu sonuçta çok etkili oldu. Bunlarla birlikte Türkiye'de ilk kez emek kesiminin duyarlılığı yükseldi, hak arama kavramı gelişti. Bu genel ortam öğretmenleri de çok etkiledi. O sırada Türkiye Öğretmenleri Birliği Federasyonu vardı. Lokal işleten bir anlayışa dönüşmüştü. Bu nedenle Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın kuruluş hazırlıklarına başlandı. Fakir Baykurt ve Dursun Akçam'la çok sık görüşüyordu. Türkiye'nin her yerinde böyle bir hareket başlamıştı. 1965'te TÖS kuruldu. İstanbul İl Başkanı oldum."
Önlerinde 1965 seçimleri vardır. Türkiye İşçi Partisi'ne üye değildir ama Behice Boran çağırır onu. TİP'ten aday olmasını ister. Kabul eder adaylığı.
İstanbul'da öğretmendir. O dönemin yasaları gereği görevli olduğu kentten aday olmadıkça istifa etme zorunluluğu yoktur. O da etmez. Çünkü Tekirdağ'dan aday gösterilmiştir. Hani ilk gittiği görev yeri olan, toprak reformu yaptığı Çerkezköy'ün Yanıkağıl Köyü'nün bağlı olduğu ilden... Büyük bir coşkuyla karşılar köylüler Süleyman Üstün'ü. Seçim boyunca hiç yalnız bırakmazlar. Zaten köydeki bütün oylar da "Süleyman Hoca'nın hatırına" TİP'e çıkar. Alınan oylar Tekirdağ'dan bir milletvekili çıkarmaya yeterlidir. TİP Genel Merkezi'ne çağırırlar. Behice Boran'la Mehmet Ali Aybar karşılar. Biraz da çekinerek "Hoca çok başarılısın, çok iyisin ama" derler "Biz yönetimden bir insan göndermek istiyoruz Meclis'e. Seni de gücendirmek istemiyoruz."
Süleyman Üstün'ün yerine Kemal Nebioğlu milletvekili olur.
Bu öyküyü anlatırken yüzünden en küçük bir kırılmışlık, pişmanlık çizgisinin geçtiğini göremezsiniz. Hatta tam tersi, topladığı oylarla bir başka yoldaşı milletvekili yapmanın gururunu, yüceliğini yaşar o anda.
Sırada, TÖS'ün ünlü 1969 boykotu, DİSK'in kuruluşu vardır. Bütün bu süreçte bir nefer olarak çalışır Süleyman Üstün. Ama artık, "öğretmen örgütlenmesi neferliği"ne ağır basmaya başlamıştır "işçi sınıfı eğitmenliği neferliği". Önce Lastik-İş'te arkasından Maden-İş'te ve DİSK'te işçilere eğitim vermektedir.
Artık gelişen bir işçi sınıfı, ekonomik mücadelenin yanında politik mücadeleyi yürüten bir DİSK vardır. Bu dönemin Adalet Partisi iktidarını rahatsız eder. İşçilerin direne direne aldıkları 274 ve 275 sayılı yasadaki grev ve toplu sözleşme haklarını budamaya kalkar AP. İşte o zaman da 15-16 Haziran kıyameti kopar. Elbette Süleyman Üstün de bu direnişin "sıra neferi"dir.
