Bu satırları yazıp yazmamak konusunda kendimle epey uzun mücadele ettim; bazen mevcut siyasete dair isabetli analiz yapmak isterken politik olarak beklentilerin tam aksi istikamette sonuçlar doğuracak bir yöne sapmak olası. Belki de temsil mekanizmalarının işlevsizleştiği, demokrasi açığının büyüdüğü, politik eylemin renksizleştiği bu çağda siyaseti halen arzu edilir bir araştırma ve hatta “konuşma” alanı kılan da bu beklenmeyen sonuçlara içkin doğası. O yüzden bu yazıda savunduğum birçok şeyin 10 Ağustos Pazar akşamı boşa düşme, anlamsızlaşma ihtimalini peşinen göze aldığımı söylemeliyim. Ve hatta ‘şaşırma’ duygusunu tüm müesses siyasetin tahripkarlığına rağmen muhafaza eden bizler için umarım tahminlerimizin büyük bir bölümü de hedefi ıskalar.
Cumhur’un Başkanı mı?
10 Ağustosta ilk turu yapılacak seçimin salt bir cumhurbaşkanlığı seçimi olmadığı konusunda sanırım politik aktörler arasında ve toplumsal tabanda bir oydaşma var. Bu ‘hemfikir’ olma halinin hem iktidar kanadında hem de muhalif kesimlerde farklı saiklerle de olsa net bir biçimde tezahür ettiğini gözlemlemek mümkün.
Recep Tayyip Erdoğan’ın izlediği siyasi strateji, arkasında ona destek veren ya da kendini destek vermek zorunda hisseden kalemlerin çizdiği politik hat, 10 Ağustos’u bir nevi fiili yarı başkanlık rejiminin miladi olarak tarif ediyor. Yeniden altını çiziyorum ABD tipi bir başkanlık sistemi değil; Fransa tipi bir yarı başkanlık.
Erdoğan’ın karşısındakiler ise parlamenter bir sistemde, mevcut Anayasa ile rolleri belirlenmiş ‘bildik’ bir cumhurbaşkanı profilinin Çankaya’da olmasından yana. Bu çerçevede çok tartışılmayan bir dizi siyasi mesele ile yüz yüzeyiz.
İlki 12 Eylül anayasasının tarif ettiği cumhurbaşkanı modelini politik ve hukuki olarak nasıl değerlendirdiğimiz ile yakından ilişkili. Anayasa hazırlanırken devlet başkanı konumunda olan Kenan Evren’i düşünerek formüle edilen cumhurbaşkanlığı görev ve yetkilerinin zaten parlamenter sistemin ruhuna uymadığını ve bunca yıldır bu uyumsuzluğun müesses siyaset tarafından nedense bir politik sorun olarak algılanmadığını tespit edelim.
İkincisi 12 Eylül sonrasında cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan isimlerin, yetkileri kullanma ve reel siyasete nüfuz etme bağlamında farklı birer cumhurbaşkanı profili sergilediğini de hatırlamak gerekiyor. Turgut Özal’ın dış politikayı tamamen kendi tasarrufu altına almaya çalışan hamleleri, Demirel’in 28 Şubat’ta devletin restorasyonundaki rolü, Ahmet Necdet Sezer’in siyaseti krize sokan tavrı ya da Abdullah Gül’ün notervari cumhurbaşkanlığı birbirinden oldukça ayrışık Çankaya performansları.
Bu tabloda Çankaya’ya çıkanların kişilikleri kadar reel siyasetteki güç dengeleri, kurumlar arasındaki ilişkiler, tabandaki destek gibi parametreler de etkili oldu; bundan sonra da olacak. Sözün kısası, 10 Ağustos öncesi en büyük handikaplarımızdan biri, iktidarın nasıl bir cumhurbaşkanı istediğini bilmemize rağmen muhalefet unsurlarının 12 Eylül Anayasasındaki cumhurbaşkanı profilini savunur pozisyonda görünmesi. Halbuki asıl politik mücadele, başka bir seçenek konusunda fikir teatisi yoksa cumhurbaşkanlığının yetkilerini parlamenter sistemin gerekleri ölçüsünde yeniden ele almaya endekslenmeliydi.
