Yerimizden, toprağımızdan olduk. Suçlu kim? Yalancı bunlar, bol keseden atıp duruyorlar.
"Bunlar ana sütü emmemiş lo!" diyen bir erkek sesi. O öfkeli ses merak uyandırmıştı gazetecide. Yaklaştı dut ağacının gölgesindeki erkek topluluğuna.
Kimileri oturuyor, kimileri de ayakta sigaralarını dumanlıyordu. "Bu yaşıma kadar doğru konuşan bir devlet adamı görmedim, wallahi, billahi lo" diyen genç adam, elleri ve kollarının yardımıyla konuşmasını sürdürüyordu.
Gazeteci, söylenenleri daha iyi anlamak için sokuldu guruba. Genç adam ilk kez gazeteciyi fark etti. Bir an duraksadıktan sonra, "Siz gazetecisiniz, değil mi? Size tavsiyem..."
Gözyaşlarınız tükenir
"Aramızda en çok acı çeken biri aha odur orada, gidin size anlatsın bildiklerini" diyerek yön gösterdi eliyle. Sonra devam etti:
"Şimdiden diyeyim, gözyaşlarınız tükenir, yüreğiniz parçalanır. Sonra demedi demeyin" dedi.
Genç adam, parmaklarının arasındaki sigaranın dumanını derin derin içine çekti ve yan tarafında korkusuzca dikilen gazeteciye
baktı.
Gazeteci genç kadın, uzun boylu ve saçları ağarmaya başlayan bu genç adamın anlatmak istediklerini önemli ve enteresan bulmuştu. Kalabalığa bir göz attı ve sonra genç adama dönerek, "Ben seve seve dinlerim. Anneniz mi?" diye sordu.
Genç adam, "Babaannem" dedi ve az ileride oturan yaşlı kadına doğru, konuşa konuşa yürüdüler.
Genç kadın sırtında taşıdığı çantasını yere indirdi. Hemen içini yokladı. Küçük ve yaprakları yıpranmış bir not defteri ve kalem çıkardı.
Yaşlı kadın, küçük bir bebek gibi, mor bir battaniyeye sarınmış ve iskemlenin üstünde oturuyordu; oysa eylül ayının sıcaklığı
terletiyordu.
Gazetecinin üzerindeki ıslak bluz sırtına yapışmıştı. At kuyruğu yaptığı kumral kıvırcık saçlarının dipleri de nemliydi. Ağır ağır hareket ediyordu. Sanki, olası olumsuz bir tepki karşısında, zaman kazanmak istiyordu. Etrafına yine bir göz attı.
Uyuklar vaziyette ve çok yorgun görünen bu yaşlı kadından ne öğrenebileceğinin merağına kapıldı.
Nereden başlanacak?
Bu mekana üçüncü kez geliyordu gazeteci. Haber toplamaya çalıştığı bu sürecin yönünü tayin eden, içinde bulunduğu ortam ve karşılaştığı insanlardı.
Otantik ortamları ve sürprizleri öğretici bulduğu halde, tedirgindi. Nereden başlayacağını pek kestiremiyordu. Binlerce insan, köklerinden, evlerinden ve köylerinden zorla göçe zorlanmıştı.
Hak etmedikleri yaşama sürüklenmişlerdi. Halk arasında bu mekana, "Sürgün" deniyordu. Bu hazin coğrafyada, Sürgünde sürgün yaşayan, ayakta kalmaya çabalayan, terk edilmiş bu halkı görmek, anlamak ve hikayelerini belgelemek amacındaydı.
Kimileri yine ona, "Aman ta oralara yalnız gitme, sakıncalı olur, sen ne yapabilirsin ki" vs dedilerse de, vazgeçiremediler onu bu görevden.
"Ben yapmasam, sen yapmasan, nasıl çıkar gerçekler ortaya?" demişti onlara.
