Uzun zamandır hiçbir şeye yetişememe duygusu ve bu duygunun getirdiği işe yaramazlık ile yüzleşiyorum. Bu hissin bireysel bir sorun olmaktan çıkıp toplumsal bir olguya dönüştüğünü fark ettikçe içinde nefes alamadığımız bir iklimin varlığıyla karşılaşıyorum. Bu iklim zincirlenmiş insanların, dünyayı seyreden ve iradesi hiçleşen özneciklere dönüştüren ideolojisini barındırıyor.
Bu karşılaşma, bir yandan karamsarlığı besleyerek itaati tetikliyor; diğer yandan, mücadele etmek için hırslandırıyor. Ancak bu hırs, kendi küpünü çatlattığı gibi bana da zarar veriyor. Keskin sirke küpüne zarardır derler ya, işte öyle bir döngünün içinde debeleniyorum.
Peki, bu iklimde özneleşmek nasıl olanaklı olabilir? Mazinin kavramlarıyla şimdiyi anlamlandırmak, çıkmaz bir sokak gibi. Eskiden, endüstri devrimi hayatı hızlandırmadan önce, insanlar yüzlerce sene aynı olgular çevresinde yaşayabiliyordu. Oysa şimdi ruhumuz da zihnimiz de bir yay gibi gerilmiş durumda.
19. yüzyılın buharlı makineyle şekillenmiş katı ve hiyerarşik yapıları, bugünün dijital ve akışkan toplumunda köhne bir anıdan öteye gitmiyor.
Oysa geleceği hayal etmek, eski ayakkabıları atıp yalın ayak yeni yolları arşınlamaya cesaret etmek demek. Peki, bu yeni yolların taşlarını kim döşeyecek? Yanıt basit ama derin: Hayal gücünü özgür bırakmış bireyler ve otonom kurumlar. Bu noktada, özellikle çocukların hayal gücü, kolektif geleceğin dışavurumunda öncü olabilir. Hayal gücü, eski kurumsal yapıların şekilsiz kalıplarını kırabilir. Bugünün çocukları, yarının yenilikçi mimarı olacaksa onlara sınırları öğreten değil, bu sınırları aşan bir vizyon sunacak anlayışları geliştirmek sorumluluğumuz.
Dijital dünya, eski düzenin damarlarında henüz tanımlanamamış bir başka varlıkmışçasına akan bir tür kan gibi. Bu yeni düzende eski kurumsal yapılar, birçok alanda tıkanıklıklara yol açıyor.
Kamu politikalarından eğitime, siyasetten çevresel sorunlara kadar pek çok sorundaeski modellerin ölçüsü dijital çağı ölçüp tanımlayıp kategorize etmeye yetmiyor.
Şu bir gerçek ki, iş süreçlerinin hızla dijitalleştiği bu yeni dünya, bireysel deneyimlerden toplumsal olgulara kadar hayatımızı yeniden şekillendiriyor. Uzun zamandır hissedilen “hiçbir şeye yetişememe” duygusu, bireysel bir kaygı olmaktan çıkıp toplumsal bir olguya dönüştü. Her şeyin hızla tüketildiği, bilgi akışının çığ gibi üzerimize boca edildiği bu iklimde, anlamı yakalamak giderek zorlaşıyor.
O halde ‘anlam nedir?’ sorusunun yeniden sorulması kaçınılmaz. Zihnimiz, ruhumuz ve elbette bunların yuvası olan bedenimizle bütün varlığımız, gerilmiş bir yay gibi, bir yandan karamsarlığı besleyen itaati kabullenirken, diğer yandan direnme isteğiyle üstelik hırsla doluyor. Ancak bu hırs, keskin sirkenin küpüne zarar vermesi gibi bizi tahrip etme riski de taşıyor. Emareler de bu tahrıbatı doğrular nitelikte.
Kavramlarımızla içinde yaşadığımız olgular arasındaki bu makas ne kadar açılırsa anlamı yakalamak da o kadar güçleşiyor. Boşluk, kaçınılmaz olarak ezoterizmin ile dolduruluyor. Bilgiye referans verme geleneği, giderek önemini kaybediyor.
Belki de Hakikatimsilik (post-truth) döneminin gelişi hiç de tesadüf değildi. Nitekim, bu yıl Oxford, “brain-rot” yani “beyin çürümesi” kavramını yılın kelimesi seçti. Uyarı bombardımanıyla karşı karşıya kalan birey, anlamlandırma imkanı olmadan yaşamda boğuluyor. Böyle bir iklimde, bu İnsan? ne yapabilir? Belki de geriye kalan tek sığınak umut. Elde umut etmek kalıyor hem de daha yüksek sesle umut etmek… Umut, iyimserliğe içkin bir direnme alanı. Nitekim, Çinlilerin dediği gibi, “umut, en büyük talihtir.”
