Uçan Süpürge Kadın Dergisi yerel "yerel yönetimler ve kadın" konulu özel sayısında yerel seçimleri kadınların gözünden değerlendiriyor. Uçan Süpürge koordinatörü Selen Doğan'ın İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Yard. Doç. Dr. Ayten Alkan'la yaptığı söyleşiyi alıntılıyoruz.
2009 Yerel Seçimleri sonuçlarına bakıyoruz; kadınların belediye başkanlığına seçildiği yerler arasında 3-4 il ve ilçe dışındakiler doğu ve güneydoğuda. Bu sonuç bize bir şey söylemeli mi? Sebep ne olabilir? Kadın mücadelesinin genel hak ve özgürlük mücadelesinden ayrı düşünülmemesi mi? O il ve ilçelerde kadınların daha iyi örgütlenip, kadın olmaktan kaynaklı sorunların daha çok farkına vararak daha fazla mücadele azmi içinde olması mı? Güçlendirme çalışmalarının oralarda yoğunlaşması mı?
Sözünü ettiğin belediye başkanlıkları Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda olmasıyla ayırt edilmiyor yalnızca, aynı zamanda DTP'nin kazandığı belediye başkanlıkları bunlar.
2004 yerel seçimlerinin sonuçlarından bu yana böyle bir tablo var karşımızda. 1999 yerel seçim sonuçlarına göre Türkiye'nin 3216 belediye başkanından 20'si kadındı (binde 6), o zamanki HADEP'in 35 belediye başkanı vardı ve 3'ü kadındı (yüzde 8,6). 2004 yerel seçimlerine, bilindiği gibi DEHAP, Demokratik Güç Birliği çatısı altında girdi.
Bu seçimlerde, Türkiye'de kadın belediye başkanları yine binde 6 oranında kaldı. Ama 18 kadın belediye başkanının 10'u Güç Birliği'nden seçilmiş kadınlardı ve bunun 9'u da DEHAP'lı kadın belediye başkanlarıydı. 2009 yerel seçimleri de benzeri, hatta DTP açısından daha parlak bir sonuç verdi:
17 kadın belediye başkanının 14'ü DTP'den. Bu arada, bunu söylüyorum ama rakamlardan da emin değilim. Epey bir zaman geçti seçimlerden sonra ve ne Mahalli Idareler Genel Müdürlüğü ne de YSK sonuçların kadın-erkek dağılımını açıkladı. İzleyen yerel seçimlerden önce açıklamış olurlar diye umalım. Türkiye'de kurumların cinsler arası eşitsizlik meselesine ne kadar duyarlı olduğu daha buradan anlaşılıyor! Bir önceki yerel seçimlerin ardından Genel Müdürlükten listeleri isteyip tek tek tarayıp çıkarmıştım ama bu kez aynı işe kalkışamadım.
Sorduğun soruya dönecek olursak, "bu sonuç bize bir şey söylemeli mi" diyorsun, bu sonuç bize çok şey söylemeli. Önümüzdeki tabloyu, her şeyden önce Kürt kadın hareketinin başarısı olarak okumalıyız. Söz konusu hareket, evet, bir "genel hak ve özgürlük mücadelesi"nin içinden serpildi ve Kürt kadınlar, silahlı mücadelenin, savaşın da bir parçası olduğu etnik kimlik temelli bir hareketin içinden, Türkiye'nin başka herhangi bir yerindeki koşullardan çok daha başka türlü koşullar içinde politikleştiler.
Böylesi bir politikleş-meye, benzer mücadele ve çatışmaların yaşandığı başka coğrafyalarda da rastlanıyor. Feminist siyaset açısından önemli olansa, genel olarak Kürt siyasal hareketi, özel olarak da DTP ve selefi partiler içinden özerk bir kadın hareketi de oluştu ve katmerli bir mücadele vermek durumunda oldular: Bir yandan benim gibi Türk feministlere nerelerde farklılaştıklarını ve bunun neden önemli olduğunu, öte yandan da kendi erkeklerine benzeri bir şey anlatmak durumundaydılar. Bence ikisinde de gayet başarılı oldular. Bununla beraber, o özerkliğin devamlılık ve kırılma derecelerini bilemiyoruz.