Gazetecinin çantası dolu ve ağır görünüyordu. İçindekileri merak genç adam, yıllar önce bitirdigi üniversite eğitiminin sonunda iş bulamamış, yalnız kalan babaannesine uzatmıştı elini. Şimdi aynı kaderi paylaşıyorlardı.
"Ninenin adı ne?" diye sordu gazeteci. Bu soru karşısında biraz şaşıran genç adam "Awa" dedi. Genç adam ellerini kot pantolonun ceplerine koydu ve gazetecinin her bir hareketini incelemeye koyuldu.
Potansiyel "teröristler"
"Yalnız rica edeyim, video çekilmesin. Zaten bizi potansiyel terörist sanıyorlar..." derken ironiyle güldü. Gazeteci, "Tamam, nasıl isterseniz."
"Fotoğraf çekebilir miyim? Yüzünüzü göstermeyiniz isterseniz" dedi. Başını ileri geri sallayarak onayladı, genç adam.
Gazeteci yaşlı kadının karşısına geçerek iskemleye oturdu. "Merhaba nine" dedi. Genç adam da onun sol tarafında, bacaklarından birini altına alarak çömeldi yere.
Yaşlı kadının elini ivedilikle tuttu. "Nenoş, bu arkadaş uzaktan geliyor, gazetede yazıyor. Qonuşmak istisen?" Gazeteci, nine iyi duymuyor galiba, diye geçirdi içinden. "He, yavrum" dedi yaşlı kadın. Sesi zar zor çıkıyordu.
Önünde oturan gazeteciyi başından sandaletlerine kadar inceledi derinlere çökmüş kederli ve yorgun gözleriyle. En son defter ve kalemde sabit kaldı gözleri.
Yaşlı kadının sesi kısık ve güçsüzdü; başı da durduk yere titriyordu. Kendi anneannesini düşündü genç kadın. Onun da hem başı hem de elleri titrerdi. Genç adam bir eliyle yaşlı kadının elini hafif hafif ovarken, diğer eli de yelpaze gibi havada sinekleri kovuyordu.
Nine duyduğu güvenden olsa gerek, derin ve sesli bir iç çekti. "Nasılsın nine?" dedi gazeteci. Nine önüne eğdi başını ve tespihli elini yakasına götürdü. Tuttu öylece.
Yanlara doğru sallanarak "Budur, nefes aliyem qızım" dedi. Biraz düşündükten sonra, "Sen kimlerdensin yawrum?" dedi.
Gazeteci, yanında oturan genç adamın reaksiyonunu anlamak için, baktı ona doğru. "Ben yabancısıyım buranın, buralı değilim nine" dedi gülümseyerek. Tane tane ve yüksek bir sesle konuşarak güven vermeye çalışıyordu.
Nine gözlerine bakıyordu gazetecinin. Onun biri yeşil, biri de kahverengi gözleri dikkatini çekmişti. Gazeteci, "Nineciğim, benim adım Diren. Sana birkaç soru sormak istiyorum izin verirsen" dedi.
"Sor, ne sorisen sor!"
Nine yine bir iç çekti, homurdandı ve yanındaki genç adama çevirdi yüzünü. "Ne isti sormaq, hiç yoğ halim!" dedi. Genç adam tuttuğu eli bırakmadan "Yok yok nenoş! İstemisen konuşma, o da gider. İstisen?"
Yaşlı kadın sanki konuşmaması halinde onları kıracakmış duygusuna kapılmıştı bu kez. Boş kalan elini ağzına götürdü, dukakları ve çenesinde gezdirdi.
Düşündügü belliydi. Tedirgin miydi? Yüzünü genç kadına çevirdi yine; sonra genç adama baktı inceler gibi. Hafif eğilerek genç adama bir şey fısıldadı.
Gazeteci ayağa kalktı. Genç adam da kalktı yerinden. Bir bacağı uyuşmuştu bile. "Gücüm yok, yatacam diyor" dedi genç adam.
