Şu birkaç yıldır ülke gündeminin kötülükteki istikrarına bakınca ister istemez “başka ülkelerde olsa yer yerinden oynardı” mukayesesine kafalarımızı gömüyoruz ki sahiden de böyle dedikçe baktık ki “hiçbir şey olmamış gibi yaşanabilir”i öğrenmişiz.
Alevi’den ne kız alınır ne kız verilir, en iyi Kürt ölü Kürt, mum söndürme fantastik yaftası ilk anda aklıma gelen ve herkesin bildiğine emin olduğum şeyler. Sofistike bir toplum olmadığımız ortada. İslami anlayışın keskinliğinin vardırabileceği sonuçlara, her türlü onayı verecek çoğunluklara sahip olduğumuz da biliniyor.
Hekiminin, muayene öncesinde kadın hastasına evli olup olmadığını soran ahlaki damar, anlamak için bir örnek. Allah’la, imanı duydu mu ötesine bakmayan; bakası geldiğinde de kör bir inatla görmeyiverip evrensel yanlışa bağlılığını bozmayan ciddi sayıda insanlar var, bu da başka bir örnek.
Avrupa görmüşlerin “bura 100 yıl geride oralardan” demeleri böyle küçük örneklerden işte.
M. Hardt ve A. Negri’nin Duyuru’su şöyle başlıyor: “Finansın ve bankaların egemenliği borçlandırılanları yarattı. Bilişim ve iletişim şebekeleri üzerindeki kontrol medyalaştırılanları yarattı. Güvenlik rejimi ve genelleştirilen istisnalar devleti korkunun pençesine düşmüş ve korunmak için yalvaran bir figürü, güvenlikleştirilenleri yarattı. Ve demokrasinin yozlaşması garip, depolitize edilmiş bir figürü, temsil edilenleri ortaya çıkardı”
İtalik yazılanların hepsinin bizde karşılığı var ve hatta fazlası.
Refah içinde yaşamak için borçlanmak, neoliberal düzenin ilk şartı. Ev kredisinden, taşıt kredisine ve dahi yaz tatili kredisine kadar çeşidinden bankalara bağımlı hayatlarımız. Kredi kartsız bir yaşam yok neredeyse. “Borç sizi kontrol ediyor” diyor Hardt ve Negri: Tüketiminiz disiplin altına sokuluyor, hayatta kalma stratejilerinizi geriletiyor ama en önemlisi borç size çalışma ritmi ve birtakım tercihler dayatıyor.
Görünürde sırtınıza inen bir kırbaç yok. Borçlu- alacaklı ilişkisi yenidünyanın, yeni kölelik sistemi. Sözleşmeli kölelik denileninden. Borcunun bitmesini beklediğimiz mal varlıklarının bize sağladığı memnuniyetle, esaret zincirlerini pırlanta gibi görüyoruz boynumuzda.
“Duyuru” burada, Deleuze’un işaret ettiği politik paradoksa bağlanıyor: Bazen insanlar sanki kurtuluşlarıymış gibi kölelikleri için çabalar.
Ekran aracılığıyla sürekli haberdar olmak, biliyor olmak, takipte olmak etkin olduğumuza dair bir hissiyat uyandırıyor. Odaklanabiliyor muyuz örneğin? Parça parça olmuş, dağınık bir zihin. Hardt ve Negri ters köşe yapıyor burada. Müjdeli habermiş gibi kötü haberi veriyorlar:
“Medya sizi edilgen kılmaz. Tam tersine, medya sürekli olarak sizi katılıma, neyi istiyorsanız seçmeye, fikirlerinizle katkıda bulunmaya, hayatınızı yorumlamaya davet eder. Sürekli dikkat kesilmiş halde olmak.”
Ne aktif ne pasif, sürekli dikkat kesilmiş halde olmak. Kabacası TDK sözlükte de karşılığının bizi tatmin edeceği gibi bön olmak, bön bön bakmak.
“İnsan güvenliğin nesnesi değil aynı zamanda öznesidir de. Gözünüzü dört açın çağrısına yanıt verirsiniz; metroda sürekli, kuşkulu davranışları gözlersiniz; uçakta yanınızda oturan adamın şeytani planları olduğunu, komşunuzun kötü niyetler beslediğini düşünürsünüz.”
Atraksiyonlu bir memleket oluşumuzdan dolayı kuşkusuz bu paragrafın bin katı beter kurgu şeyler yazabiliriz.
