Aslında bu yazıyı geçen hafta okuyacaktınız. Gündemi saptırmama ve çalmama kaygısıyla bu haftaya ertelendi.
"Yol’cu" hâlâ Bodrum’da. Buraya bahar geldi. Dünyanın kuzey yarım küresinde pek çok ülkede olduğu gibi. Öyle olmasaydı, taa Çin’den buraya kadar 21 Mart’a "Yenigün” denilmezdi.
Yenigün, demek bahar demek. Yenigünle birlikte yaşam da geldi.
Yenigünde "yaşamı yaşamak ve savunmak” gerekiyor! Pek çoklarının düşündüğünün tersine... Pek çoklarının yaptığının tersine...
Yaşamları boyunca yaşamı yadsıyanların, yaşamları ortadan kaldırmaları ne kötü, ne dayanılmaz bir acı.
İnsan soyu henüz gerçekten evrimini tamamlamamış gibi görünüyor gerçekten de. Çok eksiğimiz var, hem de çok...
Her "yaşam"ın fotoğrafını çekiyorum
Yaklaşık on gündür, 15 gündür "Yol’cu"nun yanı yöresi çevresi bahar. Bahar her yandan fışkırmış durumda. Yeşillik, enva-i çeşit çiçek, böcek...
Seyretmeye doyamıyor insan. Bol bol fotoğraflarını çekiyorum gördüğüm her yeni canlının, her yeni yaşamın. Bir çoğunun adlarını bilmiyorum. Öğrensem de aklımda tutamıyorum zaten.
O kadar çoklar ki...
Ahmet Filmer, Akademi’nin sınırları içinde 700'ü aşkın tür olduğunu ve yaşadığını söylüyor. Üstelik her bir türün farklı dönemlerinde farklı görüntüleri, farklı adları var.
Bir çiçek bir gün başka türlü ertesi gün başka.
Bahar işte bu: "Yaşam" yani!...
Çiçekten özür diledim
İstanbul’un adalarında mimozalar açtı mı bilmiyorum. Ama burada açtı. Az önce aşağı köye giderken yolun kenarından bana, burada olduğunu söyledi.
Fotoğraf makinem yanımda değildi. Sizler için fotoğrafını çekmek için küçük bir dalını kopardım. Binlerce özür diledim kendisinden.
"Ulvi” amaçlar için, "yaşam” için, "yaşamı savunmak” için, bunları yazmak için ona kıydığımı söyledim ve af diledim. Affetti mi bilmiyorum.
En azından sizler affedin beni.
İstanbullular farkında mı baharın?
"Yol’cu"nun durduğu yerde, Akademi’nin amfitiyatrosunun üst kapısının hemen sol yanında bir de erguvan ağacı var. O da geçen hafta patlattı tomurcuklarını.
"Erguvan Kapısı" diyorum oraya Oya Baydar’dan ödünç alıp.
Acaba boğazın erguvanları da boğazı bir baştan bir başa kaplamış mıdır?
İstanbul’dakiler de farkında mıdırlar acaba baharın geldiğinin, "Yenigün”ün, yaşamın? Gerçekten?
Yoksa trafik ve çevre kirliliği içinde ve birbirlerinin dibinde ama birbirlerinden kilometrelerce uzak insanların yalıtılmışlığını aşıp da bunun farkına varabilmişler midir?
Çiçek kokuları sizin burnunuza geliyor mu?
Ya mor salkımların kokusu sizi alıp bir yerlere götürüyor mu her yanından geçtiğinizde?
Burada "Zen bahçesi"nin bir kenarından aşağıya doğru sarkan salkımları seyretmeye ve koklamaya doyamıyor insan. O kokular yaşamın güzelliğini, doğanın ve yaşamın büyüklüğünü, onarıcılığını hissettiriyor insana.
Siz de hissedebiliyor musunuz? Sizin de burnunuza geliyor mu o kokular? Yoksa burnunuzdan hiç gitmeyen bir yanmış et kokusu mu duyuyorsunuz?
En son ne zaman gördünüz bir Japon Elması?
Ya hemen onun solundaki "Japon Elması”nı hiç gördünüz mü? Gözlerinizi yumup bir düşünün, belleğinizi zorlayın, anımsıyor musunuz?
