Umut, en büyük talihtir. Çin atasözü
Umut, iyimserliğe olduğu kadar yaşamaya da içkin. Peki umudun bu içkinlikleri nereden gelir? Felsefi iletişim açısından bakalım umuda, her birimizin ihtiyaç duyduğu, onsuz olamadığımız kavrama. Umut kavramını umut etmek, umutlu olmak, umudunu kaybetmemek, umudu kırılmak deyimleri ile birlikte soruşturalım. Muradımız, yaşadığımız anlam evrenini oluşturan öğeleri belirginleştirip aralarında varsayılan ilişkileri, olanakları, sorunları kavram temizliği yaparak güvenli bir iletişim, anlama / anlaşılma zemini yaratmak. Böylelikle de anlam sağlığımızı iyileştirerek, Aristotelesçe söylersek insanın işi olan “mutlu olma”ya giden yolu açmak. Hanemizi göreli anlamda güvenli hale getirmek. Yaşamımızda karşı karşıya geldiğimiz olaylara ya da durumlara karşı sergileyeceğimiz duruşlarımızın bilgi temelli ve tutarlı bir bütünlük taşımasını sağlamak.
Çinlilerin bir sözüyle başladık: Umut, en büyük talihtir. Umut, kalbimizi ısıtır, içimizi ferahlatır, çevremizi kara bulutlar bile sarsa görüşümüzü keskinleştirir. Ağır, olumsuz koşulların her biri sisin yoğunlaşmasına neden olsa da o umut dediğimiz cansuyu, bize hayat verir, hayat olur: kaybolmamızı engeller. Çıkışı bulur. Nihayet yeniden nefes almaya başlarız.
Umut; um- dilemek, ummak eyleminden türer. Farsçaya da buradan geçtiğini iddia edenler vardır. Umut, aynı zamanda yaşama bağlılığımızı ve şüphesiz kendimize olan güvenimizi ayakta tutan kaslarımızdır. Mutlu, kutlu ile mutluluk da um- kökünden türeyen umutlunun dönüşmesidir. Sözcüğün Türkçedeki yolculuğunu takip edersek mutlu olmanın önkoşulunun ummak, dilemek olduğuna ulaşırız.
Neyi umabilirim? sorusu, insanın, insan olmaklığına rengini verir. İşte bu soru, Delphi tapınağının girişindeki sözü yeniden anımsatır: Gnothi seauton! Yani “Kendini bil!” Her ne kadar bilmek eylemi ile karşılansa da bu söz, kişinin kendini tanımasının imler. Türkçede tanımak, bilmeye içkindir ama tersi değil, o nedenle tanımak, bilmeyi de içine alır ama ondan ötedir. Birini, diyelim ki sokağımızda oturan marangozu hem bilir hem tanırız ama Sinoplu Diyojen’i biliriz ama tanımayız. O nedenle de bilmek ile iyi bilmek, tanımakla yakından tanımak deyimleri kullanılır.
Neyi umabilirim? sorusu, kişinin kendini tanımasından geçer. Kendimizi tanımak, umut edeceğimiz her ne ise, kimi zaman bir iş, kimi zaman bir sevgili, ev, seyahat, kıyafet, dost vb. O şeyin geniş anlamda anlam dünyamızdaki izdüşümlerini görmek anlamına gelir. Diyelim ki bir yuvamızın olmasını diliyoruz. Yuvayı umut ediyoruz, tıpkı bir dilek tut dendiğinde yaptığımız gibi.
İlişkilerimizde -kendimizle, dünyayla, yaşamla olan ilişkimiz de dahil- ancak iletişimimizin kurucu öğeleri olan kavramların açık ve seçik olmasıyla özgürce dans edebilir, su gibi akıp gidebiliriz. Felsefi iletişim için bu akışın yatağı denebilir.
Felsefi iletişime göre her kavramın anlamı duygu, deneyim, inanç ve bilgi adını verdiğimiz dört temel taşıyıcı ayağın kompozisyonundan oluşur. Buna göre yuva kavramının duygu dünyamızda hangi içeriklerle temsil edildiğine odaklanarak başlayabiliriz. Ardından, yuvaya dair ne gibi deneyimlerimiz var? Hangi yuvalarda neler hissettik, hangi yuvalarda neler gördük, bu deneyimler bilincimizde ne gibi izler bıraktı? Yuva kavramına dair inancımız ne? Neye inanıyoruz? Son olarak da yuvaya dair neler biliyoruz? Bu bilgilerin kaynağı, bilgisel değeri ne? Peki bedenimizdeki duyguların öznesi kim? Yuvaya dair duygular bize mi ait yoksa bir başkasının yuvayı yaşadığı duyguları mı giyinmişiz farkında olmadan? Peki bunu anlamak olanaklı mı? Deneyimin öznesi biz miyiz, bize anlatılan, izlediğimiz, tanık olduğumuz bir kişi dolayımıyla anlam dünyamızda mal ettiğimiz bir deneyim mi? Bu izlek(ler) inanç ve bilgi için de geçerlidir.
