Yerleşik nüfusu 120, yaz nüfusu iki katı kadar olan, yaklaşık 30 haneli ve genellikle yaşlılardan oluşan bir köydü gittiğimiz köy.
Son 50 yılda nüfusu 4/5 oranında azalan, yazın hareketlenip, kışın ıssızlığa gömülen, Musa dağının eteklerinde, ilçesi Samandağ'ına 4-5 km. uzaklıkta, Suriye'ye ise göz ufku kadar yakınlıkta bir köydü gittiğimiz köy.
Batı Ermenice'sinin değişik bir lehçesinin konuşulduğu için Ermenilerle Ermenice anlaşmakta güçlük çektiği söylenen insanların yaşadığı bir köydü gittiğimiz köy.
"Ya burada kalın ya da Lübnan'a, Suriye'ye nereye isterseniz gidin" denildiği halde burada kalıp, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayı tercih edenlerin yaşadığı bir köydü gittiğimiz köy.
Musa Dağı Olayı'ndan sonra iki Fransız gemisine binenleri uğurlayıp, burada yaşam savaşı verenlerin yaşadığı bir köydü gittiğimiz köy.
Eteğinde kurulduğu dağın çevresinde 22 köyden yedisinde sadece onlar yaşarken şimdi her geçen gün azalan nüfuslarıyla, dünyanın dört bir tarafına dağılan akrabalarını, yakınlarını, sevdiklerini özellikle yaz aylarında özlemle ve misafirperverlikleriyle ağırlayanların yaşadığı bir köydü gittiğimiz köy.
Anlatılamaz güzellikte fotoğraf karelerini belleğime kazıyan bir araba yolculuğuyla mihmandarlarımız Ece ve Semiha'yla ve kızım Pınar'la sıcağın ve nemin insanı fazlasıyla bunalttığı saatlerde gittik o köye.
Yol boyu ben bildiklerimi kızıma aktardım, bilmediklerimi de mihmandarlarımız aktardı bize.
Ece "Panos Dayıyı tanımalısın mutlaka. O bir toplum lideri. Köyün vaka-i nüvis'i. Ben çok kısa süre sohbet edebildim onunla. 70-75 yaşlarında. Vakıflı Ermeni Kilisesi Korosu'nun 'muganni'si aynı zamanda. Sesi çok güzel. Nefis söylüyor Ermenice, Arapça, Türkçe şarkıları diğer koristlerle birlikte." diye anlatırken kafamda canlandırmaya çalıştım onu.
"Bir yerde okumuştum; aklımda kaldığıyla anlatayım" dedi Ece öğretmen edasıyla. "Panos Dayı bir sabah henüz güneş doğmamışken uyanıp -az sonra size göstereceğim yer olmalı- bir tepeye çıkmış. Ufka bakıp 'Panos' demiş kendine seslenerek 'Bu doğan gün henüz kimsenin değil. Tanrı bugünü sadece Ermenilere ve Türklere bağışlasa. Ermeniler ve Türkler de bu seheri sahiplense... Defterde yeni bir sayfa açsak. Elele yürüsek... Ne güzel olur değil mi?" demiş.
"Şansımız varsa görüşürüz inşallah" dedim içimden. (Yokmuş!)
"Geldik işte; kiliseye!" dedi Semiha. Daha biz arabadan inmeden, hareketlendi kilise bahçesinde ağaç altında oturan her yaşta kadından ve bir erkek çocuğundan oluşan kalabalık.
"Hoş geldinnnn" diye yanıt verdiler hep bir ağızdan "merhaba"mıza. Oturttular bizi masalarına.
Her biri tek tek hatırımızı sordu. Yaşlı bir teyzenin "Nasılsın?" sorusunu yanıtladım: "İyiyim; sizi gördüm daha iyi oldum." Gelen ikinci soru "Kaynanan nasıl?" olunca verdiğim yanıt herkesi güldürdü "Sizde önce kaynananın hatırı mı sorulur?"
"Nereden geldiniz? Köyümüzün adını nereden biliyordunuz? Güzel mi köyümüz?" minvalindeki klasik sorular peşpeşe sıralandı. Sonra biz sorduk onlara. Sorular yanıtları, her yanıt başka sorulara yol açtı. Öyle sıcaktılar ki; hemence kaynaştık tahmin edileceği üzre.