"11 Haziran'da alalacele Meclis'ten çıkardı AP'liler yasa değişikliğini. Aynı gün DİSK'e bağlı bütün sendikaların temsilcileri Spor Sergi Sarayı'nda toplandılar. Bu yasayı değiştirtmeyecek, anayasayı koruyacaktır. 15 Haziran'da büyük bir miting düşünüldü Beyazıt'ta. Valilik izin vermedi. Ama işçiler kararlı Beyazıt'ta buluşacak. 15 Haziran sabahını görseydiniz. Korkunç bir şey. Üç koldan yürüyor. Bir kol İzmit'ten, Gebze'den. İkinci kol Maslak'tan. Üçüncü kol da Trakya'dan; Çorlu'dan, Çerkezköy'den, Çatalca'dan, Silivri'den... Bizim kol Edirnekapı'ya geldi. Beyazıt'a gitmek üzere buradan gireceğiz içeri. Ben diyeyim 50, siz deyin 100 bin kişi var. Asker yolu kesmiş tanklarla. Bir an durakladık, tanklara karşı ne yapacağız, diye. Herkeste büyük bir coşku var. Böyle bir emekçi halkı ilk defa gördüm. Sevinçle kararlılık iç içe girmişti. 'Ben insanım ulan' diyen bir üslupla, 'Teslim olmam' diyen bir kararlılık vardı. Herkes durunca, kimya işçileri temsilcisi Nurten, bize şöyle bir baktı, gitti tanka çıktı, attı kendini öbür tarafa. Askerler hiçbir şey demedi. Onu görünce hepimiz atlamaya başladık. Edirnekapı'dan içeri girdik. O halkı görecektiniz, sanki ikinci kez Fatih Sultan Mehmet geliyor. Bize evlerden çiçek atıyorlar. Emeğin o dürüst, hilesiz, yalansız, kararlı, incelikleri gözeten davranışı halk tarafından görülüyor. Bize atılan çiçekler altında, coşkuyla birbirimize sarılarak ilerledik. Aksaray'da yolumuz kesildi. Yeniden Edirnekapı'ya yönlendirdiler. İzmit'ten gelenlerin yolu Kadıköy'de kesilmiş. Üç kişi öldürülmüş. Sarıyer tarafından gelenler Karaköy'de durulmuş. Galata köprüsünü açmışlar. O gece dağıldık."
O yıllarda Fatih'te oturmaktadır Süleyman Üstün. Sabaha karşı kapısı çalınır. Gelen polistir. "Süleyman Hoca sen misin" sorusunun yanıtı "Evet" olunca alıp götürürler. Geride kapının önüne birikmiş komşular ve ağlayan çocukları kalır.
İlk durak Davutpaşa Kışlası'dır. Kemal Sülker, Kemal Türkler'le beraber 20 kişiyi bulur o gece gözaltına alınanlar. Sıkıyönetimin ilan edildiğini, İzmit'teki ve İstanbul'daki fabrikaların askerlerce kuşatıldığını kışlada öğrenirler.
İfadelerini almak için masalar kurulmuştur. Askerler alır ifadelerini. Polis de oradadır. Herkesin ifadesi biter, Süleyman Hoca'nınki bitmez. Polis sıkıştırmaktadır:
"Sen işçi değilsin, sendika yöneticisi de değilsin. Ne işin var bunlarla? Sen vazgeç bu işten."
Bu görüntüye Kemal Türkler dayanamaz:
"Polis efendi, polis efendi! O Süleyman İşçi sınıfının Süleyman'ıdır. Herkese yaptığınız müdahaleyi buna yapamazsınız. Siz kendi Süleyman'ınızı düşünün."
Üç ay sonra Davutpaşa'dan Selimiye'ye nakledilirler. Üç ay da orada kalırlar.
15-16 Haziran'ı değerlendirirken "Bana göre en yığınsal direnişti" der Süleyman Üstün, "Sendikal hak ve özgürlükler yok edilmek isteniyordu, işçi sınıfı buna izin vermedi. Demokratik bir mücadele özünde siyasal mücadeleyi de içeriyordu. Bu sermaye sınıfının düzenlediği politik özlü baskı ve yasal düzenlemelere karşı bir mücadeleydi, Türkiye'de emeğin önünü açan bir mücadeleydi. Türkiye'de kıpırdayan bir emek cephesi doğdu. Gençlik çok hareketlendi. Kamu kesiminin sendikaları, dernekleri çok hareketlendi."
12 Mart'tan 12 Eylül'e...
Emek güçlerindeki bu gelişmenin engellenmesi gerekiyordu. Bahane de hazırdı, ordu da hazırdı. Geldik 12 Mart'a...
