Zaten seni hiç hak etmiyordu. Sen daha iyilerine layıksın.
Bu iki cümle hayatımızın belli dönemlerinde -biten bir aşkın ardından teselli ararken, terkedilmenin acısını hafifletmeye çalışırken, tükenen arkadaşlıklara hayıflanırken, mutlu olmadığımız bir işe sadece yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar para kazanabilmek uğruna kendimizi feda ederken, akıbeti belirsiz, kurulmakla yıkılmak dengesinde, tuhaf, yoran ilişkilere tahammül etmeye çabalarken- derdimizi anlattığımız yakınlarımızın, dostlarımızın ağzından sıklıkla duyduğumuzdur. Durumu geçiştirmek adına mı, yoksa dinleyenin bizi sevmesinden, korumak istemesinden kaynaklı, inanmaya ve inandırmaya yönelik, bir dürtüsünden mi sarfedilir bilinmez. Cümleyi ögelerine ayırırken üzerinde mutabık kalabileceğimiz sanırım o an hissettirdiği ferahlıkla ne iyi geldiğidir. Geçiciliğine sakladığı avuntunun yanında, bir anda bizi büyükçe aynanın karşısına davet edip yere düşen omuzlarımızı sarsıp elleriyle tutup kaldıran, bakışlarımıza keskinlik, davranışlarımıza acımasızlıkla beslenen kayıtsızlık yerleştiren bu iki cümle hayata dayanmamız için efsunlu güce sahiptir. Ansızın hayatın pürüzlerini alır, çekilen acıya pansuman yapar, umutsuzluğa ve çaresizliğe derman olur. Yürürken başı dikleştirir, karnı içeri saklar, bakışları karşıya sabitler. Öyle bir meydan okuyuşla mevcudiyetimize gizem yükler. İnsanı hallaç pamuğu gibi dağıtmada ustalaşmış izansızlara, onlar duymasa da, ayaklarını denk almaları için yapılan uyarıdır. Bak işte neler kaçırdın sen! Layıklık meselesi mühim. Haris tabiatlı; özellikle son on yılda gündelik hayatımızın vazgeçilmeyecek bir uzvu haline gelen sosyal medya kanallarının varlığı ile iştahlandıkça, sabit olmayan ilişki ve iletişim ağının doymak bilmeyen karnı…
Geçen hafta işi sebebiyle İstanbul’a giden arkadaşım telefon edip davet edildiği mekânda konuşulanları hem kendisine benzer düşünen birine anlatmak istediğini hem de söylenenleri nasıl anlamlandıracağını bilemediğini söyledi. Sesindeki bulutları aralamak istercesine konuşurken, neden dedi. Neden diye sorduğu, masada oturanlardan birinin arkadaşlığın devamı için karşısındakine tanıdığı yirmi dört saat kriteriydi. Bu yüce gönüllü hak, olması gerekendi. Gönderdiği mesaja, whatsapp’dan yazdığı iletiye veyahut cevapsız kalan aramasına bir günü aşmayacak şekilde yanıt verilmiyorsa arkadaşlığı ve iletişimi kestiğini söylemesi arkadaşımın ilişki anlayışından oldukça uzaktı. Arkadaşım gibileri de saflıkla itham ettiği sohbeti, bu kafayla giderse mutlu olamayacağını salık veren, ulvi hayat dersiyle tamamlamıştı. Zamanında