Son yirmi yıldır değişik imlemelerle ama aslında her daim gündemde, en çok da yarası sürekli kanamalı Kürtlerin diline pelesenk olan barış söylemi dillendikçe toplumun değişik kesimleri siyasal sürecin meşrebine göre tavır alır oldular.
Yine öyle oldu. 15 Şubat 1999'dan bu yana tam ondört yıldır müebbetlik olduğunu bilip halkının özgürlüğünü düşünerek İmralı mahpusunda vakar ve dinginlikle yatan Abdullah Öcalan'la Kürt vekillerin görüşmesinden sonra barışın sesi yeniden dillenmeye başlandı.
Başta başbakan olmak üzere hükümet cephesinden siyasal aktörler "Kaybedeceğimizi bilsek dahi, bu işi çözeceğiz" demeye başladılar. Ve destek istemeyi de yüksek sesle dile getirdiler. Meselenin taraflarından Barış ve Demokrasi Partisi ile Demokratik Toplum Kongresi'nin ise barış sürekli gündemlerinde olduğundan bu çağrıya somut icraat beklediklerini beyan ederek ilgisiz kalmadılar.
Siyasal cepheden barışa yoğun ilginin olması alışıldık ve olması gereken. İfade edeyim ki sonuca gitmedikçe bu türden ilgilere kamuoyu pek de itibar etmiyor artık. Çünkü biliyor ki, siyaset erbapları bir türlü "samimiyet" testinden geçemiyor. Barış derken dahi, dillerini barışa göre yenileyemiyorlar.
Savaşın ve şiddetin dili bilinçaltlarına nüfuz etmiş, siyasetçileri adeta esir almış gibi. Hâla terörist diyorlar. Hâla terörü bitireceğiz diyorlar. Hâla otuz yıldır elli bin insanın ölümüyle, yaşananlar ve yaşatılanlarla hemhal olmuş halleri yok gibi.
Sanki dünyanın bir başka coğrafyasında yaşanan bir "mesele" üzerinden ahkâm kesen ruh hallerine tekabül ediyor muktedirin dili.
Oysa barışın dili yapıcı olmalı, kırıcı ve ötekileştirici olmamalı. Bunu en iyi epey bir zamandır savaş haliyle yaşayan; yüreği, evi barkı yanan, en yakınındakileri kaybedenler bilir / biliyor.
Bu sebeple meselenin ruhu; barışı dillendirecek olan sanat, kültür, entelektüel, aydın camianın böylesine hassas dönemlerde sesini yükseltmesi ile ilintili.
İşte önce sinema ve tiyatro sanatçısı Ayşen Gruda'nın gür sesini duyduk. "Dağa giderim" dedi.
"Dağdaki çocuklar beni dinlerler. Onlar benim filmlerimle büyüdüler, güldüler, ağladılar hüzünlendiler. Beni mutlaka dinlerler. Yeter ki devlet kanadından böyle bir istek gelsin" dedi.
Sonra diğerleri konuştular. Hülya Koçyiğit, Kadir İnanır ve diğerleri. Kadir İnanır daha üst perdeden dedi ki; "Ben siyasetçi değil sanatçıyım, daha da önemlisi insanım... Bu ülkede artık Türk veya Kürt hassasiyetinden daha önemli bir şey var. Barış hasreti var. Kimse artık kavga istemiyor."
Gözönünde olan, paparazzilerce bütün özel yaşamları deşilen, görsel medyada evlilikleri, gece hayatları, aşkları ile her daim gündem tutan kesimdir Türkiye'de sinema, sanat dünyasının sanatçıları.
Adı geçen sanatçılar bugüne kadar konu ile ilgili tek kelam etmemiş ve hiçbir davranış gösterisinde bulunmamış da olabilirler. Oysa bilinir ki; bütün diğer insanlar gibi onların da kendilerine ait hayatları var. Ülkede yaşanan drama, bir şekilde insani ve vicdani ruh halleriyle taraftırlar.