"Önce demokratik bir tavır gibi konuldu. Kısa zamanda gerçek yüzü çıktı ortaya. Çok baskıcı bir sıkıyönetim ilan edildi. İnsanlar katledildi. En temel hak ve özgürlükler kısıtlandı, kitaplar yakıldı. 60 darbesi bunun yanında çok masum kaldı. Bununla ilk defa sermayenin koruyucusunun müdahalesi olduğu ortaya çıktı. Anayasa özü itibariyle değiştirildi. Halkın örgütlenmesi durduruldu. Açık bir baskı ve şiddet ortamı yaratıldı. İnsanlar ürkütüldü. Ana hedef de işçi sınıfının örgütlenmesini durdurmak ve kırmaktı. Sömürünün yolu açıldı, eğitimler, seminerler yasaklandı."
Süleyman Hoca da 12 Mart'tan nasibini alanlardandı elbet.
Tam 27 gün işkencede kaldı Gayrettepe'de. Selimiye'ye gittiğinde bütün vücudu yara döküyordu işkenceden. Üçüncü gün mahkeme serbest bıraktı. Ancak yaralarının iyileşmesi için 10 gün daha tuttular Selimiye'de. Tedavi ettiler ve öyle bıraktılar. Dışarı çıkarken de uyardılar, "Sen şimdi niye çıkıyorsun ki " diye, "Her an gelir biri seni götürür, hatta öldürür".
Çıktı kışladan. Her an kendisini gelip götürecek, öldürecek birini bekleye bekleye iskeleye doğru yürümeye başladı. Akşamdı. Hiçbir ışık görünmüyordu Selimiye'ye çıkan sokaklardaki evlerde. Hepsi koyu bir karanlığa gömülmüşlerdi. Neden sonra fark etti ki, bütün evler kışlaya bakan pencerelerini siyah örtülerle kapatmıştı. Dışarıya ışık bile sızmıyordu. "Kim bilir ne yaşandıysa, ne gördülerse..." diye düşündü Süleyman Hoca.
İçerden çıktıktan sonra Prof. Dr. Türkan Saylan'ın da büyük desteğiyle uzunca bir süre tedavi görmek zorunda kaldı işkence izlerinin geçmesi için.
Böylesine baskıcı bir sürecin sonunda 73 seçimleri geldi. O dönemde Ecevit önderliğindeki CHP hak arayan, sola yakın duran, özgürlükleri savunan söylemleriyle öne çıktı ve seçimin birinci partisi oldu.
Gelecek süreç emek cephesinin yeniden örgütlenmesini, uyanışının güçlenmesini, kaybettiği zamanın telafisini gerektiriyordu. Kemal Türkler'in o günlere dönük değerlendirmesini hala unutmamış Süleyman Hoca.
"Ne tabanca, ne tüfek, ne zindan, ne cop, ne de sınıf uzlaşmacılığının kırılan zinciri, işçi sınıfının yükselen mücadelesini durduramayacaktır."
1976'da 1 Mayıs ilk kez alanlarda, hem de sınıf tarihinin gördüğü en yığınsal mitingle kutlanıyordu. Süleyman Hoca'nın da çok sorumluluğu vardı. Türkiye'nin dört bir yanından gelen emekçiler Beşiktaş'ta buluşup yürüyeceklerdi Taksim'e. İşte Süleyman Hoca bu ana koldan sorumluydu. Maden-İş'in en üst katından yönetiyordu alanda toplananları fabrika fabrika; "Şu fabrika şuraya, bu fabrika buraya, öğretmenler şuraya" diye.
Taksim bölgesinin sorumlusu da Genel-İş'in organizatörü Sıtkı Coşkun'du.
O günlerde mücadelenin kazandığı ivmeyi işçi sınıfı açısından değerlendirirken önemli bir noktanın altını çiziyor:
"Emek öncülük ediyordu bu sürece. Hukukçular, doktorlar, sağlık örgütleri, öğretmenler, kamu kesimi katılmıştı mücadeleye ama hep işçi sınıfı öndeydi. Herkes yerini biliyordu."
1970'li yılların ikinci yarısında "kitleler ayağa kalkmıştı". Ama kurulan tuzaklar, kışkırtmalar elbette bitmiyordu. 77
1 Mayıs'ı kanla bitti. Ateş açanların bugün bile bulunamamasını slogan gibi bir tümceyle açıklar Süleyman Hoca:
"Arayan aranan olunca elbette bulunamaz."
