Kimi insanlar vardır ki onlar hep sizden özbeöz can evinizdendirler; evinize, mekânınıza, yerinize-yurdunuza, şehrinize gel(e)meseler de bilirsiniz ki aslında hep sizinle birliktedirler!
İşte büyük usta Yaşar Kemal benim için böyle bir insandı. Mehmed Uzun’un hastalığı (2007) ve ölümü (2008) sonrası defin günü dönemlerindeki gelişlerini saymazsak, şehr-i kadim Diyarbekir’e iki kez gelir usta.
Ailecek koca bir kervan göçü 1915 kırımından sonra göçmüşlerdir Van Ernis’ten. Bir hafta Van sokaklarında kalırlar. Anası anlatır sonra aklı kesende ustaya! Van ssızdır, kimseler yoktur, harap haldedir. “Sadece sinekler vızıldardı” der anası. Diyarbekir’e göçerler. Orda da kalamaz Mardin üzerinden çöle vururlar. Sonra uçları Osmaniye, Adana Hemite’de çıkar.
İkincisinde bizzat kendisi gelir şehre, tarih 1950’lilerin hemen başıdır. Cumhuriyet gazetesinde çalışıyordur. Röportajlar yapıyordur. Diyarbakır ve Van başta olmak üzere bölgede arka arkaya röportajları yayınlanıyordur.
İlk kez Diyarbakır röportajında kullanır sonrasında artık yazarlık adı da olacak “Yaşar Kemal” adını. O vakte kadar adı nüfusa düşmüş hâliyle Kemal Sadık Gökçeli’dir.
İstedim ki o muhteşem insanı, onun yokluğunda, öte yakaya göçüsünün yedinci yılında bir daha ve ona çok ihtiyaç duyduğumuz, eksikliğini sözüyle kelamıyla hep hissettiğimiz günlerde bir daha şehre konuk edeyim.
Bilir ve tanır(d)ım o koca yürekli adamı. Yaşıyor olsaydı, çağırsaydık, ik’eli kanda olaydı dahi o halde kalkıp atlar gelirdi Diyarıbekir’e.
Gelir gelmez eski, kadim Suriçi’nin tam orta yerine denk gelen pagan döneminin putpersetlik mekânı, sonrasında Mar Toma Katedrali ve dahi 1400 yıldır da Anadolu ve Mezopotamya’nın ilk camisi İslam’ın beşinci Harem-i Şerifi Camii Kebir’in önündeki meydan kahvesinin orta yerinde şöyle bir ayakta durur, etrafı alıcı gözle süzer…
Sonra dönüp bana derdi ki; bir koşu eve git! Senin şu Amidalılar kitabında konuşturduğun rahmetli Fuat Usta’nın kendi elleriyle yaptığı ve sana armağan ettiği gürgenden, oturma yeri has kendirden sıkılaştırılmış kürsüyü kap gel.
Sonra otururdu o Diyarbekir işi kürsüye!
Bu saatten sonra yedi düvel, dört kıta, 72 milletin cemi cümlesi gelse de hiçbir muktedir güç beni yerimden, bu has kendirle örülü gürgen kürsüden kımıldatamaz, kaldıramaz!
Ben bu şehirde çok adamların adını duydum, çok şahsiyetler tanıdım. Kürdü, Türkü, Arabı, Ermenisi, Süryanisi, Êzidîsi, Keldanisi, Rumu, Yahudisi, Türkmen Alevisi; Anadolu ve Kadim Mezopotamya’nın yüz ağarı ya da zaman ve mekân boyutu içinde rengi solan bilcümle kavimlerinin çokça adamlarını tanıyıp dost, arkadaş, ahbap bildim.
Yazdıklarımın ve dahi konuştuklarımın tümü, aslında bir anlamda onların sesi, onların adına dengbêj kelamıydı. Onlardı aslında benim edebiyatıma yön, yol veren.
Hani, yıllar, daha daha çok yıllar evvel geldiğimde yazmıştım ya! Hatırlarsın...
“Diyarbakır eski, çok eski bir demir kadar paslı… İlk bakışta böyle ya, insan aldanıyor. Sonra yavaşça ayılıp ısınıyor Diyarbakır’a, anlıyor ki böyle değil. Bu şehir kılıf içinde, kendisini öylesine gizlemiş ki, tadına varabilmek, onu sevebilmek için emek istiyor, terlemek istiyor. Bu şehri kılıfından soyup mahremiyetine girmeli. Bu iş zor iş ya, değer. Bunu yapabildin mi büyülendin demektir. Diyarbakır seni büyülemiştir, kurtuluş yok.