Bir başka deyişle hangi bağlamlarda parti siyasetini, hangi bağlamlarda feminist siyaseti öncelediklerini... Kaldı ki bu anlamda bir homojenlik de yok sanırım. Yani Kürt kadın hareketinin farklı bileşenlerinin Türkiye'deki feminist hareketle buluştuğu yerler ve partiyle ilişkileri, bağları anlamında bir homojenlik yok. Ama görmemiz gereken bir şey var, o da, Türkiye'de başka herhangi bir siyasal partide olmayan birtakım kazanımları kendi partilerinde elde ettiler. Yüzde 40 kota gibi, eşbaşkanlık gibi, belediye başkanlıklarında farklı cinsten başkan yardımcısı gibi, kadın belediye başkanı seçilmiş yerlerde yeniden kadın aday gösterme uygulaması gibi... Nicel farklılaşma da hem parlamento hem de yerel yönetimler söz konusu olduğunda önümüzde duruyor. Töre, feodal ilişkiler ve benzeri kavramlar üzerinden, "suçun etnikleştirilmesi" dediğimiz bir tutumu sergilemek suretiyle apaçık ırkçılık yapanlar bu tabloyu da dikkate alsalar ne iyi olur.
Bu sonuçlara göre siyasete daha mesafeli durduğu anlaşılan "batıdaki" kadınlar, siyasetle ilişkilenmeye nasıl ikna edilebilir?
Bu tür bir genelleme yapabileceğimizden emin değilim. Sözünü ettiğimiz kurumsallaşmış siyasetse, yani siyasal partilerin, belediyelerin, odalar ve borsaların, seçimlerin, vb. içinde, etrafında dönen siyasetten bahsediyorsak, büyük ölçüde doğrudur. Ama üstelik tam da buna mesafe de "doğru'dur, yani yerindedir, aslında farkında olunsa da olunmasa da bir "tespit"e dayanmaktadır. O tespit de mevcut durumda buralarda yapılan siyasetin kadınların sorunlarıyla, gereksinimleriyle, yaşayışıyla bir alakası olmadığıdır. Bunun kaçınılmaz sonucu yabancılaşma. Uzağa gitmeye gerek yok, kendimden biliyorum: Geride bıraktığımız yerel seçim sürecini büyük ölçüde "mesleki sorumluluk" nedeniyle takip ettim! Yoksa zerre kadar ilgilenmezdim sanırım. Çok sıkıcıydı, üstüne üstlük ziyadesiyle apolitikti. Önceki bütün yerel seçimlere baktığımızda da yerel olana dair neredeyse hiçbir şeyin konuşulmaması, yerel seçim kampanyalarının genel siyasetin gölgesinde biçimlenmesi bir kural. Ama geride bıraktığımız
29 Mart seçimlerinde neredeyse bu bile yoktu, yani genel siyasetin meseleleri bile yoktu. Yolsuzluk dosyalarının uygun zaman için sümenaltında bekletildiği, birinin ötekine "Recep İvedik" dediği, ötekinin berikini azarladığı, "düello"da iyi olanın büyükşehir belediye başkan adayı yapıldığı, sosyal yardım adı altında seçim rüşvetlerinin açıktan verildiği bir süreci mi siyaset olarak niteleyeceğiz? Dolayısıyla, burada kadınları böylesi bir pratikler silsilesine eklemlenmeye "ikna etmek" değil de tam da mevcut olanın pespayeliğini, apolitikliğini, gündelik yaşamlarımızın gerçekliğinden uzaklığını deşifre edecek bir siyaset lazım. Bu da salt "nicel temsil", "kurumsal karar alma mekanizmalarına katılım" gibi hedeflerle mümkün değil. Mevcut eril siyasi yapılanmalara, eyleyişlere ayna tutacak alternatif politik programlarla mümkün. Yerel siyasetin yer'den uzaklığı ciddi bir problem Türkiye'de ve tam da bunun kadın örgütleri için önemli bir "fırsat" da olduğunu düşünüyorum: Yani kadınların siyasetteki yersizliğini meseleleştirirken, siyaseti de hakiki anlamda yerelleştirmek...