Erdoğan’ın rüyası
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında izlediği siyasetin daha önceki seçimlerde takip ettiği yoldan büyük bir farkı yok. İstediği çok net, Çankaya’yı tamamen icraat makamına çevirerek tüm kontrolü eline geçirmek; başbakanı bir çeşit memura çevirmek; anayasa değişikliği gerçekleştirecek bir AKP ile resmi yarı başkanlığa geçmek. Erdoğan’ın zihnindeki bu yol haritasının onu istediği pozisyona taşıması çok kolay değil. Partinin Erdoğan sonrası dönemi, eğer konjonktürel başka gelişmelerle çakışırsa, tıpkı Özal ya da Demirel sonrasında partilerinde yaşanan gibi bir sürece dönüşebilir. Buradaki gelişmeleri Erdoğan eğer Çankaya’ya çıkarsa beraberce gözlemleyeceğiz. Ama her halükarda Erdoğan’ın seçilmesi, seçimli istibdadın derinleşerek müesses hale gelme riskini arttırıyor.
"Ey muhalefet!"
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun CHP ve MHP üst yönetiminin cin fikri olarak çıkmasını da her vesile ile tartışmak gerekiyor. Bugün çoktan kabullenilmişlik izlenimi veren bu tercih, hem yöntem hem de içerik açısından CHP ve MHP’nin düştüğü hazin tablonun bir özeti. Öncelikle usul olarak partinin yetkili organlarının dahi en son anda duyduğu ve oldubittiye getirilen bir aday belirleme süreci var. Parti içi demokrasinin ve yerel örgütlerin baypas edilerek aday belirlenmesinin sonucunda tabanda tanınmayan, karşılığı olmayan bir aday ile yola çıkıldı. İhsanoğlu, ne CHP ne de MHP tabanı için doğru isim; bugün eğer ANAP ve DYP reel siyasetin belirleyici bir öğesi olsaydı Ekmeleddin bey oradan aday gösterilebilirdi. Daha da hazin olan, CHP içinden İhsanoğlu’na muhalefet edenlerin ve alternatif arayanların katı ulusalcı küçük bir milletvekili grubu olması. Sosyal demokrat tabana hitap edecek, özgürlükçü, demokrat bir başka aday bulabilir miyiz sorusu belli ki partide taban bulamadı. Bu sonuç dahi CHP’ye umut bağlayan demokratlar için boşanma nedeni olmalı.
CHP-MHP blokunun adayı İhsanoğlu ise 1990’lar sürümü merkez sağ siyasetçi profilinin cisimleşmiş hali olarak şimdiki Anayasa’da belirlenmiş Çankaya’yı savunduğunu her fırsatta dile getiriyor. Bu tavır, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığından beklediği operasyonel pozisyona karşı çıkmaktan öteye de gidemiyor. Hal böyle olunca CHP-MHP muhalefet hattı yine ‘statükocu’ görünümde kalıyor. Halbuki hem İhsanoğlu’nun hem de onu destekleyen CHP ve MHP’nin parlamenter sisteme uygun bir cumhurbaşkanlığı için Çankaya’nın yetkilerinin azaltılmasını kampanyasının bir parçası yapması beklenirdi. Bir kez daha anlıyoruz ki müesses siyasetin muhalefet cephesinde de Çankaya’nın fonksiyonundan çok orada kimin oturduğu önemli.
Demirtaş’a destek meselesi
Bu satırların yazarı cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’ı canı gönülden desteklediğini birçok kez söyledi. Dolayısıyla bundan sonrasını bu ‘bilgi’ eşliğinde okumanızı rica ediyorum. Kürt siyasi hareketinin hem CHP ile hem de sosyalist partiler ile cumhurbaşkanlığı adayı belirleme sürecinde defalarca temasa geçtiğini biliyoruz. CHP’nin HDP ile aynı karede görünmektense MHP ile yanak yanağa poz vermesi, bugün geldikleri noktada sürpriz olmadı.