Ulaşım araçları giriş turnikelerinde görevli olmamasına rağmen bilet atan ya da yeşil ışık yanarken, etrafta kimsecikler olmadığı halde bekleyen sorumlu yurttaşlardan değiliz. Şükür derim, tartışmaya açık. Devletin varlığı başka türlü omuzlarımızda. Sosyal devlet anlayışı ile tanışıklığımız sıfır. Bizim devletimiz belli belirsiz. Ortaya çıkacağı zamanlar konusunda hepimizin tecrübeleri var. Ne birbirimize güveniyoruz ne devlete. Milliyetçi düşüncelere sahip biri için de devlet içine sızmış kötü güçler vardır, solcusu için de. Bunlardan dolayı, dış tehlikelere karşı “genelleştirilmiş bir toplumsal korku” sayesinde yönetici güçlere ve onların polisine güvenmek çoğu Türkiyeli vatandaşın çok uzun zamandır vazgeçtiği bir şey. İyi ya da kötü kendi yaratmış olduğu hukukun daha hızlı işleyeceğini düşünüyorlar. Hırsızına, tecavüzcüsüne, dolandırıcısına, gaspçısına duyulan korku için de korunaklı, steril konutlarımız var. Yakın gelecekte en yakın mesafeler için geçiş belgelerine sahip olmadan yerimizden kımıldayamayacağız belki de. Bunlara rağmen -ataerkil toplum oluşumuzun payını da hatırlatarak- baba figürü devlet, olmazsa olmazımız. Ve bir de Hardt ve Negri’nin anlayamayacağı bir kaygımız da var: bölünebiliriz her an.
“… Temsilin kendisi, tanım gereği, nüfusu iktidardan, komuta edeni komuta edilenden ayıran bir mekanizmadır. (…) Düşünülen şey daha çok, temsilin aynı anda hem halkı iktidar yapılarına bağlayan hem de bu yapılardan kopararak bir mekanizma işlev görmesi anlamında, ‘göreli’ bir demokrasidir.”
J. J. Rousseau’nun toplumsal sözleşmesini hatırlatıyor Hardt ve Negri: “Temsil herkesin hizmetinde olacak, herkesin olduğundan kimsenin olmayacak. (…) Carl Schmitt’in dediği gibi, temsil etmek bir yoklukta ya da aslında kimsenin olmadığı bir durumda var etmektir.”
Bu temsilci sanrısı içinde, kalabalıklar-sız toprağa verilen Ayhan Yılmaz’ın aidiyetsizliğini peki nereye koymalı. Mesele Kürt olmaması, Alevi olmaması, bir LGBT-İ birey olmaması mı? Hangi temsiller yalandır, hangi temsiller toplumsal muhalefet açısından popüler olduğu için kitleleri çağırmaya uygundur? Aslına bakarsanız pek de önemli olmayan sorular. Çünkü Hardt ve Negri’den anlıyoruz ki temsili olanlar da desteklenerek düzenin içine eklemlendiriliyor:
“Tek şaşırtıcı olan, bu sistemin bu kadar uzun süre işlemiş olmasıdır ve muhtemelen bunun tek nedeni de önyargıları ve şiddeti vaaz eden güçlülerin, servet sahiplerinin, enformasyon üreticilerinin ve korkunun avukatlarının iradesi tarafından desteklenmiş olmasıdır.”
Soma’da Başbakan tarafından yumruklandığını iddia eden kişi birkaç kez ifadesini değiştirdi. Hangi temsilden korkacağı hangi temsile güvenip yaşadığını iddia ettiği şeyi anlatacağı belirsiz olduğu için olayı birkaç değişik versiyonuyla okuduk.
Hukuk ile halk arasında temsil eden güçler var. Hukuka ulaşması gereken şeyin içeriği, temsil edenin istediği tarifle hazırlanıyor. Hakikat denilen şey de ele avuca sığmaz, peşine düşülen, yana yakıla sorup soruşturacağınız bir şey haline geliyor. Kendisinin ne olduğu tartışılamayacak hakikate destek arayan gazetecisi, avukatı, işçisi de gerçeği bildiği ve göstermek istediği için de engellenmeye çalışılıyor.
Hala şaibeli mesela, Soma’da kaç insan öldü? Ölen insana oksijen maskesi takan kurtarma görevlilerinin ruh halleri kadar hüzünlü bir ülke burası. (FG/HK)