"Kapitalizmin bir kez daha patriyarkayı yardıma çağırdığı bir dönem bu"
Yerel yönetimlerde kadınlar için süreç içinde ortaya çıkan veya dönüşen başka problemler neler? Yani "kadınlar geliyor ama erkekler gitmiyor"un yanı sıra, "kadınları çağırıyoruz ama gelmiyorlar"un yanı sıra, "siyaset çok erkek; kadınlar bu çarkın içine giremiyor"un yanı sıra, zaman içinde gelişen başka argümanlar/önyargılar/cinsiyetçi kalıplar var mı?
Her şeyden önce, ciddi bir saldırı olduğunu düşünüyorum; yerel yönetimlerle ya da yerel siyasetle de sınırlı değil. Karşı-atak da diyebiliriz buna, "kaleleri kaybetmeme savaşı"nın sertleşmesi de. Önce bir yurttaşlık mücadelesi olarak, ardından yer yer bir hak, yer yer bir özgürlük mücadelesi olarak kadın hareketinin, hatta kadınların varoluş mücadelesinin bütün bir tarihinde izlenebilecek bir ritim bu. Çok şematize edersek, kazanımları ve/ya da feminist sözün belli bir meşruiyet zemini elde edişini takiben bir "geri adım attırmaya çalışma" döneminin gelmesi. Bu bazen çok vahşileşebiliyor da. Zira beri taraf için bir "hak" meselesi olan şey, öbür taraf için bir "çıkar" meselesi, bir "kayıp riski".
Hal böyle olduğunda, yani korku dağları sardığında oradan yeni yeni cinsiyetçi kalıpların, argümanların dolaşıma girmesi de hiç şaşırtıcı olmamalı elbette. Ama ben içinde bulunduğumuz konjonktürde söylemsel saldırılardan ziyade çok daha maddi bir sürecin tehdidiyle burun buruna olduğumuzu düşünüyorum: O da 1994'ten bu yana güçlendikçe güçlenen, muhafazakârlıkla hemhal neo-liberal belediyeciliğin şimdi bir de kapitalizmin yeni krizinin ardından alacağı boyutlar. O boyutların getireceği sonuçlar, "kota kadına saygısızlık" demekten ya da "kadınlar imar ihale işlerinden anlamaz" demekten daha sinsi olacak çünkü.
Türkiye'deki, 1980'lerden bu yana, yeni-muhafazakârlaşmaya paralel olarak ailenin giderek ve daha da yaygınlaşan bir biçimde kutsanmasını, hem de bunun kamu eliyle yapılmasını neo-liberal politikalardan kopararak anlamak mümkün değil. Zaten böylesi bir iklimin içindeydik, ama öyle sanıyorum ki, şimdi kriz koşulları içinde buna yapılan vurgu, kadının ailedeki önemi söyleminin kuvvetlendirilmesi vesaire ivme kazanacak, renklenecek, boyutlanacak.
Çünkü işte, Türkiye'de zaten hiçbir zaman yeterince toplumsallaşmamış olan yeniden üretici işler, çocuk bakımından hasta bakımına kadar iyiden iyiye "özel alan"a havale edilecek. Üstelik yoksulluğun ve işsizliğin kadınlarla erkekleri çok başkalaşan biçim ve ağırlıklarda etkilediği koşullarda. Ve bir de belediye Yasası'nda örneğin, belediyenin görevlerini belirleyen maddede, "hizmet önceliklerini belirlemede hizmetin ivediliği ve belediyenin mali koşulları dikkate alınır" deniyorken.
Zaten bir bütün olarak kadınlar tarafından görülen hizmetler neden ivedi olsun ki? Ya da öte yandan, kadınlara yönelik hizmetler ne zaman ivedi görüldü ki? Özelleştirmelerin iyiden iyiye hız kazanacağı, daha çok tüketim maddesinin evde üretilmeye başlayacağı, suyun kendisinin metalaşacağı, toplu taşımacılığın pahalılaşacağı, birçok kentsel hizmetin ücretlendirileceği, sosyal güvenliğin iyiden iyiye sosyal ianeye daralacağı, düzensiz çalışma biçimlerinin daha da yaygınlaşacağı bir dönemin cinsiyet yüklü sonuçlarına karşı çok uyanık olmamız lazım özede. Zira kapitalizmin bir kez daha patriyarkayı yardıma çağırdığı bir dönem bu.