En son ne zaman gördünüz onları yanınızda yörenizde?
Ben onları görür görmez, çocukluğumun Ankara’sına gittim birden. Kaldırımların üzerinde 3-5 adımda bir duran "Japon Elmaları" aklıma geldi.
Acaba Ankara’da hâlâ "Japon Elmaları" var mıdır? Acaba "ölüm tacirleri" de Japon Elmalarının çiçeklerinin ve baharın geldiğinin farkında mıdırlar?
Yoksa başka "al"ların ya da "kızıl"ların peşinde midirler?
Ya sürekli "ayrılık ne yana düşer usta, yalnızlık ne yana / ölüm hep bana, hep bana mı düşer usta" diyenler? Üstelik yalnız kendisinin duyacağı bir sesle?
Sürekli ölümü düşünmek ölümü çağırıyor. Çağırmayın! Çağırmayalım!...
Yaşamı düşünmek gerek "Yenigün"de!
Yanlış yapmayalım diye...
Siz saburluk nedir bilir misiniz? Kıvrım kıvrım bir saç demeti gibi bir yeşilliğin içinde, durup durup sonra birden ortaya çıkan ve göğü delecekmiş gibi hızla yükselen bir sapın ucunda, ellerini göğe açmış dua eder gibi, bir yandan da çiçeklerini sunar gibi, dağı taşı yolların üzerini, her yeri kaplayan bu çiçeğin adının neden böyle olduğunu düşündünüz mü hiç?
Bahar ve doğa birçok soruyu sormayı, düşünmeyi sağlıyor.
Yanlış yapmayalım diye...
"Ölümden başka her derde deva"
Peki benim daha önce çok gördüğüm ama ne olduğunu ancak şimdi öğrendiğim boru otundan haberiniz var mı? Dereköy’den ileriye doğru giderken onun kocaman bir ağaca dönüştüğünü görmesem inanamazdım. Bir arkadaşıma sorunca o söyledi. Başka özellikleriyle birlikte.
"Ölümden başka her derde deva" olduğunu yazıyor vikipedi isterseniz siz de bakın.
"Ölüme çare var mı, öldürmemekten başka?"
Ne dersiniz "ölüm tacirleri”, "bahar” geldi mi sizin oralara da?
"Yenigün” geldi mi sizin oralara?
Analarını babalarını özleyenler için bir çiçek
"Karabaş”ın yalnız köpek adı olduğunu bilirdim eskiden. Bana "çok cahilmişsin” diyebilirsiniz.
Bir arkadaşım Nişantaşı'nda küçük bir demetinin yedi lira olduğunu söyledi. Burada dağ taş onunla dolu. "Anababa kokusu" da diyorlar.
Anaların babaların kokusunu özleyenler geldi aklıma. Dağların başında, karabaşlara anababa kokusu adını kim koymuş onu merak ettim.
Siz de merak ediyor musunuz?
Asıl adı Lavandula stoechasmış. Bir çeşit lavanta yani. Nefis kokuyor ve çok güzel de bir çayı oluyor.
O da her derde deva neredeyse...
"Yenigün"ün tam zamanı
Papatya, nergis, çiğdem, yasemin, aslanağzı, gelincik, buralarda dağ lalesi diyorlar, ballıbaba, dağ sümbülü, yaban gülü, menekşe, fesleğen, kekik, fulya, gecesefası, horoz ibiği, küpe çiçeği, leylak, mine çiçeği, reyhan...
Hepsinin ayrı bir öyküsü var. Hepsinin çağırdığı, çağrıştırdığı bir dolu duygu, düşünce, gerçeklik var... Onlarla dolu olmak demek "Yenigün"ü yaşamak.
Yaşamı yaşamak, anlamak ve savunmak demek. Şimdi birileri bunu okuyunca "ortalık toz dumanken, insanlar ölürken bahardan, çiçekten, böcekten söz etmenin yeri zamanı mı" diyecekler. Çok iyi biliyorum. Diyecekler.
Zamanı. Hem de tam zamanı.
"Yenigün"de, "Yenigün"den başka neden söz edilir ki! (MS/GG)