Telaşlandı gazeteci. Genç adama baktı yardım ister gibi. Genç adam, "Malumun, bu şartlarda..."
Sesi umutsuz ve düşüktü. Gazeteci eğildi ve ninenin dizine koydu elini. "Kusura bakma nine, seni rahatsız ettim. Yordum mu seni?" Nine sanki güç almış gibi doğrulttu sırtını; başını kaldırdı gögsünden ve dik dik gazetecinin gözlerine baktı.
"Yavrum, o nasıl söz!" Biraz nefeslendi. "Yormadın, walla yormadın. De sor, ne sorisen sor!"
Yaşlı kadından gelen bu davet, gazeteciyi sevinçten heyecanlandırdı. Genç kadın kocaman bir tebessümle "Nineciğim çok sağol. Biz şöyle yapalım istersen. Ben sormayayım. Sen anlat ha! Ne anlatmak istersin bana?"
Nine başındaki şalın ucunu omuzunun üstüne attı. Yuvarlak ve yumuşak yüzü ortaya çıktı. Avurtları çökmüştü. "Qızim, mert insan mi qaldi. Bizi düşünen mi var... Bu zulum niye? Böyle el alemin eline, avucuna muhtaç... Yersiz yurtsuz... Yıqtiler evimizi, yaqtiler... Qalmadi bişe. Sürdiler bizi... Görisen halimizi? Ben daha ne diyem..."
Ağır ağır konuşurken, başındaki titremeleri artmıştı sanki. Nine bir yandan konuşuyor, bir yandan da sağ elindeki kırmızı tespihi usul usul parmaklıyordu.
Sanki bir ağrısı varmış gibi, arada bir sırtını dikleştiriyordu, ama sırtı yine geri çöküyordu. Genç kadın, ninenin buruş buruş olan beyaz tenini, yüzünün ölçüsüne büyük gelen gözlüklerin arkasında çökmüş olan bal rengi gözlerini ve konuşurken oynayan dolgun dudaklarını sevecenlik ve hayranlıkla inceliyordu.
Büyülenmişti. Onun yumuşak ve hüzün dolu sesi duygulandırmıştı genç kadını.
"Yavrum, sen... Buralara kadar... korkmisen?" Bu beklenmedik tepki genç kadını hem sevindirmiş hem de şaşırtmıştı. Şimdi sesi daha canlıydı ninenin ve onda, bir rahatlık sezinledi gazeteci. Genç adam bile dans eder gibi hareketlenmişti.
"Yaz bunlari qızim, yaz"
"Canını tehlikeye atisen, yawrum. Ne diyeyim. Gördügün gibi... burada haywan bile yaşamaz. Yaz bunlari qızim, yaz. Bilmilerse bilsinler. Bize savaş açanların yüzi qızarsın. Yaz..." Nine derin bir ah çekti. Sustu. Başını önüne eğdi yine.
Gazeteci söylenenleri not etti. Etrafına bir göz attı. İleride bağırarak koşuşturan çocuklara takıldı gözleri. Tozdan sadece gri siluetlerini görüyordu onların. Sonra yaşlı kadına döndü:
"Nine, fotoğrafını çekebilir miyim?" Yaşlı kadın gazetecinin elindeki kameraya baktı uzun uzun. Düşünüyordu. "De hade çek!" dedi ve başındaki şalı yokladı eliyle; her şey yerli yerindeydi.
Gazateci, değişik açılardan birkaç fotoğraf çekti. Genç adama "Bir iki tanede de siz alır mısınız" dedi. Genç kadın, geçip yaşlı kadının yanına sokuldu.
"Birlikte bir fotoğrafımız olsun mu nine?", diye sordu. "He qızim, niye olmasın" derken, meraklı gözlerle olup bitenleri takibe aldı yaşlı kadın.
