ABD'nin 1991'de Irak'a ilk müdahalesinin hemen öncesinde, bir zamanların solcu akademisyeni Fred Halliday "emperyalizmle faşizm arasında tercih yapmak zorunda kalsam emperyalizmi seçerim" diye buyurmuştu. İkisine de aynı anda karşı çıkabileceği belli ki aklına gelmemişti.
Halliday'in çıkışı, özellikle Batı dünyasında, eskiden solda yer alıp ilkeli bir antiemperyalist duruşu savunan pek çok ismin emperyalist saldırganlığın bir mazeretçisine ya da aklayıcısına dönüşeceği sürecin ilk işaretlerinden biriydi.
Bu süreç 11 Eylül sonrasında ayyuka çıktı, bu sefer "faşizm" yerine "İslamofaşizm" tabiri yerleşti. İslamofaşizm karşısında "insani" emperyalizmi savunmak makul bir seçenek haline gelmişti.
Taliban İslamofaşizmine karşı kadınlara özgürlük getiren emperyalist müdahale teması mesela iyi pazarlanmıştı.
Batı'da İslamofobik, göçmen karşıtı ve saldırgan emperyalist siyasetleri savunanlarca kullanılan "İslamofaşizm" tabirinin bizde sol çevrelerde yaygınlaşmaya başlamasının düşündürücü olduğunu geçerken not etmek gerek.
Netice itibariyle emperyalizmin tarihin dönüştürücü, ilerletici bir gücü sayılması gerektiğine dair II. Dünya Savaşı öncesi kabuller, akademik ve siyasal çevrelerde tekrar geçer akçe olduğu gibi pervasızca savunulmaya başlandı. (Eski solcuların emperyalizmin mazeretçilerine dönüşme süreci hakkında bu minvalde kıymetli bir değerlendirme için bkz. Joseph Massad, "Imperialism, despotism, and democracy in Syria", aljazeera)
Körfez Savaşı'nda gündeme gelmiş olana benzer bir tartışma dün Libya'da, bugünse Suriye'de yeniden gündeme geliyor.
Suriye'de diktatörlük karşıtı meşru halk ayaklanması, emperyalist manipülasyonların ve Suudi Arabistan, Katar ya da Türkiye gibi güçlerin etkisiyle bölgedeki siyasal dengeleri dönüştürmeyi (İran ve Lübnan Hizbullahı'nın etkisini kırmayı) hedefleyen uluslararası bir ihtilaf ya da çatışmaya dönüşme emareleri gösteriyor.
Arap ayaklanmalarının bölge siyasetine yeni bir ruh kazandıran aşağıdan-kitlesel demokrasi ve sosyal adalet temelli taleplerinin yerini, Suriye dolayımıyla devletlerarası çıkar ve güç çatışmaları ve mezhep ihtilaflarının alması ihtimali büyük bir tehlike.
Bu bağlamda özellikle sürgünde olan ve halk hareketini çarpıtıp yozlaştırmaya çalışan emperyalist merkezlere bağımlı "muhalefet", şu ya da bu biçimde uluslararası müdahale çağrılarını giderek artırıyor. Bu bağlamda bizde sosyalistlerin ve genel olarak toplumsal muhalefetin Türkiye'nin şu ya da bu şekilde gündeme gelecek bir uluslararası müdahalenin koçbaşı rolü üstlenme ihtimaline karşı büyük bir dikkat göstermesi, bu vahim ihtimale karşı şimdiden açık tavır alması gerekiyor. Netice itibariyle, geçmişte Libya'yı, özellikle de Irak'ı felaketlere sürülmüş ikilem yeniden dayatılıyor: Ya diktatörlük ya emperyalizm, kırk katır ya da kırk satır.
Oysa emperyalizm ya da "faşizm" arasında tercihte bulunmak zorunda değiliz.
Otoriterizmi ve emperyal müdahalecilik ve vesayeti aynı anda reddedip yerli despotizme ve emperyalizme eşzamanlı karşı çıkış olarak ifade edilebilecek bir üçüncü seçeneğe işaret edebiliriz. (Geçmişte "ne SAM ne Saddam diyerek bunu bir ölçüde de olsa becermiştik). Bu ikisi, yani yerli otoriter rejimlerle emperyalizm zaten genelde aynı paranın iki yüzü olmuştur.
ABD ya da petrol monarşileri tarafından finanse edilip denetlenen bir "demokrasi" mücadelesi yerine, otantik, "yerli malı" siyasal demokrasi ve sosyal adalet mücadelelerini bir üçüncü ya da gerçek alternatif olarak önerebilmeliyiz.
Arap ayaklanmaları, Tunus'taki, Mısır'daki, Bahreyn'deki kitle mücadeleleri bölgede kitlelerin, ezilenlerin nasıl bir güce sahip olduğunu ortaya koydu. Hareket noktamız bu güç olmalı. Bölgede solun, yani bizlerin de dahil olduğu solun önerdiği, kırk satır mı kırk katır mı ikilemine bir kez daha sıkışmak değil, bu üçüncü seçeneğin inşa edilmesi için taş taşımak, gerekirse iğneyle kuyu kazmak olmalı. (FB/HK)