Bugünlerde, ben doğmadan çok önce yazılmış, yayımlanmış (The Quiet American, Graham Greene, 1955) bir romanı bana yenile okumak nasip oldu. Kitabın Türkiye’deki ilk baskısı ise Akba Yayınları tarafından 1965'te “Sakin Bir Amerikalı” adıyla (Çevirmen Süheyli Açba) yapılmış.
Kitap aklıma birçok şeyi getirdi. Daha doğrusu özellikle memlekette olup bitenlerden belki de kafamı bir türlü kaldıramadığım için Vietnam'da 1950'lerde geçen bu hikâyeyi de okurken dönüp dolaşıp bugünümüze saplanıp kalmaktan kaçamadım.
En iyisi size romanı biraz özetleyip dikkatimi çeken bazı yanların altını çizmekle başlıyayım.
Roman birinci Vietnam Savaşı döneminde (1946-1954) geçiyor. Fransa işgaline karşı Vietnamlı devrimcilerin gerçekleştirdiği direnişin gölgesinde, gazetecilik, taraf olmak, sömürgecilik, ahlaki tercihler, kadın erkek ilişkileri gibi bir çok başlık tartışma konusu yapılmış. Romanın, yazarı Green'in gazeteci kimliği altında İngiltere istihbarat örgütü MI6’ya çalıştığını ve 1950’lerde Vietnam’da bulunduğunu da hatırlayacak olursak muhtemelen kitapta anlatılanlardan en azından bir kısmının otobiyografik öğeler olarak romanda yer aldığı tahmin edilebilir. Burada Green’in daha sonra gündeme gelecek olan ABD’nin bölgeye dönük müdahale ve ABD-Vietnam Savaşı’nı öngördüğünün altını da çizelim.
Romanın belli başlı karakterleri Fowler, Pyle ve Phuong. Fowler romanın aynı zamanda anlatıcısı olan bir İngiltereli gazeteci, Pyle bir Amerikan yardım kuruluşunun şemsiyesi altında ülkeye gelen bir CIA ajanı, Phuong ise paylaşılamayan yerli kadın. Pyle zaman içinde yerel bir askeri gruba verdiği destek ve bombalı saldırılarda rol alması sonrası Vietnamlı direnişçiler tarafından öldürülür.
Fowler cinayet nedeniyle kısmen zan altındadır. Fransa polisinin kendisiyle gerçekleştirdiği “sohbet” sırasında asıl suçlunun York Harding olduğunu söyler. Ve şöyle devam eder “York Harding yüksek tabakadan bir nevi gazetecidir, bu gibilere diplomatik muhabir derler. Bir fikri ele alır sonra bütün meseleleri deforme edip bu düşünceleri kabul ettirmek için elinden geleni yapar. Halbuki Harding burada Bankok’tan Tokyo’ya giderken bir hafta kaldı.”
Suçlanan kişi Vietnam’a gelmeden Pyle’ın okuduğu, etkilendiği, kitaplarını yanından ayırmadığı ve ülkede üçüncü bir askeri gücü(romanda General Thé) destekleyerek Vietnam’a “demokrasi” getirebileceğine fikrine iman etmesi ve bunun sonucu canını vermesine ön ayak olmuştur. Fowler’ın (ya da Green) bu iddiasında elbette bir tutarlılık payı var. Savaşın her şeyi araçsallaştırdığı bilinen bir gerçek. Günümüzde ise postmodern karakterli yeniden paylaşım savaşının kesif sisinin hükmü altında bu çok daha doğru. Özellikle “barış yapıcılık” adı altında uğraşanların bütün iyi niyeti bir yana şu ya da bu ülkenin stratejik çıkarlarının öncelendiği ve akademik aklın da ister istemez bu ritme uyduğundan söz etmek mümkün. Bu olgu aynı zamanda sadece bugünün sorunu olmaktan uzak. Önemli ölçüde içinde yaşadığımız kapitalist dünyayı şekillendiren “değerler” sistemiyle de örtüşüyor.