İki kadın da, kameranın objektifine böylece kaydedildi. Bu arada nine, oturduğu yerde canlanmıştı. Yine karşısında oturan genç kadına, "Qızım seni çoq sevdim walla... Evlisen" diye sordu. Gazeteci irkilir gibi oldu. Gülümseyerek "Hayır nine" diye cevap verdi.
Nedense nine neşelenmişti. Elini uzattı ve tuttu genç kadının elini. Sıkı sıkı tuttu o eli. Gözleri ışıl ışıl olmuştu gözlüklerin arkasında. Dolgun dudakları da gerilmişti. "Qızim gel benim gelinim ol, ha!" dedi.
Nine, dikleşmiş boynuyla yan tarafında dikilen ve sigara içen genç adama baktı. "Bu benim evimin diregidir. İyi bir ewlattır. Ondan başka kimsem qalmadi, o da bekardır. He... gel seni ona alayım" dedi.
Gazetecinin yüzü pembe bir tona büründü. Alnını tutarak kocaman bir kahkaha attı. Genç adam bir iki adım uzaklaştı. Babaannesinin bu girişimine kıs kıs gülüyordu.
Hani hoşuna gitmedi de değildi. Yaşlı kadın, bambaşka bir nine oluvermişti.
"Beni beğendiğin için sağol ninecigim" dedi genç kadın, başını önüne eğerek. Ağlamakla gülmek arasında gidip geldi. Derin bir iç çekti. Eliyle uçuşan saç tellerini kulağının arkasına iterken, "Düşünmem lazım" dedi.
Bu cevap nineyi daha da umutlandırdı. Genç adam yüzündeki tebessümle geri geldi ve nenoşunun omuzuna koydu elini ve hafif okşadı onu.
Genç adam da daha sıcak bakmaya başlamıştı genç kadına. Bunu hisseden gazeteci rahatsızlık duydu. Kalktı yerinden: "Nineciğim, sen şimdi biraz dinlen istersen... Ben sonra yine uğramaya çalışırım, olur mu?"
Yaşlı kadın tespihli elini uzattı gazeteciye, gözleri buğulamıştı. Gazeteci eğildi ve uzanan eli tuttu. "Qızim, qurban..., oğlimi... " Boğazındaki düğümden gerisi gelmedi cümlenin.
Yutkundu. "Onun kimsesi qalmadi. Benim sayılı günlerim, anlisen? Gözüm arkada... he mi?" Gazeteci, iki eliyle sıktı yaşlı kadının elini. "Merak etme nine, bu zor günler geçecek. Üzme kendini" diyebildi.
Uzanan o sıcak ve yumuşak eli yavaş yavaş bıraktı genç kadın. Doğruldu. Bluzunu çekiştirdi kalçalarına doğru. Rüzgardan dağılan kıvırcık saçları havada uçuşuyordu. Geriye adım attı.
"Kendine iyi bak olur mu nine" derken boğazındaki düğüm giderek büyüyordu. İşlevini çoktan yitiren defteri ve kalemi yerdeki sırt çantasının ön cebine yerleştirdi. Ikınarak kaldırdı çantayı ve sırtına oturttu.
Genç adam babaannesiyle konuşuyordu o ara. Gazeteci bir iki adım uzaklaştı, ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Arkasını döndü onlara ve kalakaldı öylece:
Otuz üç kursun sıkıldı, kanıyoruz
Ne gören var, ne de duyan
Karanlık kokuyor kefenimiz
Otlar, ağaçlar yanıyor
Toprak inliyor anaların ağıtlarında
Sen tanıksın, yaralı Mezopotamya
Zulüm dilsiz
Yakasında asılı ellerimiz
Oradan ayrılırken adımları ağırlaşmıştı genç kadının. Sanki, karanlık bir kefene bürünmüştü bedeni. Kederle yüklü yüreğiyle dar ve ıslak sokakta ilerledi genç adamla. Çocukların sesleri çınlıyordu sokakta. Kelimeler tükenmişti...
20/10-1996
(HK/PT)