Karanlık bir labirente girmişti Türkiye. İşçi sınıfının uyanışına, toplumun örgütlenmesine, demokrasi mücadelesinin yükselmesine set çekmek gerekiyordu.
Toplumu "kurtarıcı bekler" hale getirenler, ortalığa "kurtarıcı" olarak çıkmaya hazırlanıyordu ki, ondan sonraki süreç de "kurtarıcıdan kurtulmak" olacaktı.
Türkiye-Berlin-Türkiye hattı
11 Eylül 1980'de bir fabrikanın işçilerini greve çıkarmak üzere İzmit'teydi. Sıkı ajitasyon yapıyordu işçilere. İstanbul'dan bir arkadaşı aradı o sırada.
"Hocam biraz erken dönmeye çalış."
Evinde buluştular. Arkadaşı "Bu gece tehlikeli" dedi, "Bir şeyler olacak. Öyle bir istihbaratımız var. Bu gece evde olmayın. Ben de olmayacağım."
O gece ve ondan sonraki geceler uzunca bir süre evinde olamadı Süleyman Üstün. Çünkü sabaha karşı 12 Eylül darbesi olmuş, Türkiye zifiri bir karanlığa gömülmüştü.
1981'in Şubat'ına kadar kaçak yaşadı İstanbul'da. Sahte bir pasaportla çıktı Kapıkule'den Bulgaristan'a. Çünkü üç dava vardı hakkında açılmış. Zaten girse davalarını bile göremeyecekti.
"Sağ çıkamazdım. Çünkü polisin çok nefretini kazanmıştım."
Bulgaristan'dan Doğu Almanya'ya gider. Oradan Batı Berlin'e geçer. Bir evde gizlenir yedi ay. Sonra siyasi sığınmacı olmak için başvurur. Ama o hakkı alması için Türkiye'de başının belada olduğunu kanıtlamak zorundadır. Burada imdadına Haydarpaşa ve Sirkeci garlarında asılı "Aranıyor" afişleri yetişir. Bir evi olan, çok az olsa geçinecek kadar maaş alan bir siyasi sığınmacıdır artık. Ama yalnız değildir. Alman Sendikalar Birliği ve İG Metal Sendikası sahip çıkar.
"Beni hemen Almanca kursuna yolladılar. Göthe'de felsefe öğrenimi yaptım. Başta Türkiyeli işçiler olmak üzere, diğer çevre ülkelerden gelen işçilere sendikacılığı anlatmamı, sınıf bilinci vermemi istediler. Bir anlamda hocalığım devam etti. Berlin'deki Türk Merkezi diye bir yer açılmıştı. Yurtdışında çalışanların sorunlarını çözmeye çalışıyordu. Ev ve okul sorunuyla ilgileniyordu. Avukatları vardı. Ben hemen o kuruluşa üye oldum. Ardından başkan seçildim. Herkes rahat gelsin diye de adını 'Türkiyeliler Merkezi' olarak değiştirdik."
Bir yandan Avrupalı göçmen işçilere eğitim, diğer yandan Türkiyeli işçilerin sorunlarını çözmekle geçer Süleyman Üstün'ün Avrupa'daki 10 yılı aşkın sürgünlüğü. Karısını yanına aldıramaz, çünkü aldırsa Türkiye'deki emekli maaşı kesilecektir. Kızları Gönül'le Ülkü ancak birkaç kez gelip gidebilirler yanında. Sonunda ülkesine dönmeye karar verir.
Kendisini İstanbul'da iki köprülü bir Boğaziçi beklemektedir. En çok ikinci köprüyü görünce şaşırır. Ama başka şaşırdıkları da vardır.
Kalabalık bir grup karşılar havaalanında. Arkadaşları, yoldaşları, işçiler... Yeşilköy'de uçaktan inince gözaltına alınır. Bir gece kalır. Kendisine gösterilen sempatiyi çok sıcak bulur ama insanlarını birbirine yakın göremez. Psikolojik olarak birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Dayanışma ruhu azalmıştır, örgütler küçülmüştür. Bırakıp gittiğinde var olan örgüt heyecanı hem nicel hem de nitel olarak yoktur artık.
