bianet'in 12 Eylül'de halkoylamasına sunulan anayasa değişikliği paketiyle ilgili, kimin, neden evet, hayır ya da boykot dediğini okuyabileceğiniz dizisindeki diğer yazıları görüntülemek için tıklayın.
2007 seçimlerinden bu yana Türkiye'de AKP ve Kemalist kutuplaşmasına alternatif, Kürtlerin ve solcuların inşa ettiği bir siyaset alanı oluştu. Anayasa referandumu, Kürtler, emekçiler ve ezilenler için bir çekim merkezi olagelen bu alternatif alanı hedef alıyor. Bu tehdidi bertaraf etmeye yönelik alınan boykot kararı, doğru bir karar.
Taktiksel kararlar
Boykotu daha iyi anlayabilmek için taktik ve strateji ayrımlarından bahsetmek lazım. Strateji, bir siyasi akımın uzun dönemli planları ve üzerinde yürümeyi amaçladığı genel çizgidir; taktik ise bu stretejiyi uygulayabilmek için bir hareketin atacağı somut adımlardır. Taktikler stratejik planlarla çelişmezler, çok daha esnektirler ve tam da o günkü ve o yerdeki somut koşullara göre alınmış kararlardır. Boykot yapmak veya seçimlere katılmak da işte böyle taktiksel kararlardır.
Bugün referandumda boykot kararını aldıran koşullar nelerdir? Türkiye 2000'ler boyunca AKP ve Kemalist blok (CHP, ordu ve sivil bürokrasinin üst kademeleri) arasında devlet erki üzerine yaşanan büyük bir iktidar mücadelesine sahne oldu.
Darbe girişimleri, parti kapatma, Ergenekon operasyonları ve benzeri çeşitli araç ve yöntemler, egemen siyasi fraksiyonlar tarafından sonuna dek kullanıldı. Ama yetmedi, aynı zamanda hem AKP hem de Kemalistler halk desteğine de ihtiyaç duydu. Bu amaçla, son on yılda toplum, bu iki egemen burjuva siyasi grup tarafından, tarihte eşi benzerine az rastlanır bir ölçüde mobilize edildi. Toplumsal hayat, baştan aşağı bu siyasi mücadele tarafından örgütlenmeye başladı.
Bu noktada ben, Türkiye'de toplumun, burjuva siyasi kanatlar tarafından aşırı politize edilmiş olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de halk siyasetle hep ilgili olmuştur, bu da kuşkusuz olumlu bir durum.
Ancak benim aşırı siyasallaşmadan kastettiğim şey toplumun siyaset ile ilgilenmesinin ötesinde bir durum: Bugün artık en gündelik meseleler bile ancak AKP-Kemalist ekseninden anlamlandırılabiliıyor. Halk, devlet iktidarı için mücadele eden egemen kadroları güçlendirecek ve onların yelkenlerini şişirecek şekilde iki kutba ayrılıyor. Burjuva siyaseti dışında kalmış olan gündelik veya örgütlü alternatif alanlar burjuva içi mücadele tarafından işgal ediliyor.
Mesela geçen günlerde çok sevdiğim bir hocam, en yakın arkadaşları ile son derece sıradan şeylerden bahsederken bile konunun anında AKP-CHP'ye evrilmesinden şikayet ediyordu. Bir arkadaşı "havalar çok sıcak"demiş, öbürü de "tabii o kadar kadrolaşırlarsa meteorolojide, biz de böyle sıkıntı çekeriz" demiş. Sıkı bir tespit. Hepimizin başına gelmiştir, en basit bir aile ya da komşu toplantısı bile bir anda şiddetli bir AKP-CHP kavgasına dönüşebiliyor, kişiler kendilerini katı bir taraflaşma içinde AKP ya da CHP'yi savunmak durumunda hissediyor.
AKP ve Kemalistler arasındaki güç çekişmesi
Demem o ki, 2000'lerde AKP ve Kemalistler arasındaki güç çekişmesi, çeşitli sınıfsal ve uluslararası ittifakların da devrede olması neticesinde, her iki tarafın da hemen hemen eşit güçlere sahip olduğu bir dengede cereyan etti.
Böyle bir güç dengesi, savaşın şiddetini, savaş aygıtlarını ve de mobilize edilmesi gereken toplumsallığı giderek üst düzeye çıkardı. Bu durum, AKP'nin de CHP'nin de çok ama çok işine geldi. Zira, her iki parti de kendi rakiplerini tasfiye ederek Türkiye siyasetini domine etme kapasitesine ulaştılar. AKP, Türkiye tarihindeki en kudretli iktidar partisi olarak ortaya çıktı, orta sağ ve İslamcı siyasi partilerin üzerine oturdu. Aynı şekilde, CHP, on yıl evvel barajı zar zor geçerken, bugün DSP, SHP, Sarıgül hareketi gibi sosyal demokrat hareketleri tasfiye etti ve yüzde 25'lik bir siyasi güç haline geldi.