arkadaşlığımıza dair rahatsız olduğu durumu maille anlatan eski bir arkadaşım maili gönderdikten hemen sonra (bana ulaştığı an yanıtlamam gerekiyormuş) yanıtlamadığım için gecikmenin sebebini sormak yerine Twitter’dan -ayar vermek diye tabir edilen cümlelerle- haddimi bildirmişti. Samimiyet böyle sorgulanıyordu artık. Oysaki anında cevap vermektense beklemenin daha olumlu olacağını düşünmüştüm. Sakinleşip karşıdakini kırmadan meramımı iki gün sonra anlatabilmiştim. Kimi duygular karşısındaki tepkilerimizin farklı olabileceği aklına bile gelmemişti. Arkadaşım telefonda olanı biteni anlayabilmek niyetiyle sesli düşünürken fark ettim ki bizzat kendimiz maruz kaldığımızda tuhaf hissettiklerimizi karşı tarafa tatbik etmek, kendi sabitlediğimiz alandan dünyayı kavrayışımızdı. O an giderilmesi talep edilen önemsenme ihtiyacı karşılanmıyorsa diğerinin içinde bulunduğu durumun ve hatta mekânsal olarak şartlarının hiçbir değeri yoktu. Belki bu sebeple nedenini anlamlandıramadığımız sorulara neden olmasın yanıtı, yaşadığımız yoz zamanların panzehiri gibi. Alternatif çokluğu, birini diğeriyle ikame etmenin cazibesi, vazgeçmenin kolay, emek vermenin ise meşakkatli olduğu, iki parmağın ucuna gelerek söylenenlerin kişisel irade sayıldığı şimdilerde, bize layık olanı bulmak değil yegâne derdimiz. Biricik oluşumuzu kutsayacak olana kavuşma arzumuz. Trajik çelişki. Yanılsamaların gölgesinde büyüdükçe büyüyen bedenimiz ve ruhumuz. Meşruiyet zeminimiz ise; son görülmelerin saati, cümle cümle işlenmiş ince ayarlar, beğeni aldıkça göğsü kabarıp gururlanan fotoğraflar, her mecraya eklediğimiz, en iyi yazarı bile kıskandıracak içerikleriyle bizim kutsal kişisel hikâyelerimiz!
Her şey o kadar akışkan ki görünmezlik şansımız, bilinmezlik olasılığımız düşük. Mahremiyete ilişkin şahsi hakkımızı onayımız ve rızamız ile parçaladık*: Harikalar dünyasında bağımsızlığımızı kolektif kılarken, mahremiyetin kamusal tüketim nesnesine evrilişi ile kendimizi unutturmanın mümkün olmadığı sonsuzluğa hapsolduk. İfşa edilmeye ilişkin tereddütlü korkuyu fark edilmenin hazzına dönüştürdük. Görünürlük vaadi arttıkça toplumsal kabul görmenin, dışlanmaya karşı anlamlı sayılmanın uyumuyla güçlendiğini deneyimledik. Kendi mahremiyetimizi bu denli ihlal edişimiz bizi korkutan olmaktan çıktı. Endişe duyulan; özel alanımıza içkin olanı paylaştığımız kanalların yok olabileceği tahayyülü. Sosyal aidiyet dediğimiz kendi varlığımızın satılabilirliliği ile eşdeğer. Halbuki bu buyurgan tavrımızın ve dürüst olmak gerekirse açgözlü kadir bilmezliğimizin sonuçları üzerine düşünmeyişimiz de yalpalayan hakikatimiz.
