Şam'da son günlerde cereyan eden çatışmalar, Esad'ın mukadderatının ne olacağına dair tartışmayı alevlendirmiş durumda. Bu yazı bu güncel gelişmelerin önemi ve ortaya koyduğu potansiyellere dair değil. Daha çok bu gelişmelerden istifade ederek, Suriye'ye dair sol bir pozisyonun ne gibi fikri tutumları ihtiva etmesi gerektiği tartışmasına dair bir katkı, çalakalem ve kuşkusuz eksikli bir hatırlatma denemesi...
Suriye'deki halk ayaklanması dünya ölçeğinde "alttakilerin" mücadele azim ve kararlılığını kışkırtıcı bir işlev gören Arap devrimci sürecinin bir parçasıdır. Her bölgesel devrimci süreç gibi, medyatik tabirle "Arap Baharı" da eşitsiz bir gelişim seyri izliyor: Tunus'ta göreli stabilizasyon, Mısır'da ordu, Müslüman Kardeşler ve halk muhalefeti denkleminin yarattığı belirsizlikler, Libya'da ayaklanmanın "neoliberal reformcular" ve NATO tarafından "çalınması", Yemen'de rejimle uzlaşma (daha doğrusu emperyalistlerin dayattığı "uzlaşma"), Bahreyn'de halk hareketinin bastırılması...
Çin devriminin liderlerinden Çu En Lay'a atfedilen bir hikâye, devrimci süreçlerin sonucunun ne olduğuna dair "aceleci" sonuçlar çıkartmanın abesliğini mübalağalı bir üslupla ortaya koyar. Rivayete göre Çu'ya Fransız Devrimi hakkında ne düşündüğü sorulduğunda kendisi, "daha konuşmak için çok erken" demiş... Tam bu "erkenliği" vurgulamak için Rosa Luxemburg'un 1905 Rus devriminin haberleri üzerine yazdığı satırları anımsatmakta yarar var: "Devrim ateşinin mutlakiyetçiliğin yüzyıllar boyunca oluşmuş buzulunun altında parlak bir alevi tutuşturması sonsuzluk kadar zaman aldı; hiç değilse devrimci sabırsızlık ve Rus halkının çilesi zaviyesinden ölçüldüğünde. Şimdi ölüm sancıları içerisindeyken dahi tehlikeli olan kana susamış mutlakiyetçilik canavarının kesin olarak yenilmesi, muhtemelen ve kesinlikle, popüler zaferlerle yenilgiler arasında gidip gelen, sayısız kurbana malolan korkunç mücadelelerden oluşan uzun bir dönemde gerçekleşecek. Tıpkı büyük Fransız Devrimi'nde olduğu gibi, Rusya'da da günler ya da aylarla değil, ancak yıllarla hesaplanabilecek bir devrimci dönem için hazır olmalıyız." Evet, aynı şekilde, Suudi Arabistan'ın doğu bölgelerinde kitle protestolarına ya da Sudan'da "kemer sıkma" politikalarına karşı ayaklanma haberleri gelirken Arap coğrafyasında "günler ya da aylarla değil, ancak yıllarla hesaplanabilecek bir devrimci dönem için hazır olmalıyız."
Suriye'deki meşru halk hareketinin emperyalist ve bölgesel aktörlerce çarpıtılmaya, yozlaştırılmaya çalışıldığı açık. Bu girişimlere karşı uyanık dururken Suriye'deki ayaklanmanın jeostratejik aklın kontürlerine sıkıştırılmasına karşı da tutum almalıyız. Libya örneğinde olduğu gibi söz konusu güçler, ayaklanmayı kullanarak kendi jeostratejik çıkarlarını maksimize etmeye, dahası halk hareketini kontrol ederek onun içerisinden kendilerine karşı dinamiklerin oluşmasına mani olmaya çalışıyorlar. Suriye rejiminin saldırılarına karşı direnen halk hareketini, uluslararası konferanslarda cirit atan bazı "satılmış" tipler nedeniyle topyekûn emperyalizmin ajanı addetmek büyük bir haksızlık ve siyasi ve moral sorumsuzluktur. Suriye'de göstericilerin taşıdığı bir pankartta yazılanları aklımıza kazımamız gerek: "Biz 'muhalefet' değiliz, biz özgürce ve saygınlıkla yaşamak isteyen insanlarız!"
