Lise yıllarımda "Tiyatrosu olan tek köy. Köylülerin tiyatro yaptığı tek köy. Mahmut Türkmenoğlu'nun köyü." diye bildiğim Urla'ya bağlı Bademler Köyü'nde yaşayan arkadaşım Fatma'nın daveti üzerine İzmir'den yola çıktık, Rukiye'yle birlikte. Güzelbahçe-Sığacık karayolundan saparak girdik; tertemiz, yemyeşil ve rengahenk çiçeklerle dolu köye.
Çay ve "hayır" diye getirilen lokma eşliğinde dinledim Fatma'nın anlattıklarını. "Alevi -Tahtacı köyü burası. Atalarımıza "Tahtacı" denirmiş; tahta biçip, tahtayı işlediklerinden. 1830'larda 2. Mahmut, göçebe yaşayan bizim aşireti yerleşik düzene geçmeğe zorlamış. Ulamış Köyü yakınındaki su ve biraz da badem ağacının olduğu tepeye, çadırlarını kurup yerleşmişler. Köyün adı "Bademler" olmuş. Biz bademe "payam" deriz, aslında. Çek oksijeni ciğerlerine, buradan başka yerde bulamazsın bu havayı.
Köyde Alevi-Tahtacı kültürü egemen. Köylümüz dayanışma ve yardımlaşmayı sever. Kadın-erkek ilişkilerinde kaç-göç yoktur. Eğitim düzeyi yüksektir. Bizim için yaşamın kalitesi önemlidir. Tütün, zeytin, çiçekçilik, dahil her şeyi eker dikeriz. Ağaç işleri de yapılır. İnsanımız çalışkan, üretkendir. Gelenek-göreneğine bağlı olduğu kadar yenilik ve değişime de açıktır. Hayata eleştirel baktıklarından okuyup araştırır.
Gönlü şenliklidir bura insanının. Hayatı çok da ciddiye almazlar. Aydın ve çağdaştır. Gençlik ve Spor Kulübü, Kültür ve Sanat Derneği, Avcılar ve Atıcılar Derneği var köyde. Radyomuz kapandı. Konser, tiyatro, şenlik çok olur burada. Köyün ekonomik-sosyal-kültürel yapısındaki değişim ve gelişime "Almancı" köylülerimizin katkısı büyüktür.
1962'de Mahmut Türkmenoğlu'nun kurduğu tarımsal kalkınma amaçlı "Bademler Köyü Kalkınma Kooperatifi", köyün ve köylünün kaderini değiştirmeğe hala devam ediyor. Birazdan götüreceğim sizi kooperatife. Kooperatifçilik ve tiyatro takım işi. Tahtacı kültürü her ikisine de çok yatkın. İlişkili birbiriyle.
Necati Cumalı'nın öyküsünden, Metin Erksan'ın senaryosunu yazıp yönettiği, 1964'de Altın Ayı ödülü alan "Susuz Yaz" filmi burada çekildi. Film sonradan bazı talihsizliklere uğradı ama ben girmeyeyim bu konuya şimdi. Ama bu filmde üç aylık bebekken, "Bahar"ı oynayan Hülya Koçyiğit'in (erkek) bebeği olarak rol aldığımı bil! Mayıs 1963'te doğmuşum, film de Temmuz-Eylül aylarında çekiliyor. Hayatın içinde rol yapmaya o zaman başlamışım. Hatta bizim eşek, Erol Taş'ın eşeği filmde.
Köyde herkes hayatının bir döneminde oyunculuk yapmış, yapıyor zaten. Bizim köy tiyatrosu, İzmir Devlet Tiyatrosu'ndan önce kurulmuş. 1930'larda köyün öğretmeni Mustafa Anarat tiyatroyu, eğitim-öğretim aracı olarak kullanmış. Bu öğrenci tiyatrosu, büyükleri de köylüyü harekete geçirmiş ve köyde tiyatro hayatın içine girmiş. Halk(ın) tiyatrosu. Bizim derme-devşirme ve keçi gezdirme geleneğimiz de beslemiş tiyatroyu. Gördüğümüz tiyatro binası sonradan yapıldı. Tiyatro binası köyün her tür sosyal olayına mekan. Düğün-dernek, sinema filan.
Benim sorularımın, Fatma'nın anlatacaklarının biteceği yok. Kooperatif'e gitmek üzere kalkıyoruz. Kooperatif üyesi ve denetleme kurulu üyesi Fatma arabada bilgi veriyor (özetle):
"Mahmut Türkmenoğlu ve arkadaşlarının önderliğinde "Ülke kalkınması köylerden geçer" şiarıyla 1962 yılında kuruluyor. Düşünce başarıyla pratiğe de geçiriliyor. Kooperatif 1969'da modern cam seralarda sebze yetiştiriciliğine başlamış. 1980'lerde Antalya'da turfanda sebzecilik yaygınlaşınca, sebze fiyatları düşüyor. Kooperatif, Hollanda ile işbirliği yapıyor. 1983 itibarıyla ileri teknik ve uzman desteği alarak yüksek kalite ve en üst verimlilikle çiçek üretiliyor. Karanfil, frezya, lilyum, gül, şebboy, gerbera, krizantem, glayöl, iris, orkide, sümbül, laleler açıyor köyde ve köylünün yüreğinde. Köy ekonomisi büyük oranda çiçekçiliğe dayalı -neredeyse- artık. Kuruluşumuzun 50. Yılını kutladık geçenlerde. "
Yönetici Meltem Salman'la geziyoruz; mis kokulu envai çeşit çiçek dolu seraları. Zeytin ağaçları arasından gidiyoruz gölete; bolca fotoğraf çekerek. Elimizde saksılar ve çiçek buketleriyle ayrılıyoruz oradan.
