Gene geldi sonbahar… Mevsimler gene vardı Eylül’e.
Geldi Eylül, fakat her zamankinden daha da bir suskunuz, çok sessiziz ve de kimsesiziz sanki.
Onunla geliyor durağanlaşmaya, sessizleşmeye, kimsesizleşmeye her şey... Ya da bir şey.
Kuşlar, onun gelişiyle göç yollarına doğru kanat çırpmaya başlıyor.
Önce bir bir, sonra hep birlikte toprağa düşen yaprakların sahibi ağacın kimsesizliği onunla geliyor.
Şairler de Eylül'ü beklerlermiş yazmak için... Konuverirmiş sözcüklerine o ayrılıklar, o hüzünler, o çeşit çeşit özlemlerin hasretleri.
“Kitap okurum: içinde sen varsın / Şarkı dinlerim: içinde sen / Oturdum ekmeğimi yerim: karşımda sen oturursun / Çalışırım: karşımda sen / Sen ki, her yerde 'hâzırı nâzır'ımsın / Konuşamayız seninle, duyamayız sesini birbirimizin / Sen benim sekiz yıldır dul karımsın... ”*
“…Eylül’dü. / İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin / Şimdi yoktu bir anlamı suskunluğun / Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde / Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman / En çok sesini aradım / Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ / Gözlerini sildi zaman / Dedim ya... Eylül’dü / Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin…”**
İki ayaklısından dört ayaklısına, toprakta bitiverenden gökyüzünü kendisine mesken edenine kadar yaşayan her bir canlının Eylül’ü var işte… Onun da var… Yani “kedilere ağlayıp kuşların yasını tuttuk” diyen Yılmaz Güney’in.
O da herkes gibi geldi dünyaya; payına düşen sancıları, acıları, baskıları, mahpuslukları, ayrılıkları, özlemleri çok öncesinden alır.
“Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili, / biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz acısını acımız yaptık çünkü. / Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı. / Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk... / Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. / Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili... / Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. / Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. / Yaşamak ne güzeldir be sevgili... / Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek... / Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...”***
Her şeyden biraz kalır ya tamamlanması için, onun hikâyesi de 1984’ün 9 Eylül’ünde sürgün olarak gittiği Paris’te 47 yaşındayken tamamlanır.
Sürgünde yaşamını kaybetmek de düşmüştü payına. Yitip gitmişti hayatının ezgisi.
“O da herkes gibi geldi dünyaya / Kapkara bir üçgenden Kapkara bir kare / Ne yazıldı üstüne o kazılacak… / Kandan davalar, davadan kanlar / Mahpuslar azatlar azaplar / Voltalar votkalar simitvetsonlar / Curalar bakaralar simitvetsonlar / Çocuklar çocuklar halklar…
Öyle bi dikildi ki havaya / O canhıraş zurna / O kapkara karadev bir yıldırım / Kızıl bir filim çıktı ortaya… / Yetmez cirmin bre ıskatçı / Sığmaz o kazdığın çukura / O fildişi fil / Hortumu kaldı baksan ya dışarda!”****
Dedik ya herkesin bir Eylül’ü vardır… Yılmaz Güney'in Eylül’ü de gitmesidir… Gideli otuz üç yıl oldu. Yaşasaydı 80 yaşında olacaktı.
Onu hatırlamak, Onu anmak, Onu yazmak, Aslı Erdoğan’ın sözüyle; “Yılmaz Güney’i yazmak ayindir…”
Şimdi çok uzakta da olsa, anılarımızın içindedir o... Özlem, sevgi ve kelam ile anıyoruz onu. (KT/YY)
* Nazım Hikmet’in 1932-1951 yılları arasında hapishaneden Piraye’sine yazdığı mektuplardan.
** Cemal Süreya’nın ‘Eylül’dü’ adlı şiirinden.
*** Yılmaz Güney’in ‘Mutlu Olma Şansı’ adlı şiiri.
**** Can Yücel’in ‘Yılmaz Güney Doğu’ya’ adlı şiiri.