Yasal düzenlemeler ve uygulamalar ne durumda? Mesela Belediyeler Yasası'ndaki sığınma evi açmakla ilgili maddenin doğru anlaşıldığını düşünüyor musunuz? Özellikle AKP'li belediyelerin, (tıpkı kota konusunda yaptıkları gibi) "kadını aşağılıyor" filan diye, "konuk evi" adı altında sığınma evi açma girişimleri oldu, oluyor. Hatta davullu zurnalı açılış yapanlara bile rastlandı. Belediyelerin toplumsal cinsiyet bakış açısına kavuşması bu yüzyılda mümkün görünmüyor ama bu tür hatalı uygulamaların önüne nasd geçilir sizce? Yasa mı revize edilmeli?
Yasada da "koruma evi" diyor zaten. Ben yine de yeni belediye yasasına böyle bir hükmün girmiş olmasının önemli olduğunu, bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Şimdi, "yasa zorunlu kılmasına rağmen ancak şu kadar belediyenin sığınmaevi var" deme imkânımız var çünkü. 4320 sayılı yasa da gereği gibi uygulanmıyor. Ama bütün bunlar "hukuksal bir meşruiyet zemini"nin oluşması adına önemlidir. Kadın örgütleri ne yazık ki yerel yönetimler mevzuatının yenilenmesi sürecinde, yani 2003-2006 döneminde etkin olamadı. O dönem tren kaçtı. Bu yüzden de şimdi uygulamaları yakından takip etmek lazım. Bir yandan da "belediyeler ya da kamu kurumları bu işi yapamıyor zaten" deyip devletin görevi olması gereken bir işi üstlenme noktasına çekilmemek. Kadın örgütlerinin işi, kamu hizmeti sunmak değil, kamu hizmetinin gerektiği gibi sunulması yönünde baskı oluşturmak olmalı.
"Kadınlar başka türlü bir yaşam pratiğinden geliyorlar"
Belediyeciliğin cinsiyeti var mı? Bu iş aslında kimin işi? "Belediyecilik kadın işi, çünkü kadınlar daha merhametli, daha dürüst, temiz.." gibi klişeleri özellikle seçim zamanlarında sıkça duyuyoruz. Ne düşünüyorsunuz?
Kadınlar tabii ki cinsiyetleri gereği daha merhametli, daha dürüst, daha temiz vb. değiller. Bunun, "kadınların doğalarında şeytanlık var" demekten bir farkı yok. Ama örneğin, yerel siyaset söz konusu olduğunda kadınların al gülüm ver gülüm ilişkilerinde bulunmaları daha az beklendik olabilir, zira yerel düzeyde rantın üretildiği, dağıtıldığı müteahhitlik gibi meslek gruplarıyla da, bu gruplarla ilişki içindeki çıkar gruplarıyla da kadınların ilişkileri çok zayıf. Tam da bu, kadınların yerel karar alma mekanizmalarının dışında kalmasının da çok önemli bir nedeni. Dolayısıyla, kadınların yerel halkın gereksinimlerine, yörenin yararına bir belediyecilik yapma potansiyeli daha kuvvetliyse, bu maddi ilişkiler içindeki konumlarıyla alakalı olabilir. Başka türlü bir yaşam pratiğinden geliyor olmalarıyla.
Erkekler her yerde konuşabiliyor; berberde, bakkalda... Gündelik kent yaşamında farklı siyaset yapma biçimlerini deneyimliyorlar. Oysa kadınlar ekmeğe gelen zammı veya çarşıda kadınlar tuvaleti bulunmamasını, veya ilçelerindeki kömür ocaklarından dolayı balkona dolan kara tozları hiç protesto etmiyor. Bunları dile getirmenin ve çözüm istemenin siyaset yapmak anlamına geldiğini ve evet bu kadar basit olduğunu görmeyip, siyaseti sadece partilerden ibaret sanıyorlar ve haliyle uzak duruyorlar. Siyasetin tarifini yapmak gerekiyor galiba önce. Yerel siyaseti tarif eder misiniz?