Umudun ve cesaretin arandığı bir coğrafyada ve tarihsellikte bulunduğumuz aşikâr. Ernst Bloch’un “Umut İlkesi”, bizim bu arayışımıza kayda değer bir katkıda bulunabilir. Bloch, umudu yalnızca bir duygusal teselli olarak değil, insanın özünde var olan bir güç kaynağı ve bir 'itki' olarak tanımlar.
Ona göre umut, insanın insan olmasını sağlayan bir yeti, hep daha iyisini istemeye, “başka türlüsünü” hayal etmeye iten bir motor güçtür. Bastırılabilen ya da şekli değiştirilebilen ancak asla kaybolmayan bu yeti, insanın doymak bilmez hevesinden, merakından ve yeniye olan arzusundan beslenir. En çok çocuklar mutludur çünkü umutludurlar çünkü iyimserdirler çünkü yaşamları da yaşamaları da arzuya ki o arzu öğrenerek özgürleşme, değişme arzusunun beslendiği bilinçtir. Çocuk, işte bu anlamda geleceğin bilincine içkindir.
Şimdi bir deniz fenerini düşünelim. Fırtınalı bir denizde kaybolmuş gemilere yol gösteren bu sessiz rehber, karanlığı aşarak uzaktaki bir limanın varlığını hatırlatır.
Hayal gücü, tam da böyle bir deniz feneri gibi, geleceği mümkün kılan ışıklar saçar. Ancak, bir fener tek başına gemiyi limana ulaştıramaz; bu yolculuk için bir pusula gerekir.
Umut işte o pusulamız olabilir mi? Hayal gücümüz ise bizi hedefimize ulaştıracak olan gemimizdir. Peki, gemiye kaptanlık edecek özne kim olacak? Bu sorunun yanıtı, geleceği şekillendirecek olan kaptan çocuklar olabilir mi?
Çocuklar her şeyden önce, gelecek zamanın tohumlarıdır. Onların düşüncelerini çoğaltmak, eleştirel düşünme becerilerini desteklemek ve yarına dair hayallerini şekillendirmek, geleceği yeniden kurmanın en önemli adımlarındandır. Matthew Lipman’ın “Çocuklarla Felsefe (P4C)” pedagojisi, çocukların sadece hayal etmekle kalmayıp kavramsal düşünebilme, akıl yürüterek sonuç çıkarabilme yetilerinin olduğunu, bu yetilerini de P4C adı verilen felsefe atölyelerinin yapıldığı çemberlerde hayata geçirebildiklerini ileri sürer.
1970’lerden günümüze derinleşerek ve yaygınlaşarak devam eden çalışmalar, çocuklar dolayımıyla hem hayata hem de gezegenimize bakışta yeni bir anlayışın olanaklı zeminini sunabilir, deyim yerindeyse kılavuzluk edebilir mi?
Çocuklarla Felsefe (P4C) pedagojisi, hayal gücü ve eleştirel düşünmeyi bir araya getiren bir köprü inşa eder. Bu pedagojide, hayal gücü soyut bir ideal olmaktan çıkıp somut bir yaratım sürecine dönüşür.
Bloch’un umudu bir itki olarak tanımlaması gibi, P4C pedagojisi de çocukların hayal gücünü ve sorgulama yetisini kolektif bir eylem itkisine dönüştürür. Schopenhauer’in “gerçekleşebilir bir arzu” olarak içeriklendirdiği umut anlayışı, P4C’nin özündeki yaratıcı ve gerçekleştirilebilir arzularla örtüşerek geleceğe dair somut bir vizyon sunar.
P4C pedagojisi, yaşadığımız bu karmaşık ve hızlı değişimlerin yaşandığı iklimde bir tür cevap olabilir. Çocukları, birlikte yaşama bilinci, topluluk halinde var olma yetisi ve ötekini tanıma becerisiyle donatmayı hedefler.
Demokratik bir yurttaş bilinciyle harmanlanan bu yaklaşım, çocukların daha eşitlikçi ve adil bir toplumsal özne olarak gelişmesine katkı sunabilir.
P4C, dayandığı 4C (Critical-Eleştirel, Carering-Özenli, Creative-Yaratıcı, Collabrative-İşbirliği) ile sadece bireysel düşünceyi değil aynı zamanda kolektif tartışma kültürünü de teşvik ederek çocukları hayata hazırlayan bir ‘birlikte yaşama simülasyonu’işlevi görebilir.
Bu pedagojik yaklaşım, gelecekte daha güçlü, adil ve dayanışmacı bir toplumun inşasına giden yolda kritik bir rol oynayabilir; deyim yerindeyse deniz feneri ya da pusulamız olabilir.
(MVB/EMK)