Neyin öznesi biziz, neyin değiliz, bunları ayırmak hiç kuşkusuz kolay değildir. Her birinin öznesinin biz olmayabileceğimizi bilmenin, bir şeyi umarken, o şeyle ilişkilenmemizde bizi özgürleştirici işlevi olabilir. Bunun yanında “biz” dediğimiz “özne”nin katışıksız bir varlık olmadığının ayırdına varmak da bir başka türden bilinç varlığı olmamızı sağlar -ki bütünün içinde bütünden hem pay alan hem de o bütünü bütünleyen bir varlık olmaya götürür bizi; bu da kendimizi bütün olandan ayırmamamıza ya da ayıramamamıza taşır.
Şöyle ki, insanın birbirinin türevi yedi ayrı belleği vardır; bunlar sırasıyla: ilki, 4.5 milyar yaşındaki gezegenimizde 1.3 milyar yıl önce suda beliren ilk tek hücreli yaşam; ikincisi; 300 milyon yaşındaki kompleks canlılar; üçüncüsü, 7 milyon yaşındaki insanın türsel ataları; dördüncüsü, homo sapiens sapiens yani düşündüğünü düşünen insana dönüşen atalarımız; beşincisi, yerleşik hayatla başlayan sürümümüz; altıncısı, atalarımızın kuşaklar boyunca genelinde kültür özelinde eğitim kurumu dolayımıyla yeni kuşaklara aktardıkları deneyimler; yedincisi, bir kişi olarak bizim anlam dünyamız. İnsan, herhangi bir şeyi arzuladığında, umduğunda, istediğinde ya da ondan korktuğunda, kaçındığında birbirinin türevi denebilecek bu yedi bellek, eşanlı iş başındadır. Tepkimizin kaynağı olarak “şu” demek, indirgemeci mantık nedeniyle sorunludur. İnsan, bir bakıma bunların sentezidir. Tepkilerimizde belli bir belleğimizin başat olduğu söylenebilse de bu asla ölçülemez. Bu ölçülemezliğin ya da belirlenemezliğin, insanın gerçekte kim olduğu üzerinde asla dağılmayacak koyu bir sis bulutu olduğu da söylenebilir; ki bu da insana dair sonsuz anlama ihtiyacının temelidir.
Şu halde, insanın kendini tanıması; ‘kişisel’ dediği belleğinin birbirinin türevi olan yedi belleğin/in bir araya gelmesiyle oluştuğunu anlamak; umduğu ya da dilediği bir şeyin anlam dünyasındaki duygu-deneyim-inanç-bilgi izdüşümlerine odaklanmak; bunlar arasındaki örüntüleri görmeye çalışmakla olanaklı olduğu söylenebilir. Bu örüntü, uman öznenin kim olduğuna da ışık tutar.
İnsan, ancak, umarak, umut ederek kendini tanıyabilir; kendini tanıyarak da mutlu olabilir. O nedenle umut etmek mutluluktur, mutluluksa insanın kendini tanımasıdır denebilir. Bunlar, birbirine indirgenemeyen, birbirini birlikte var eden kavramlardır. Bu nedenle insan, diyalektik sarmalın filizi olan bir öznedir.
Umut, canlı olduğumuzun en büyük kanıtı. İçinde yaşadığımız ve ayrılamaz bir parçası olduğumuz evrene, çevreye, topluma güven. Bu güvenin kaynağında dünyada yalnız olmadığının, bir dünyayla, yaşamla çevrelenmiş olduğunun bilinci yatar. Umut, gerçekçilik; bağlamımızdan, verili olanaklar evrenimizden hayat üretmek.
Ummak, arzulamak. Arzulamak, canlılığa içkin. O nedenle umut, canlılığı/mızı imler. Ve canlılığımız, kültüre de içkin. Ama ondan azade değil. Bu nedenle umut, dilimizle ördüğümüz anlam evrenimizdeki tutamaçlarımızdan biri.
Umut, 1.3. milyar yaşındaki yaşamı(mızı)n ayrıkotunda cisimleşmesi. Ayrıkotunda somutlaşan yaşam/a iradesi. İşte bu irade, iyimserliğin kendisi. Umut, canlılığı iliklerine değin her bir hücresinde hissetmek. İşte bu nedenle de en büyük talih, umut. Umuda övgü…
Büyük İnsanlık şiirinde “ama umudu var büyük insanlığın / umutsuz yaşanmıyor.” diyen Nazım Hikmet’e övgü…
BÜYÜK İNSANLIK
Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
tirende üçüncü mevki
şosede yayan
büyük insanlık.
Büyük insanlık sekizinde işe gider
yirmisinde evlenir
kırkında ölür
büyük insanlık.
Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
pirinç de öyle
şeker de öyle
kumaş da öyle
kitap da öyle
büyük insanlıktan başka herkese yeter.
Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor.
7 Ekim, Taşkent, 1958
(MVB/AS)