Kiliseyi gezdik, bir kadın rehber eşliğinde. Mumlar yaktık kendimiz ve sevdiklerimiz için.
Satış yapılan büfeye şöyle bir göz atıp, oturduk tekrar bizi bekleyenlerin ve adlarını sormaktan imtina ettiğim topluluğun yanına.
Topalak gürbüz ve sevimli bir oğlan çocuğu geldi yanımıza. Ona sordum adını. Çocukça çekingenliğiyle yanıt verdi: "Yuhanna Gabriyel"
"Gel bir oyun öğreteyim sana Gabriel " deyince köyün gençlerinden olan annesi girdi lafa: "Arada 'y' harfi var. Nüfus memuru ancak öyle nüfusa kaydedebiliriz dediği için Gabriel oldu Gabriyel"
Yuhanna köyün az sayıdaki çocuklarından biri. Altı yaşında. Bu yıl kreşten mezun olmuş; okula başlayacak 20 gün sonra. Ona "Biz ikimiz arkadaş olmak zorundayız. Çünkü ikimizin de ön dişleri ayrık" deyince güldü ve o an aramızda bağ kuruldu. Annesinin "Dişi ayrık olanlar yaramaz olur" demesine itiraz edip "Aaaa, bizde dişi ayrık olanlara şanslı insanlar denir" deyince kalabalıktaki tüm kadınlar "Bizde de" yanıtı verdi.
Bizde... Sizde... Biz kimiz ki? Ya da siz dediklerimiz kim? Aslında hepimiz biz değil miyiz? Bu soruya benim vereceğim yanıt belli. Bu yazıyı okuyanların da vereceği yanıt belli.
Neyse... Geçelim "biz", "siz" meselini.
Satış büfesini gezmeye giden kızım seslendi o arada: "Anne... Burada defne sabunu satılıyor. Alacaktın ya!" Kalktım yerimden. Satış görevlisi kadına "Gar yağı da var mı? " deyince "Aaa biliyorsunuz. Var tabii" deyip saçıma nasıl friksiyon yapacağımı anlattı uzun.
Neler satılmıyordu ki başka... Envai çeşit likör, şurup, reçel. Küçük pet bardaklarda ikram ettiler ürünlerinden, tadımlık. Portakal, nar, vişne, mandalina, böğürtlen, çilek, yeni dünya, şeftali, yaban mersini tamam da ful likörünü hiç duymamıştım. O güzelim rayihalı ful çiçeğinden likör ilginç geldi. Tattım elbette.
Kavanoz ve şişelere etiket yapıştıran bir başka kadına "Ne yazıyor üzerinde? Bakabilir miyim?" deyince uzattı "Vakıflı KÖYÜ Kadın Kollarının el yapımı ürünüdür" yazılı kağıdı.
"Bizim köyün derneği. Vakıflı Köyü Kalkındırma ve Dayanışma Derneği var. Biz de kadın kollarının üyesiyiz. Bu ürünleri yapıp satıyoruz, hem kendimize harçlık oluyor, hem de köyün gereksinimlerini karşılıyoruz" diye açıklama yaptı hemence.
"Ben sosyal hizmet uzmanıyım. Kadın, çocuk, özürlüler, yaşlılarla çalışırız. Kadın girişimciliğine önemlidir; sosyal hizmet uzmanları için" ön açıklamasıyla bir-iki soru yöneltince "Siz gidip, oturun masaya. İşim bitince gelip, anlatacağım size" dedi.
Anlattı. "2005'de pansiyon yapımı için kermes yaptık. O güne kadar kermes nedir, duymamışız. Bilmezdik yani. Toplandık biz kadınlar. Ne yaparız diye. Herkes gönlünden ne koparsa onu yapsın dedik. Kimi reçel, kimi şurup, kimi likör yaptı. Sabun yapanlar, gar yağı çıkaranlar, nar ekşisi yapanlar oldu. Sattık. Ama şaşırdık. Çok şaşırdık. Niye? Tam iki milyar (2 bin TL. yani) toplamışız. Biz her şeyi başarırız dedik. Başardık. Bak eskiden rakı şişelerinde satardık şurubu, reçeli. Artık şişelerimiz, kavanozlarımız var.
Düşündük neler yapabiliriz diye. Hep düşünüyoruz zaten. Ev kadınıyken, ürettiklerinden gelir elde eden kadınlar olduk.