Aslolan vicdan sesinin böylesine diğer bütün seslere kalben müdahil olacağı zor zamanlarda ses olmaktır mesele. Sanatçılar tam da bunu yapıyorlar. Dağa, gerillaya gideriz, konuşuruz, biz sanatçıyız, siyasetçi değiliz bizi dinlerler, dinleyeceklerine inanıyoruz diyorlar.
Onların gitme niyetine siyasetçi yol açar mı, açar / açmalı. Çünkü dünyada sanatçı kimlikleriyle zor zamanlarda rol üstlenip ülkelerinin tarihine not düşen epeyce örnek var. Neden olmasın.
Meselenin elbette bir başka boyutu da var. Türk aydını, entelektüeli, sanatçısı dağa, gerillaya giderse "ricacı" olarak; Kürt aydını, entelektüeli nereye gider? Bir yerlere gitmeli mi? Zamanı mı? Sorular bu gitme niyetinin diğer yakadan okuması...
Elbette Kürt aydını da gitmeli. Geçmişte de gidenler oldu. Otuz senedir dağı taşı, yabanı, ormanı bombalanan sınırlara, diyarlara gittiler, "canlı kalkan" olmak niyetiyle gittiler. Ama zaman uygun değildi. Sınır ötesi veya sınır içi; havadan ve karadan operasyonlar vardı. Fiili savaş hali vardı, sesleri yeterince duyulmadı...
Ama şimdi barışın gür sesinin toplumun her kesimince dillendirilme şansının hayli yüksek olduğu dönem. Daha dün İzmir'den konuştuğum bir arkadaşım diyordu ki; "Çok farklı bir rüzgâr esiyor. Hiç ummadığımız insanlar, örgütlü kesimler diyorlar ki bütün İzmir'i beyaz bayraklarla donatalım."
Unutulmasın ki, daha birkaç yıl önce elinde taşla Kürt siyasetçilerin araç konvoyunu taşlayanlar, şimdi barışın beyaz bayrağını dillendirmek niyetinde. Bu ruh halini 19 Ocak 2013'te İzmir'de son kitabım üzerine yaptığım söyleşide de hissettim. Zaten bu satırları yazmama biraz da o gün yaşadıklarım / yaşattıkları ve sonraki sürecin işleyişi sebep oldu...
Bu güzel bir rüzgârdır. En etkili çıkışlar toplumsal dinamiklerin önyargısız, hesapsız, kitapsız çıkışlarıyla olanlardır. Burada esas mesele kendisi de Boşnak olup bir zamanlar ötekileştirilmiş bir halktan olan kaba ve üslupsuz siyasetçi Birgül Ayman Güler'in hegemonik, küçümseyen, ötekileştiren dili değil. Ona oy vermekle birlikte yüreği acıyla yanan ve "artık yeter, ne olur barış olsun" diyen halkın dilidir. Beyaz bayrak diyorsa halk, halka kulak vermek gerek.
İşte bu sebeple diyorum ki; Türk aydınları, sanatçıları; gerillaya "Bu işi bitirin artık ey kardeşler, çocuklar" demek için dağa gitmeye yelteniyorsa Kürt aydınları, sanatçıları da karakollara, siyasal karar vericilerin kapılarına artık kan dökülmesin demek üzere gitmeli, gidebilmeli.
İki halkın, Türkün ve Kürdün entelektüelleri, sanatçıları, yazarları cesaretle, kararlılıkla ve bütün siyasal hesaplardan azade barış istediklerini gösterebilme cesaret ve kararlılığında olurlarsa; çözüme bir adım daha ve sahiden yaklaşmışız demektir. Kürt halkının tarihinde Öcalan'ın Kenya'dan getirildiği kara tarih olarak kayıt altına alınan bir 15 Şubat günü bir kez daha barış demek için içimden geçenler bunlar. (ŞD/YY)