Hem emperyalist müdahale ve manipülasyonlara, yani devrimleri "çalma" girişimlerine karşı durmak hem de Arap ayaklanmalarını desteklemek pekâlâ mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde bu sosyalist sol açısından yegâne tutarlı ve anlamlı politik pozisyondur. Bu politik pozisyon henüz büyük ve tayin edici bir politik güç ya da aktör olarak temayüz etmemiş olabilir; fakat bugün "ütopik" ya da "marjinal" görünen bir politik pozisyonun bir siyasal güç olarak inşası ancak o pozisyonda ısrarla mümkündür, reel politiğe teslim olarak değil.
Türkiye'de sosyalist seçenek bugün ulusal çapta etkili bir güç değil diye pozisyonumuzdan feragat etmemiz, "dükkânı kapamamız" mı gerekir? Dahası, bugün Suriye'de mücadele içerisinde emperyalist müdahale ve manipülasyonlara karşı kuşkuyla yaklaşan, Suriye Ulusal Konseyi'nin çevirdiği dolaplara öfkeli güçler mevcuttur. Yani bir "üçüncü yol" mevcuttur, hiç değilse nüveleri vardır. Enternasyonalizm icabı "görevimiz" (tabii eğer kabul edersek) bu güçleri desteklemek, onlara bu "üçüncü seçeneğin" bir siyasal güç olarak inşasında omuz vermektir.
Suriye'deki ayaklanma emperyalist güçlerin yarattığı terörist bir konspirasyon falan değil, gerçek bir plebyen halk hareketidir. Toplumun en alt sınıf ve katmanları harekete geçmiştir. Ayaklanmanın beşeri ve siyasal coğrafyasına şöyle bir bakmak bunu anlamak için yeterli. Tıpkı Arap ayaklanmalarının çoğunda olduğu gibi Suriye'de de neoliberal politikalar güvenlik rejiminin toplumsal desteğini zayıflatmış, rejimlerin altını büyük ölçüde boşaltmıştır. Bu durum, her ayaklanmada "patlayıcı" bir sosyal potansiyele işaret ediyor. Kitleler uluslararası sözleşmelerin cilalı terminolojisinde yer alan kimi kavramlar (şeffaflık, hesap verilebilirlik, iyi yönetişim vs.) adına göğüslerini polis ve orduya karşı siper etmiyor.
Hayır, onların demokrasiden anladığı çok farklı şeyler. ABD'li üst düzey bir diplomat, araştırmacı Vijay Prashad ile Libya üzerine görüşürken kendisine ilginç gelen bir noktayı bilhassa vurgulamış: Diplomata göre Libyalılarda demokrasiye dair "aşırı" ve yanlış beklentiler varmış. Buna göre birçok Libyalı "sade vatandaşın", demokrasiden daha iyi ücretler, daha iyi çalışma koşulları, sosyal kaynaklara daha fazla erişim gibi "anlaşılmaz" beklentileri varmış. Amerikalı saygın diplomat açısından bu durum, demokrasiye dair bilgisizliğin ve siyasal kültürün geriliğinin bir ifadesiymiş. Sözün kısası, Libyalılar demokrasi konusunda "eğitilmeliymiş". Diplomat demiyor ama bu "eğitim" işlevini NATO güçlerinin "hayrına" üstlendiğini tahmin edebiliriz.