Bu durumun pek tabii sosyolojik, ekonomik ve kültürel birtakım nedenleri var ve fakat ayrı bir yazının konusu. Sonuçlarıyla elimizde kalanlarla ne yapacağımızı bilemeyişimiz ile başlıyoruz her yeni güne. Bu yazının amacı da bilinen ve sıkça kullanılan kuramlar aracılığıyla sosyal medyanın ne’liğini soruşturmak değil. Biz ne yapıyoruz üzerine etraflıca düşünebilir miyiz gerçekten, böyle kırılgan bir çaba. Çünkü eleştirdiklerimiz gibi davranmakta hiçbir beis görmüyoruz. Elimizden geldiği kadar kötü, dilimizin döndüğü kadar acımasız, sevgisizlikle çevreleyerek katılaştırdığımız kadar önyargılı… Başarabildiğimiz bu. Uzak ya da yakın fark etmiyor, etki alanımızdaki çoğu insana tavrımız gayet yukarıdan ve buyurgan. Yoksa hiç tanımadığımız insanlara hakaret edebilme cüretimizin açıklaması olabilir mi? Ya da yemek sofralarımızı ifşa edişimizin sadece paylaşmakla harelendiğini söyleyebilir miyiz? Sokakta yürürken kolundan tutup sadece istediğimiz gibi yürümediğinden mütevellit kimseyi azarlayamıyorken bir başkasının cümlesinden alıntıladığımıza parmak sallayarak verdiğimiz yanıtın bize kazandırdığı kabiliyet nedir? Kafa karışıklığımız ne çekincesiz. Çok tuhaf geliyor hepimize. Eleştirdiğimize evrilmek. Maruz kaldıklarımızla yaptıklarımızın bu denli eşdeğer olmasına bulamadığımız anlam, blokladım geçtim, rahatladım bitti aşamasında kendimize başkaldıran bir tepki aslında. Kınamak değil anlamaya çalışmak. Yöneldiğimiz bu; fakat görünür olduğumuz zemin öyle kaygan ki sosyal medyanın olumlu marifetlerini dahi gözden kaçırmamıza neden olabiliyor. Kültürel kodları, öğretilmiş stratejileri, kişisel anlatıları odaklayarak kaybettiğimiz tekilliğimiz, diğerlerinin bizi onayladığı anda büyülü ve gerçek. Yalnızlıktan çok yoksunluk, kendinden yoksunluk sahip olduğumuz. Durup durup eskinin hayaline kapılışımızın, bir gün mutlaka şehirden uzaklaşma isteğimizin, çocukluğumuzu hatırlayarak yad ettiğimiz hakiki ilişkilerin sebebi kaybettiğimiz diğerkâmlık. İçimizde yerini yadırgayan boşluğu esrik teknolojiler ile doldurmaya çalışıyoruz*: Diğerlerinin yokluğundan duyulan endişe, başkalarıyla mesafelenme isteği, kendimiz olunabilen alanı bu mesafe ile koruma ve fakat diğerlerini/başkalarını yakınımızda tutma gayreti… Giderek yabancılaşılan, sahnelendikçe varolunan, övünme, bilinme, merak duygulanımlarıyla genişleyen dışa dönük narsizm…
Toplumsal olanın dayattıklarından ve fiili gerçeklerinden kaçışın çizdiği perspektif elbette düz değil. Deneyimlerimizin niteliği farklılaştıkça, toplumsal ilişkilenme biçimlerimizin içeriği değiştikçe, bize vaad edilenle olmasını istediğimiz bağlamında soyutlayarak kurduğumuz her ilişki, nobran ve kötü yüzümüzle tanışıyor. Biçim vermeye çalıştığımız hayatın bu denli hikâyelendirilebilir deneyimleri barındırması size de tuhaf gelmiyor mu? Dışa dönük narsizmimizin kurtarıcımız olduğunu gerçekten düşünüyor muyuz? Mutluluk paylaşıldıkça değil gösterildikçe mi çoğalıyor? Kurduğumuz ilişkilerin iletişimsel görünürlüğü ve bilinirliği yeni yaşam mekânımız olan sosyal medyaya mahkum. Burası benim kişisel alanım diye muştuladığımız yerlerin özgürlüğü yine aynı alanda birtakım taktiklerle tertiplediğimiz oyunlarla deneyimleniyor. Müşterekliğimizi belirleyenler: Beğeni, kabul ve olumlanma. Üsluba teslimiyetimiz kendimizi sergileyişimizde gizli. Kaygılı varoluşumuz halihazırda hayatın bizatihi kendisiyle hemhal olmak yerine, senkronizasyon ile dahil edildiğimiz bu alanlarda, zamanı ve uzamı unutturacak denli kuşatıcı olan güce itaat edercesine yaşamayı tercih ediyor.
Şimdi ferahlık veren cümleyi tekrar hatırlayalım. Sen daha iyilerine layıksın. Layıklık meselesi mühim. Haris tabiatlı. Kendimize layık mıyız peki? (FD/AS)