Köy mezarlığının önünde iniyoruz arabadan. Kapının üstündeki tabelada Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun "Yaşamak güzel şey ama... Sevdiklerinden dostlarından ayrılmak, hele onları dönüşü olmayan yere uğurlamak zor geliyor insana." sözlerini okuyunca, uğurladığım sevdiklerim geliyor aklıma. Öteliyorum duygularımı hemence.
Şimdiye değin gördüklerimden çok farklı bir mezarlık burası. Fotoğraf çekmeğe başlayınca "Cenaze ritüelimizi anlatayım sana. Sonra çekersin." diyor Fatma. Söylediklerini not almaya çalışıyorum.
"Yardımlaşma-dayanışma ruhu, cenaze törenlerinde barizleşir. Cenazesi olan aile acısına sarılır. Ona sadece özel bir isteği olup olmadığı sorulur. Bir aile yakınının koordinasyonunda tüm işi köylü yapar. Kendi doğallığında çözümlenir her şey. Kimin e(l-v)inde ne varsa getirir, olmayanlar alınır dışarıdan. Ani bir ölüm oldu; aile hazırlıksız. Yorgan - yastık yok. Hemen getirir birisi. Odun ateşinde bakır kazanda kaynatılan su, kabak maşrapayla alınarak cenaze yıkanır. Suyun tümü tüketilir. Kefen kumaşına makasla kesilmez. Ailenin önceden hazırladığı ve mutlaka yeni olan ipek yorgan ve yastık tabuta serildikten sonra kefenlenmiş cenazeye sağlığında onunla bütünleşen giysileri, örneğin yeleği, ceketi, üç eteği vb. de giydirilir ve tabuta yerleştirilir. Ölenin yaşarken sevdiği ağızlık, çakmak, baş örtüsü gibi küçük eşyaları da konur tabuta. Cenazenin yüzü açık bırakılır; uyuyormuş gibi.
Kadın-erkek bir arada namaz kılınır. Erkekler tabutu gömdükten sonra kadınlar sırayla üçer avuç toprak atar mezara. Herkes mezarlık çeşmesinde elini yıkar. Taze mezarın baş-ayak kısmına tahta konur. Başucundaki direğin uç kısmına bizim "yel bayrağı" dediğimiz içinde yeşil- mor-kırmızı renklerin de bulunduğu rengarenk ipek çaputlar asarız. Sanıyorum bayrağın renkli olması ve rüzgarda uçuşması taze mezara hayvanların gelmesini de önlüyor. Bayrağın asılı kaldığı 40 gün içinde toprak oturur. Genç bir kadın öldüğünde sal ağacına al kumaş bağlanır.
Mezarlıktan çıkıp ölü evine gideriz; "yas yeri alma"ya. Pişirilen çorba ve diğer yemekleri yer, geç vakte kadar otururuz. Akrabaları orada geceler. Aile 40 gün boyunca gün doğduktan hemen sonra ve akşam güneş batmadan hemen önce mezarı ziyaret eder. Aile üçüncü ve yedinci gün ölünün sevdiği yemekleri, mesela bebekse muhallebi-sütlaç, "hayır" yapar; teşekkür anlamında. "Hayır"a davet beklenmez. Birlikte pişirilip, yenilir. 52. gün lokma döktürülür ya da mevlüt okutulur. Yıldönümü mevlüdüne insanlar davet edilir, sadece.
Aile kendine geldiğinde töreni koordine eden yakınına öder, masrafların karşılığını. İşlemlere destek olan insanlara da isterse küçük hediyeler verir. Yel bayrağını yakınları 40. gün bir ağacın üstüne asar, asla eve getirmez. Yaptırılan mezarın taşına istenirse ölünün hayatına dair bir çeşit ağıt metni yazılır, çoğu kez ölenin ağzından. Metin yazar(ı-ları) aileden biri ya da köyde bu işin ehli insanlar olur. Tiyatrocu ise meşhur olduğu roldeki adı da mezar taşının arka yüzüne yazılır.
Mezarlık sıkça temizlenir ve yılda iki kez kireçlenir. Kireç, mikrobu-bakteriyi öldürür ama sanıyorum bir de ağarma-arınma anlamı var. Arife günleri mezarlıkta yiyecek dağıtılır. Aile yakınlarının dışında kimsesizlerin mezarı da ziyaret edilir. Çocuğu evlenecek düğün sahibi, yaşasaydı davet edeceği akraba ve tanıdıklarından kadın olanların mezar başına yemeni ya da havlu, erkeklere de bir çeşit poşu ya da havlu bağlar. "
Eğer anlatmasaydı Fatma anlayamazdım mezarlıktaki simgesel şeyleri. Mezar taşındaki metinden ölenin kimliğini değil sadece kişiliğini hatta tiyatrocu olup olmadığını anlamak mümkün. Çiçekler içinde rengarenk bir mezarlıkta öyküler okuyorsunuz farkında olmadan ve insana bu denli huzur veren bir mezarlık görmedim; bugüne dek.
Çektiğim fotoğraflara alt metin yazmaya gerek yok; gördüğünüz üzere. Huzur içinde ayrıldım oradan ama Bademler Köyü'ne mutlaka bir kez daha ama uzun süre kalmak üzere. (ŞD/EKN)
* Şadiye Dönümcü. Sosyal hizmet uzmanı.
** Başlık Aziz Nesin'in "Arkadaşım Badem Ağacı" şiirinin bir dizesi.