Kadın kollarında 18 kadın var. Kurallar koyduk. Kim neyi iyi yapıyor? Kim neyi yapmak istiyor diye. Diyelim ki beş kişi mandalina şurubu yapmak istedi. Sırayla onar şişe yapsın. Birinin yaptığı satılıp bittiğinde, diğer kadının yaptıklarını satalım. Fiyatları saptadık. Para işini de kurala bağladık: Gelirin yüzde 80'i yapan kadına kalsın, yüzde 20'si de Kadın Kollarına. Kolda toplanan parayı köyün eski binalarını, taş binaları ayakta tutmak için harcıyoruz. Hedefimiz şu aşağıda gördüğün yeri onartıp, orada kafeterya gibi bir yer açmak."
En büyük masrafımız: Şeker, kavanoz ve şişe. Onları almakta zorlanıyoruz. Fabrika çıkışlı almak doğru söylüyorsunuz ama dört bin adet alacak olursak veririz dedi fabrika. Paramız yok ki bizim o kadar bir anda verebilecek. Ama bir gün olacak.
Çünkü... Biz pes etmeyiz. Sıkılmayız. Vazgeçmeyiz. Büyümek... Büyümek... Büyümek... Hedefimiz bu. Büyüyeceğiz. Biraz destek bulsak!" derken gözleri ve ses tonu kararlılığını gösteriyordu.
O anlatırken, kol üyeleri diğer kadınlar da söze giriyor, heyecanla başarılarını anlatıyordu.
"Para kazanmak nasıl bir duygu? Erkekleriniz memnun mu bu işten?" sorum güldürdü onları. Biri "Olmaz olurlar mı? Para veriyoruz ellerine!"
"Başka nereleri onaracaksınız?" dediğimde "Vakıf evlerini kiralama işlemlerimiz sürüyor, uzun zamandır. Bakalım" diye yanıtladı biri. "Kendi evlerimizi kiralıyoruz" diye ekledi bir başkası, alçak sesle.
Sohbetimizi en dikkatli izleyenlerden biri -sonra gönüllü mihmandarım olan- Yuhanna Gabriyel 'di, diğeri de grubun en yaşlısı uzun boylu, zayıf, gözlüklü, güleç yüzlü bir teyzeydi.
Oluşan samimiyetten güç alıp -daha önce Belçika'dan gelen kızı 92 yaşında olduğunu söylediği halde- sordum ona "Kaç yaşındasın? "diye. "80" deyince "Oooo, ben 63'üm sen nasıl 80 olursun?" sorumu gülerek yanıtladı: "Göz değdirirsin diye öyle söylemiştim. Şimdi beni yalancı çıkardın. 92'yim. Kalabalıktan "Pohur(***) yaparız. Göz değmez sana." sesleri yükselince gülüştük.
Yaşını gerçekten göstermiyordu Araksi Teyze. Altı çocuk doğurmuş; üç kız, üç oğlan. 13 torunu, dokuz torun çocuğu sahibiydi. Köyde kızıyla yaşıyordu.
Sordum "Yaşlılık nasıl bir şey?" Yanıtladı: "Çok zor. Yaşlılık baş belası bir şey... Gözlerin görmüyor, ellerin titriyor, ayakların yürümüyor... Hayat mı bu?"
Sordum "Mutluluk nasıl bir şey?" Ayağa kalkıp, ellerini havaya kaldırarak oynarken yanıtladı: "Mutluluk ne? Hop hop olacaksın. Mutluysan birine sarılacaksın," deyip ellerini boynuma dolayıp, sarıldı bana. Öptük birbirimizi. "Anahtarıdır hayatın mutluluk" diye fısıldadı kulağıma.
Kahvelerimiz geldi o ara. Lübnanlı konuklarla birlikte pet bardaklarımızı kaldırdık havaya. "Kardeşliğe" dedik "genatcın(****) diyerek içtik kahvelerimizi, fallar kapattık.
Araksi Teyze "Acı kahvemizi tatlı yaptın" dedi bana. "Mutluyuz işte. Bak kahvemiz tatlandı işte" dedi bana.
İçli köfte ve dolmayı çok güzel yaparmış. "Gel eve gidelim yapayım sana" dedi.