Olsun Kaç yılın Süleyman Hoca'sı bu , hiç yılar mı!
"Yine de onların içinde olmak vardı. Nitekim kısa zaman sonra Birleşik Metal beni tekrar göreve çağırdı. Bir süre sonra Harp-İş Sendikası çağırdı. Birkaç yıl da orada çalıştım. Kısa bir zamanda, nerede kalmıştık, oldum. Bir ara duraklayan mücadele yine canlanmaya başlıyordu. İnsanlar, ne duruyoruz, diye soruyordu birbirlerine. Hem Birleşik Metal'de, hem Harp-İş'te çok uğraştık. Yurtdışındaki sendikalar eğitimde nelere dikkat ediyorlar, bizim koşullarımıza uyarlamaya çalıştık. Yeni programlar çıkardık. Arkadan da bunlara kitaplara dönüştüreceğim. Şimdi Petrol-İş'te eğitim veriyorum. Ankara'dayım, İzmir'deyim, Türkiye'nin her yerindeyim. Bazen yorulduğumu hissediyorum ama müthiş de dinleniyorum. Bu benim bir parçam olmuş."
Bugün "Ne yapmalı?" sorusuna Süleyman Hoca'nın verdiği yanıt çok net:
"Hem sendikalar, hem demokratik kuruluşlar özgüvenli insanı yaratma seferberliği ilan etmeli... Çünkü onu yok etmişler. O yaratılmalıdır. Hukuk örgütlenmesinin de tıp örgütlenmesinin de ana fikri insanların yeniden kendine güvenini sağlamak olmalı."
Bu konu gündeme gelince bir öykü, bir şarkı, bir şiir olup akıyor Süleyman Üstün. Nietzche'nin Çoban ile Yılan öyküsüne dalıyor; hani içine kaçan yılanın kafasını koparıp atmak için kendi gücünü fark etmesi gereken çobanı anlatıyor. Oradan Ruhi Su'ya dönüp "Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar" diyor. Sonra "Kaldırmadıkça başlarımızı sefaletimiz bitmez"e bağlıyor. Sonra yine geliyor "ne yapmalıyız?"a:
"12 Eylül halk için, düşünce için, hak arayanlar için, örgütlenenler için baskı ve işkence getirdi. Bütün bunları görmeli ve korkumuzu aşmalıyız. Demokrasi savaşımımızı yükseltmeliyiz. En önemlisi kendimizi yenilemeliyiz. Bilimselliği yakalamalı, örgütlenmeli, kin, nefret, intikam duygularımızı aşmalıyız. Öz eleştirimizi yapabilmeliyiz. Kendini yenilemek, işi ve kavgayı sevmek, ne yapıyorsak onu iyi yapmak zorundayız. Bardak yıkıyorsak onu iyi yıkamalıyız. Ütüyü iyi yapmalıyız. Sorumluluk duygularımızı sonuna kadar kullanmalıyız. Grev yapıyorsak tam yapmalıyız. Meydanlara çıkıyorsak bütün gücümüzle yürümeliyiz. Güzelliklerle tanışan çirkinliklerle dövüşür. Güzellikler hedefimiz olmalıdır."
Bunca yaşanmışlığın, deneyimlerden imbik imbik süzülmüşlüğün, her yaşamaktan ders çıkarmışlığın önermeleri Süleyman Üstün'ünki. Daha ne desin ki!
Kemal Türkler'in anlatımıyla bir eğitmen olarak "İşçi sınıfının Süleyman'ı" o! 12 Eylül'ün hala daha toplumu kıskıvrak saran cenderesine karşı hayatın her alanında savaşan 78'li bir delikanlı o!
Hem de hala daha "İşçi sınıfının Süleyman'ı", 78 yaşında bir delikanlı olarak 78'lilerin Süleyman'ı; "Süleyman yoldaş çok yaşa!" (CB/TK)