Bunu bilmiyoruz aslında. Yani, örneğin kadınların belediyeyle ilişkiye geçtiklerinde neyi sorun olarak oraya taşıdıklarını, ne için belediyeye başvurduklarını, mahalle muhtarına neyi danıştıklarını... Bunların kaydı kuydu tutulmuyor çünkü görünür değil. Hal böyle olduğunda "kadınlar belediyeye yardım istemek için gidiyor, oğluna iş istemek için gidiyor" ya da "kadınlar belediyeyle hiç ilişkiye geçmiyor" gibi klişeler üzerinden hareket ediyoruz. Yıllar önce Ankara'da doktora tezim için yürüttüğüm alan araştırmasında bunun çok da gerçekliğe tekabül etmediğini görmüştüm örneğin.
Kadınların belediyeyle ilişkiye geçme nedenlerinin önemlice bir bölümünü yaşadıkları yerle, sokaklarıyla, mahalleleriyle ilgili bir sorun oluşturuyordu. Ote yanda, iki yaz önce Ankara'da yaşanan ve kimi yerlerde 13-14 güne çıkan su kesintileri sırasında sokaklara dökülenlerin çoğunluğunu kadınların oluşturduğunu anımsayalım ya da gecekondu yıkımlarına karşı direnişlerde öne çıkanların kadınlar olduğunu... Dolayısıyla, kadınlar şikayet ediyorlar, talep ediyorlar, protesto ediyorlar.
Bunun "siyasi eylemlilik" olarak kavramsallaştırılmamasında bir problem olduğunu söylüyorsak, evet bunda haklısın. Çünkü kavramlarımız da erkeklerin hakim deneyimlerinden türüyor neredeyse tamamıyla. Komşu kadınların gerek olduğunda birbirlerinin çocuklarına bakmalarını, siyaset en basit anlamında ortak sorunlara ortak çözümler üretmekse, siyaset yapmak olarak görmememiz de sorunlu öyleyse. Ama şunu da gözden kaçırmamak lazım: Bir yanda kurumsallaşmış, toplum adına karar alma, politika üretme ve uygulama yetkisiyle donanmış kamusal kişilikler var. Belediye meclisleri gibi. Kadınların ortaklaşan sıkıntılarının, taleplerinin buralara taşınmasıyla ilgili ciddi problemler var. Kadın örgütlerinin burada da önemli bir misyonu, bir aracılık vazifesi var aslında.
'Kadın dostu belediye'den ne anlamalıyız?
Seçilmiş ve yerel halkı temsil etme iddiasıyla oluşmuş organlarının, şu koşullarda, yerel halkın yarısını aslında temsil etmediğini kabul etmeye teşne belediyedir her şeyden önce. Bunu kabul ettiğinde açığını kapatmaya çalışacak, kadınların o yörede nasıl yaşadıklarını, ne gibi sorunlarla boğuştuklarını, ne gibi ihtiyaçlara sahip olduklarını öğrenmeye ve bu bilgiyi belediye politika ve uygulamalarına yansıtmaya çalışacaktır. Bunu yapmadığı takdirde "herkese eşit mesafede hizmet" kocaman bir yalandan ibaret kalacaktır. Geride bıraktığımız 3-4 yıl zarfında UNF-PA Türkiye ofisi, içişleri Bakanlığı ve başka bazı kurumlar işbirliğiyle 6 deneme ilinde gayet başarılı bir "kadın dostu kentler" projesi yürüttü. O illerde yerel kadın kuruluşlarının da işbirliğiyle yerel eşitlik eylem planları hazırlandı hayli zahmetli çabaların ürünü olarak. Üstelik bu planlar belediye ve il genel meclislerinden de geçirildi. Ne ölçüde uygulanacağını, ne denli kurumsallaşacağını zaman içinde göreceğiz. Ama başka yerleşimler için de örnek alınabilir bir model oluştu. Bu yerel planlara bakıldığında "kadın dostu kent"in kentiçi ulaşımdan kentsel güvenliğe kadar aslında bütün bir yerel politikalar ve uygulamalar alanını baştan başa kesmesi gerektiğini görüyoruz. (SD/EZÖ)