Semiha fal baktı ona: "Uzaktan bir haber alacaksın. Çok istediğin bir şey düzene girecek. Birinden bir şey isteyeceksin. Fil çıkmış. Aileyi ilgilendiren bir haber alacaksın. Aydınlık bir yükselme var" deyince heyecanlanıp ayağa kalktı "Hallah hallah daha ne kadar zaman beklicem. 92 yaşındayım. Daha ne kadar beklicemmmm" diye sordu biraz yükselttiği sesiyle. Aldığı "Biraz zaman var" yanıtı burdu onu.
Sohbetimiz sürerken iki pembe gül uzattı bir el Semiha ile ikimize "Keyfiniz artsın " mealinde bir cümle eşliğinde. Teşekkür edip, elini öptüm. Yamacıma oturdu. Mercimek iriliğindeki gözleriyle izledi bizi, lafa pek karışmadan. Yüzünde bir perde vardı sanki. Yaprakların arasından sızan güneş zeytin yeşili elbisesinden renk alıp, kırçıllı beyaz saçlarına vuruyordu.
'Vard' dı adı. "Silvard ama kısaca Vard derler. Gül anlamında yani. Arapça 'verde'den gelir. Soyadım Manco. Yaşım 80. Oğlumla gelinimle oturuyorum. Bir de torunum var; dünya tatlısı. Eşim öldü; dört ay önce. Yattı dört yıl, yatağında. Baktım ona. Hep yanımda oturmamı istedi. Kendisi dışında kimseyle, başka hiç bir şeyle ilgilenmemi isterdi." derken gözleri kırağılanmıştı.
"Torunumu görmelisin. 13 yaşında. Orta sonda. Oğlan. Torun çok seviliyor bilesin. Geçende bana 'Yaya, niye ben seni çok çok çok seviyorum' deyince 'Oğlum ben de seni çok çok çok seviyorum" dedim. Gitti. Az sonra gelip yine 'Yaya, niye ben seni çok çok çok seviyorum' deyince aynı yanıtı verdim: 'Oğlum ben de seni çok çok çok seviyorum" dedim."
Sustu sonra. Aklı karıştı diyelim ya da bu diyalog sadece torunuyla arasında kalmasını istedi. Kalabalıktan birinin "unuttu herhal gerisini" demesinin onu tedirgin ettiğini fark edince "Vard Teyze... Birlikte defne yaprağı toplayalım mı?" önerimi ikiletmedi.
Ece'yle birlikte üçümüz kolkola yürümeğe başlarken dua etmeye başladı inci inci. Sonra da çevirdi Türkçeye... "Sana geliyorum hayır baba... daha bir işe başlamadan... dilerim... bana senden güç gelir... her şeyi yapabilirim... bana güç ver öğreneyim derslerimi."
Birlikte koca bir torba defne topladık. En güzel yaprakları toplamak için yoğun çaba harcadı, yüksekte kalan dallardan. "Yıka. Temiz bir örtüye serip, kurut. Et-tavuk yemeklerine koy. Defnesiz balık yenmez" dedi.
Köyü gezdirdi bana. Mezarlığa götürdü bizi. Kocasının mezarının önünde fotoğraflar çektik. Köyün deniz görülebilen yerine götürdü; manzarayı görmem için. Uzaktan evini gösterdi. Israrla evine davet etti; kahve-şurup ikram etmek, gelini ve torunuyla tanıştırmak için. "Başka sefere" dedik. Gideceğimiz Hıdır Beyli ve Batıayaz köylerine ilişkin bilgiler verdi.
Bizi bekleyenlerin yanına döndüğümüzde telefonumdaki nazar boncuklarını ipe dizip Araksi Teyze ve Vard Teyzeye bilezik yapıp, hediye ettim.
Panos Dayı'yla tanışmak nasip olmadı; 'inşaallah bir başka sefere' dedik hep birlikte.
Kızım nar ekşisi yapmayı, reçel yapmanın inceliklerini, gar yağının nasıl çıkarıldığını öğrendi o gün. Bir gün kendi bahçesinden toplayacağı ürünlerle onları üretmeyi hayal ederek.,
Yaklaşık üç saatimizi geçirdiğimiz köyden ayrılmak istemedik hiç. Tek bir çöpe bile rastlanamayacak kadar temiz olan bu köyün anlamı da, havası ve suyu da insanları kadar güzeldi çünkü.
