* Fotoğraf: Fatih Pınar, Atlas dergisi
“.....
Apak buluta barış yükledim,
Ne kadar çok özlemişsek barışı
o kadar çok
Gidin dedim bulutlarım yeryüzünün üstüne
Yağın dedim bulutlarım yeryüzüne
Yağın ha yağın,
Yağın insan yüreklerine
.....”
Yaşar Kemal
Bilir ve tanır(d)ım o koca yürekli adamı. Hem de çok iyi ve pek yakından. Yaşıyor olsaydı, çağırsaydık, mutlaka atlar gelirdi Diyarıbekir’e.
Gelir gelmez eski, kadim suriçinin tam orta yerine denk gelen pagan döneminin putpersetlik mekânı, sonrasında Mar Toma Katedrali ve dahi 1400 yıldır da Anadolu ve Mezopotamya’nın ilk camisi İslam’ın beşinci Harem-i Şerifi Camii Kebir’in önündeki günün hemen her vakti insan kalabalıkları ile dolup taşan meydanlığın orta yerinde şöyle bir ayakta durur, etrafı süzer…
Sonra dönüp bana derdi ki; “Bir koşu eve git! Senin şu Amidalılar kitabında konuşturduğun rahmetli Fuat Usta’nın kendi elleriyle yapıp sana hatıra bıraktığı gürgenden ve oturma yeri has kendirden sıkılaştırılmış o kürsüyü kap gel Kaymakam...”
Sonra otururdu o Diyarbekir işi kürsüye!
Bu saatten sonra yedi düvel, dört kıta, yetmişiki millet de gelse hiçbir kuvvet beni yerimden, aha da bu kürsüden kaldıramaz, kımıldatamaz.
Ben bu şehirde çok adamların adını duydum, çok şahsiyetler tanıdım. Kürdü, Türkü, Arabı, Ermenisi, Süryanisi, Êzidîsi, Keldanisi, Rumu, Yahudisi, Türkmen Alevisi; Anadolu ve Kadim Mezopotamya’nın yüz ağarı, ya da zaman ve mekân boyutu içinde rengi solan bilcümle kavimlerinin çok adamlarını tanıyıp dost, arkadaş, ahbap bildim.
Yazdıklarımın ve dahi konuştuklarımın tümü aslında bir anlamda onların sesi, onların adına dengbêj kelamıydı…
“Diyarbakır eski, çok eski bir demir kadar paslı… İlk bakışta böyle ya, insan aldanıyor. Sonra yavaşça ayılıp ısınıyor Diyarbakır’a, anlıyor ki böyle değil. Bu şehir kılıf içinde, kendisini öylesine gizlemiş ki, tadına varabilmek, onu sevebilmek için emek istiyor, terlemek istiyor. Bu şehri kılıfından soyup mahremiyetine girmeli. Bu iş zor iş ya, değer. Bunu yapabildin mi büyülendin demektir. Diyarbakır seni büyülemiştir, kurtuluş yok.
“Damların üstünü papatya, ot ve diz boyu kır çiçekleri bürümüş. Bu sebepten pek az ağaç olmasına rağmen, bütün şehir tepeden tırnağa yemyeşil. En genişi dört adım gelen sokaklardan geçerken efkâr basacaktır. Ama durunuz. Bu erken.
“Korkmadan, önünüze gelen herhangi bir kapıyı çalmalısınız. Kapı, hemen açılır. Kapıyı açan, çoğu, kara gözlü esmer bir kadındır. İlkin afallar. Yabancı olduğunuzu anlayınca buyur eder. Diyarbakır artık kılıfından çıkmıştır. Diyarbakır, bütün sıcaklığı, samimiyeti, güzelliği ile gözünüzün önündedir… Nereye gitsen gül, her yan gül, göz alabildiğine gül, bütün şehir gül kokuyor”...
“O gün sabahın çok erken saatinde sokakta kimsecikler yokken boyunlarındaki tek ziynetleri olan çanları çalan ve Dicle boyundan şehre kum taşıyan katırların geçtiği yol üzerindeki kahvelerden birine girdim. Günün ucu surların üzerinden görünüyordu. Yanımdaki gül ağacının tepesine gün vurdu. Yaşlı bir zatla merhabalaştım. Hal-hatır sordum; dedi ki; ‘oğul, oğul! Dert mi ararsın Diyarbekir’de! Diyarbekir’in taşı, toprağı ah u vahtır’…”
Yaşasaydı ve gelseydi; İşte! Ey Diyarbekirliler.
Sözüm dünyaya, cümle âlemedir. Ben bu kürsüden artık kalkmam, bu böyle biline! O zamanlar bir uzun hava dinlemiştim. Bu şehrin güzelsesli adamlarından! Diyordu ki şarkı:
“Diyarbekir dolar şimdi
dolar, boşalır şimdi
dı gel havar yârım dı gel
ya derdime derman
ya katlime ferman…”
Evet, işte Ankara da cümle âlem de duysun artık sesimi. Bu savaş, bu yıkım bu tahribat bitmez ise ben de bu kürsüden kalkmam!
Ya Diyarbakır’ın ve bilcümle Kürdün derdine derman, ya da olmadı hepimizin, cümlemizin katline ferman...
Beş yıl bitti (28 Şubat 2015) altıya girdik koca usta aramızdan ayrılalı. Her sene devrilende daha çok yeri, boşluğu gözüküyor Yaşar Baba’nın... (ŞD/AS)