Paralı eğitim, sivil toplum örgütlerinin finansmanı, gazete, TV gibi kuruluşların sermaye ile kurduğu ilişki türünden şeyler kaçınılmaz olarak bu araçsallaşmayı üretiyor. Elbette bu işin sadece bir yanı, ayrıca bu mecraların kendi içinde, sistemle uyum arayan iktidar çekişmeleri de “bilgi” denilen şeyin gerçekte nemenem süreçlerden sonra bize sunulduğunu göstermesi açısından önemli. Son dönem Dersim’de ormanların yakılması karşısında “sivil toplum” örgütleri denilenlerin aldırışsızlığını hatırlayalım.
Pyle’ın öldürülmesi meselesinde suçlunun kim olduğu sorusuna dönecek olursak, yazara burada katılmadığımı belirtmeliyim. “Kutsal bilgi”nin olmadığı gerçeğini kabul ederek düşünmeye başlasak bile başka bir ülkeye patlayıcı yapımında kullanılan malzemeler taşıyarak o ülkeye demokrasi götürdüğü yalanına inanmak her baba yiğidin harcı olmasa gerek. İsterseniz bu hikaye üzerinden bir de Cumhuriyet’e olanları düşünün derim.
Taraf olmak
Savaşta taraf olmamak mümkün müdür? Bu soruya bizzat izleyicisi olduğu savaşla ilgili romanın anlatıcısı Fowler da muhatap olur. Ona soran kişilerden biri mesela Fowler’a nasıl Vietnam köylerini bombaladığını göstermek için yanına alan bir pilottur. Fowler bir savaş pilotunun kuyruğunda bombalamaları izlerken ne kadar tarafsızdır, bu ayrı bir soru, fakat Pyle’ın öldürülmesi sürecinde, (bombaların patladığı ve sıradan insanların gözleri önünde hayatını kaybettiğini görünce) dolaylı da olsa dahil olarak bu “tarafsız” olma konumunu kaybeder. Elbette bunun farkındadır.
Tekrar, “tarafsız olmak mümkün mü” ya da “orta yolculuk” ehven bir şey midir gibi meselelere dönecek olursak, buna farklı bir düzeyde de olsa Gün Zileli’nin anılarının “son” bölümü “Kentlerde” de (İletişim Yayınları - 2018) bir yanıt verdiğini düşünüyorum. O iki arada bir derede olma halini zulmedene, asıl faile destek olarak görüyor. Soruyu bir kere de şöyle yenileyeyim o zaman: Düzenin yalanlarının soluğumuz atmosferde oksijenden bol olduğu bir dünyada siz yaşadığımız savaşta tarafsız olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?
Phuong’un rolü
Romandaki “paylaşılamayan Vietnamlı kadın” Phuong gerçekte bir “kadın” mıydı, yoksa sadece bir “odalık” ya da sömürgecinin yağmasının hedefindeki herhangi bir şey mi? Belki de Phuyong’un “seçimi” sadece Vietnam’ın hangi emperyal gücün sömürgesi olacağını sembolize ediyordu.
Amerikalıları bilmiyorum ama farklı kökenlerden gelen çok sayıda Fransalı askerinin ülkelerine “Vietnamlı gelin” taşıdığından haberim var. Phuyong da romana bakarsak gönüllü adaylardan biriydi. Özgürlük Heykeli’ni görmek, Batı’nın ışıltılı caddelerinde dolaşmak istiyordu. Bu kadınların bir tür köleliği kabullenişinde ait oldukları toplumun kültürel kodları mı rol oynadı, yoksa asıl suçlu “savaş” mıydı?
Bu tür meseleler üzerine düşünmek en azından benim için bir hayli rahatsız edici. Fakat asıl can sıkansa benim “suç, kölelik” gibi sözlerle ifade ettiğim süreçlerin gerçek kurbanlarının, bütün olan bitenin üstüne sorgulamaksızın hayatlar kurmaları. (AS/HK)