"Seneye 'Meryem Ana Yortu'suna bekleriz. Ama ondan önce de gelin. Hep gelin" dediler genci yaşlısı, bizi uğurlarken.
"Dünya küçük elbet bir gün..." dedim elimde sabunlar, gar yağı şişesi, kavanozlar, defne yaprağı dolu torbayla, arabaya doğru giderken.
Ve biliyordum ki Vard Teyze dua ediyordu ardımdan "Her şeyi yapabilmem için bana güç versin" diye.
Ben de Panos Dayı'nın duasını güçlendirmek adına dua ediyordum içimden: "Sehere sahip çıksak... Yeni bir sayfa açsak... Bugünkü gibi el ele, diz dize kahkaha atsak". ŞD/EÖ
*Şadiye Dönümcü. Sosyal hizmet uzmanı.
**Solist
***nazar çıksın diye yakılan yedi çeşit bitki karışımı. (Tütsü).
**** Şerefe.
***** Nene.
****** Oral (Çalışlar) Ağabey'e özel not: "Sana selam getirmişem, Vakıflı Köyünden. Sana selam söyledi; Vakıflı Köyü Kadın Kolları'nın üretken ve inançlı kadınları. Üzerimde kalmasın. "
_________________________________________________________________________
Düzeltme (14 Aralık 2010): Yazıda Vakıflı'nın "Ermenistan dışında dünyadaki tek etnik Ermeni köyü" olduğu yolundaki ibare ve "Hatay-Samandağ Vakıflı Köyü Kalkındırma ve Dayanışma Derneği Kadın Kolları"yla ilgili açıklamalar yanlış bilgi içerdiği için çıkarıldı.
Misak Hergel'in yazı üzerine bianet'e gönderdiği açıklamaya göre:
"Nüfusunun tamamına yakını Ermeni olan Dağlık Karabağ'ın, Ermenistan'a bağlı bir yer olarak görülmesi/kabul edilmesi halinde bile, dünyada sayılamayacak kadar çok sayıda Ermeni köyü vardır. Hiçbir araştırma yapmadan, sadece bildiklerime dayanarak örnek verecek olursam, bu konuda şunları söyleyebilirim: Yazınızda da değindiğiniz, 1939 göçünde Musa Dağı köylerini terkedenler, Lübnan'ın başkenti Beyrut'a bağlı olan Ayncar adlı büyük bir köy kurmuşlar ve o tarihten beri de orada yaşamaktadırlar. Üstelik Vakıflı Köylülerin neredeyse hepsinin akrabaları da vardır Ayncar'da. Ayrıca, Türkiye'yle sınır komşusu olan Suriye'nin, Hatay'ın Yayladağı İlçesi'ne çok yakın bölgelerinde; kendisi de büyük bir Ermeni köyü (kasaba) olan Kesab çevresinde, nüfusunun büyük çoğunluğu Ermeni olan ona yakın Ermeni köyü vardır. Bunlar dışında Gürcüstan sınırları içinde yer alan Cavakh, ya da diğer adıyla Cevaheti ve diğer bölgelerinde sayısını bilemedigim kadar çok sayıda (belki de yüzlerce)"Ermeni köyü" bulunmaktadır. (...) Arkadaşlarımla birlikte kurucusu ve halen de yönetim kurulu başkanı olduğum Vakıflı Köyü Kalkındırma ve Dayanışma Derneği'nin merkezi İstanbul'dadır ve ağırlıklı olarak İstanbul'daki hemşerilerimize sosyal hizmet vermektedir. Köyümüzde satılan ev yapımı ürünlerin derneğimizle ya da derneğimizin kadın kollarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Burada bahsedilen "Kadın Kolları", Vakıflı Köyü Muhtarlığı dahilinde oluşturulmuş bir örgütlenmedir ve derneğimizle direkt ilişkili değildir."
Bunlara rağmen, "Ermenistan dışında, dünyadaki tek Ermeni köyü" klişesi, ne yazık ki kullanılagelmektedir halen. Sözümün kesinlikle size söylenmediğinin altını çizerek; bunun altında, dışarıya karşı, "Bakın, görün biz ne hoşgörülü bir milletiz/ülkeyiz/devletiz" düşüncesi yatıyor olabilir mi acaba, diye düşünmekten kendini alamıyor insan, ister istemez.