Kürt siyaseti ile sol partiler arasındaki görüşmelerin sonuç vermemesinde tarafların karşılıklı sorumlulukları olduğu da inkâr edilemez. Özellikle ‘çözüm süreci’nde tarafların aldığı pozisyon ve politik gerilimler aday belirleme kısmını da olumsuz etkiledi. Artçı sarsıntıların uzun süre devam etmesi de kaçınılmaz. Neticede seçimi boykot edecek küçük gruplar dışında sol muhalefetin oylarının İhsanoğlu ile Demirtaş arasında paylaşılacağı görünüyor. Tam bu çerçevede Demirtaş’ın kampanyası ve kişiliğinin Kürt hareketine mesafeli seçmende sempatik bir etki yaptığını tespit etmek gerekir. Farklı kesimleri kucaklayıcı bir seçim kampanyası izleyen Demirtaş, Sırrı Süreyya’nın yerel seçimlerdeki tartışmalı performansının çok ötesinde ses getirdi. Bu teveccühün bizatihi kendisi önemlidir; sandığa yansıyıp yansımaması ise başka bir mesele. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor; Demirtaş’ın kişiliği ve siyasetinden mülhem ona destek olmakla, HDP’ye sempati duyma arasında sol-sosyalist olmayan çevreler açısından büyük bir yarık var. Hatta bu yarık solun bir kısmı için de geçerli. Çünkü, sosyalist solun bir bölümü, Demirtaş’ı destekleyen sol liberalleri, hatta bir takım sosyalist unsurları Kürt hareketinin dinamizminde siyasi destek devşirmek isteyenler olarak tanımlıyor. Bu tespitin geçerliliği ayrı bir tartışma konusu ancak 1990’lı yıllarda ve 2000’lerin ilk yarısında Kürt siyaseti ile politik-stratejik olarak mesafeli kimi grupların hiçbir özeleştiri yapmadan bugün destekçi konumuna gelmelerinin sorunsallaştırılacak bir yanı olmalı elbette. Diğer sorun ise bir yandan icracı bir makam olarak cumhurbaşkanlığına karşı çıkarken diğer yandan Demirtaş kampanyasında Demirtaşlı bir Çankaya’yı politik sorunların halledilmesinde kilit bir makam biçimde değerlendirmek. Üstüne üstlük Demirtaş için oy çağrısı yapmayı, kendini yine tepede bir yerde konumlandırarak bir nevi Kürt hareketine destek ihsan etme işine çevirmiş bir zümre de var. Beyaz Türklüğün demokratlık alamet-i farikasının ihsan düzeyinde kalması hepimizi düşündürmeli.
Cumhurbaşkanlığı seçimi Kürt hareketi ile Türkiye’de AKP’ye muhalif geniş kitlelerin barışmasının bir vesilesi olabilirdi. Gördüğüm kadarı ile bu gerçekleşmedi. Sayın Demirtaş’ın AKP’yi hedef alan tüm eleştirel çıkışlarına rağmen ‘çözüm süreci’ ve kültürel yakınlık nedeniyle Kürt seçmenin önemli bir kısmının Erdoğan’ı ikinci turda destekleyeceği savı bu barışamama halinde şüphesiz etkilidir. İkinci olarak böylesine bir ‘barışma’ için psikolojik bariyerlerin aşılması ve karşılıklı özeleştiri verilemesi gerekiyordu ki tarafların çok da böyle bir niyeti olmadığı aşikar. Dolayısıyla görünen o ki; Demirtaş kendisine duyulan tüm sempatiye rağmen otantik tabanı dışında oldukça sınırlı bir sol çevreden destek alacak ve gözler ikinci tura çevrilecek.
Çıkış nerede?
Cumhurbaşkanlığı seçiminin Türkiye seçmeninde büyük bir heyecan ve siyasal mobilizasyon yarattığı söylenemez. Bu sadece Erdoğan kazanır argümanı ile de ilgili değil; asıl mesele Türkiye seçmeninin bu seçim maratonundan ve bildik siyasetten artık sıkılması.
10 Ağustos öncesinde otoriter muhafazakârlığın adayı var; Türk-İslam sentezci kanat ile memnuniyetsiz Kemalistlerin de öyle ya da böyle adayı var; Kürt siyasetinin adayı var ancak sosyal demokratların, sosyalistlerin adayı yok. Demirtaş onların da adayı diyebilirsiniz; ancak birçok sosyalistin nazarında çok kültürlülük, mağdurların sesi olma ve özgürlük söylemi tek başına sol adaylık için yeterli değil. Merkeze sömürüyü, gelir adaletsizliğini ve yoğunlaşan sınıfsal tahakküm biçimlerini koymadığınız da sol cenahta kocaman bir boşluk oluşuyor. Bundan sonraki süreçte Kürt siyaseti ile Türkiye solunu yeni bir dönemin beklediği ve seçim sonuçlarının bu döneme ruhunu vereceğini ileri sürebiliriz. Kürt siyaseti kendi politik hattında önemli bir çıkış gösteriyor, Türkiye siyasetinde müthiş bir etki yaratıyor peki ya Türkiye solu? Asıl ilgimizi seçimlerin sonrasında yapacaklarımıza yoğunlaştırmak ve seçimli istibdat yönetiminin derinleşmesini önlemek için siyasi hat belirlemek olmalı. Özgürlükçü bir anayasa, sosyal adalet vurgusu, sokak ile temasta olan yaratıcı bir eylemlilik ve yeni muhalefet ağları örmek dışında seçenek var mı? (GGÖ/HK)
Elvan Salman Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler mezunu iletişimci. Dijital İletişim alanında çalışıyor, iletişim ve siyaset bilimi penceresinden sosyo-politik konularda yazıyor. |