“Damların üstünü papatya, ot ve diz boyu kır çiçekleri bürümüş. Bu sebepten pek az ağaç olmasına rağmen, bütün şehir tepeden tırnağa yemyeşil. En genişi dört adım gelen sokaklardan geçerken efkâr basacaktır. Ama durunuz. Bu erken. Korkmadan, önünüze gelen herhangi bir kapıyı çalmalısınız. Kapı, hemen açılır. Kapıyı açan, çoğu, kara gözlü esmer bir kadındır. İlkin afallar. Yabancı olduğunuzu anlayınca buyur eder. Diyarbakır artık kılıfından çıkmıştır. Diyarbakır, bütün sıcaklığı, samimiyeti, güzelliği ile gözünüzün önündedir… Nereye gitsen gül, her yan gül, göz alabildiğine gül, bütün şehir gül kokuyor.”
“O gün sabahın çok erken saatinde sokakta kimsecikler yokken boyunlarındaki tek ziynetleri olan çanları çalan ve Dicle boyundan şehre kum taşıyan katırların geçtiği yol üzerindeki kahvelerden birine girdim. Günün ucu surların üzerinden görünüyordu. Yanımdaki gül ağacının tepesine gün vurdu. Yaşlı bir zatla merhabalaştım. Hal-hatır sordum; dedi ki;“oğul, oğul! Dert mi ararsın Diyarbekir’de! Diyarbekir’in taşı, toprağı ah u vahtır…” demiştim ya...
He dedim ve ustanın yeniden gelmiş halını düşündüm.
Yaşasaydı ve gelseydi usta; “vah benim babam, iki gözüm cancağızım o gül, nergis, menekşe kokulu şehir, ne haldasan! Neler etmişler neler meğer sana. Gene ah û vah düşmüş kara taşına, kara bahtına” derdi.
Ve eklerdi: “o güzelim avlulu, ayvanlı, havuzlu tulumbasından şırıl şırıl hamravat suyu akan bazalt taş evleri yıkıp bu kimliksiz yapıları hangi zalim oğlu zalimler yapmış ki” der dururdu.
Ve sonra sesini olanca davudi sesiyle gümbürdeterek derdi ki: “İşte! Ey Diyarbekirliler. Sözüm dünyaya, cümle âlemedir. Ben bu kürsüden artık kalkmam, bu böyle biline!” Sanki kadim zamanlar evvel bir uzun hava dinlemiştim bu şehrin güzelsesli adamlarından!
Diyordu ki şarkı:
“Diyarbekir dolar şimdi
dolar, boşalır şimdi
dı gel havar yârım dı gel
ya derdime derman / ya katlime ferman…”
“Evet, işte her nerede olurlarsa olsunlar, cümle insan soyu duysun artık sesimi. Bu savaş, bu yıkım bu tahribat bitmez ise ben de bu kürsüden kalkmam!”
Bazen, şöyle bir durup uzuuun bir soluk almak lazım. Upuzun bir nefeslik vakittir şimdi! Biz yazar taifesi ruhun mühendisleriyizdir. Sadece sesimiz değil, ruhumuz da dile gelecek.
Bu halkın sesine ses, nefesine nefes oluna! Dili kısılmaya, lâl û ekbem olmaya! Öz be öz anasının diliyle konuşa. He mi de tek başına konuşmayla yetinmeyip şarkısını, klamını, stranını da anasının apak sütü gibi helal û hoş öz diliyle söyleye.
Demem odur ki; Yaşar Kemal Usta “Bu Bir Çağrıdır” kitabında “Ben angaje bir yazarım: Kendime, söze ve insanlık onuruna...” der. Tam da bu işte yine onun sıkça kullandığı sözüyle “xwedê yeke, derî hezar”. Evet tanrı birdir, kapı ise bin. Yeter ki o kapılar ustanın kelamınca açılsın...
TIKLAYIN - Yaşar Kemal'le Büyümek TIKLAYIN - Yaşar Kemal'in barış mesajı TIKLAYIN Yaşar Kemal: Türkiye Demokrasi Perdesi Altında Bal Gibi Faşizmi Yaşıyor |
(ŞD/EMK)
*Bu yazı istasyon dergisinin Şubat 2022 sayısında yayınlandı.