ABD'li diplomat haksız değil büyük ihtimalle: Gerçekten de iki farklı demokrasi mücadele ediyor bugün: Aşağıdakilerin plebyen demokrasisiyle neoliberal reformcuların "salon demokrasisi"... Suriye'de, Mısır'da, Tunus'ta bu gerilimin ifadeleri çeşitli biçimlerde ortaya çıkıyor ve bu çelişki, bu ülkelerde devrimi "sürekli" kılacak temel çıkış noktalarından biri... Mahalla'da greve giden Mısırlı tekstil işçilerinden birinin geçenlerde basına yansıyan sözlerini akıllarımızın bir köşesinde bir dilek, belki uzak bir "ihtimal", ama her şeye rağmen "reel" bir ihtimal olarak tutmakta fayda var: "Devrim bize, tekstil işçilerine hiçbir şey getirmedi. Bu nedenle işçiler devrimi yeni baştan yapıyor. Gelecekteki devrim bir işçi devrimi olacak".
Suriye'de ayaklanmanın militarize olmasını (öncelikle Esad'ın saldırganlığının sonucunda), mezhep ayrımlarının siyasal ihtilafta daha görünür olmasını (öncelikle Esad'ın mezhebi ayrımlara oynaması, bunları kullanması nedeniyle), dış aktörlerin halk hareketine yönelik manipülasyonlarını (Esad'ın da ABD ve AB'den başka emperyalist merkezlerden "dış yardım" aldığını bir an unutmadan) ciddi tehlikeler saymak gerek.
Suriye'nin "Lübnanlaşması" sadece bu ülke bakımından değil, bütün Arap devrimci sürecinin mukadderatı açısından bir felaket olacaktır. Bu eğilimlere karşı tutum almak, bunlara karşı direnen güçleri desteklemek elzem. Ancak bunun yolu SBKP ya da ÇKP'nin "kampçı" (düşmanımın düşmanı dostum) siyasetini mezarından çıkartmak ve Esad'ı emperyalizme karşı direnen kararlı lider ilan etmek değil. Zamanında kendisine sosyalist diyen Çin'in Doğu Bengal halkının ulusal kurtuluş mücadelesine karşı Pakistan rejiminin arkasında durması gibi sayısız örnek, bu "kampçı" zihniyetin ahlaki iflasını çoktan tescil etmiş olmalıydı. Esad rejiminin ayakta kalmasını "emperyalizme direniş" adına selamlayanlar, ayaklanmaya bigane kalanlar, Suriye'nin "Lübnanlaşmasına" seyirci oluyorlar demektir. (Esad ailesinin "antiemperyalist" sicilinin yaldızının dökülmesi için Ürdün'de Kara Eylül'de, Lübnan İç Savaşı'nda ya da Körfez Savaşı'nda Suriye dış politikasının ne istikamette olduğuna bakmak yeter...)
"Model ülke" Türkiye'nin bölgedeki manipülasyonlarına, Suriye halkının mücadelesini yozlaştırarak denetimi altına almasına, rejim karşıtı direnişin parçası olan Kürt halkının meşru taleplerinin önünü tıkamasına karşı durmalıyız. Türkiye'nin "ihraç etmek" istediği demokrasi, geçtiğimiz Ekim ayında Türk firması Mega Tekstil'in Mısır'da 800 işçinin çalıştığı fabrikadaki "demokrasidir". "Model" Türk sermayesi burada sendikal faaliyet içerisinde olan 40 küsür işçiyi işten çıkartmış, bu karara karşı direnen fabrika işçilerinin üzerine parayla tuttuğu eli silahlı gangsterleri salmıştı. Arap dünyası için esin kaynağı olması istenen "Türk modeli" bu...
Türkiyeli solcuların, bizlerin, ayağa kalkan Arap halklarına bu modelin riyadan ibaret olduğunu ısrarla anlatmamız gerek. Ancak bunu, emperyalizme karşı direndiğini tahayyül ettiğimiz, aslında ayrıcalıklarını muhafaza etmek için her türlü felaketi göze almış bir tiranın ardında durarak, ya da bu tirana karşı gelişen halk mücadelesini "gericiler", "teröristler", "emperyalizmin işbirlikçileri" diye yaftalayarak yapamayız. Suriye'deki halk hareketine gözlerimizi kapayarak Türkiye'nin modelliğinin aslında bir başka tiranlık biçiminden ibaret olduğunu savunamayız, savunsak da inandırıcı olamayız. (FB/HK)