Alternatif siyasi alan
Bu süreci sekteye uğratan tek şey ise, başka bir yerlerde alınan bir taktiksel karardı. DTP ve Türkiyeli sol/devrimci güçler 2007 genel seçimlerinde son derece başarılı bir ittifak ve seçime katılma kararı alarak Bin Umut Kampanyası'nı düzenlediler. Türkiye'nin her yerinde yapılan etkin seçim çalışması ve kazanılan 23 sandalye, başarının göstergesiydi. Ardından, 29 Mart yerel seçimlerinde yine benzeri bir taktik ile 90'ın üzerinde belediye ve çok sayıda yerel yönetim kademesi kazanıldı. Bütün bunlar, AKP ve Kemalist kutuplaşması dışında bir Kürt/sol iktidar alanı yarattı ve bu alan da emekçiler, ezilenler ve Kürtler için bir çekim merkezi oldu. Bu alternatif siyasi alanın oluşturulması bir stratejiydi; seçimlere ve referanduma katılıp katılmamak ise bu doğrultuda alınmış taktiksel kararlar oldu.
Bugünkü referandum, önceki seçimlerden farklı olarak, alternatif bir cephenin sürdürülmesine izin vermeyen bir oylama. Yani, referandumun sorduğu Evet/Hayır sorusu, var olan AKP/Kemalist polarizasyon ile birebir örtüşüyor ve bunun dışındaki alanları erimeye itiyor. Evet/Hayır ile AKP ve CHP, birbirlerinden oy kapmaktan ziyade, dışarıda kalan ve önceden kapamadıkları oyları kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Bu da, Kürtlerin ve solun oluşturduğu alternatif cephenin tasfiyesi, bunun CHP'ye ve büyük ölçüde de AKP'ye eklemlenmesi ve de siyasetin iki burjuva gücü arasında yenide polarize edilmesi anlamına gelecek.
Kürtlerin ve solun 2007 ve 2009'da seçimlere katılma taktiği, AKP ve CHP'ye alternatif bir alan yaratmış ise, bu stratejiyi devam ettirecek olan da 12 Eylül boykot taktiği olacaktır. Bir önemli nokta da şu ki, taktiksel kararlar, hem dış koşullara, hem de kararı alan öznenin örgütsel koşullarına göre şekillenirler. KCK operasyonları ile hukuk dışı bir şekilde 1500'den fazla yerel aktivisti içeri alınan BDP'nin "Evet ama şu", "Hayır ama bu" tarzında, yani boykot dışında başka bir taktiği uygulayabilecek örgütsel kapasitesi hırpalanmıştır.
BDP'yi, sanki özgür alanda siyaset yapabilen bir partiymiş gibi görüp eleştirenlerin, BDP üzerindeki bu şiddet aygıtını görmesi gerekmektedir. Bunun yanı sıra, BDP'nin kendi açıklamalarında da belirttiği gibi, tüm anayasa sürecinde AKP, BDP'nin Acil Demokrasi Paketi'ni yok saymış, BDP'nin verdiği on değişiklik önergesini, ve sayısız randevu talebini de reddetmiştir. AKP Kemalistlere karşı elini güçlendirecek bu anayasa paketini tek başına hazırlamıştır, şimdi de bize onaylatmak istemektedir.
Bir tarafta yıllardır emekle kurulan alternatif bir siyasi alanın tasfiyesi tehdidi, diğer yandan da AKP'nin Kemalistler karşısında alacağı bir galibiyetten bize de düşeceği söylenen birkaç kazanç.
Kürt açılımı sırasında KCK operasyonları ile en fazla sayıda tutuklama gerçekleştikten sonra, AKP merkezli demokratik projeler doğal olarak şüphe uyandırıyor. Üstüne üstlük, AB müzakere süreci öncesinde ve sonrasında bugünkünden kat be kat "radikal" anayasa değişiklikleri yapılmıştı.
12 Eylül anayasası bundan evvel 16 defa değiştirilmişti, bir çoğu bugünkünden daha ciddi değişikliklerdi, ancak hiçbirinde bu kadar kıyamet kopmamıştı.
Bu koşullarda, bu paketin bu kadar büyütülmesi, sanki 13 Eylül'de farklı bir Türkiye'ye uyanacağız hissiyatının uyandırılması düpedüz bir manipülasyondur. Yaratılan siyasi atmosfer, anayasa değişikliğinin objektif önemini kat be kat aşan bir siyasi mobilizasyondur.
Türkiye'nin makro siyasi dengelerine bakınca, 22 Temmuz 2007 sonrası yaratılan alternatif siyasi alanın korunması için ve anayasa paketindeki değişiklikler bu alanın riske atılmasına değmeyeceği için, ben boykot diyorum. (EY/TK)
* Erdem Yörük, Johns Hopkins Üniversitesi, Sosyoloji öğrencisi.