bianet'in 12 Eylül'de halkoylamasına sunulan anayasa değişikliği paketiyle ilgili, kimin, neden evet, hayır ya da boykot dediğini okuyabileceğiniz dizisindeki diğer yazıları görüntülemek için tıklayın.
Bu Anayasa tartışmasıyla Türkiye'de çok önemli ezberler yıkılıyor. Her şeyden önce kafamızda şablon haline gelmiş olan "yasama, yürütme ve yargı" arasındaki kuvvetler ayrılığı, güç dengesi ve bu kuvvetlerin birbirlerini denetleme kapasitesi hakkında gerçekten yeniden düşünüyoruz. Şimdiye kadar bu üçlüden özellikle yargı ayağının diğer ikisini denetlediği, denetlemesi gerektiği hakkında bir kabulümüz vardı.
Yasama ve yürütmenin meşruiyetinin siyasetten yani toplumsal kesimlerden geldiğini, bu meşruiyetin sınırlarını aştığı zaman, meşruiyeti "hukuk ilkeleri" olan "tarafsız" ve de "bağımsız" yargının müdahale edebileceğini "öğrenmiştik". Bu sınırların nasıl aşılabileceğine ve engellenebileceğine dair de fikirlerimiz vardı; sağlanan çoğunluk oylarıyla yasama ve yürütme tarafından mesela gene bizzat toplumun geleceğine ipotek koyacak diktavari bir rejim tesis edilmeye kalkışılırsa, yargı devreye girecek ve bu tasarrufa "dur" diyecekti.
Ancak, Türkiye'de yaşayan bizlerin, yargı alanının sahip olduğu meşruiyeti pek düşünme imkanımız olmadı. Yargıyı kitaplarda yazıldığı gibi ("tarafsız", "bağımsız") kabul etmiştik. Kitapların üzerine, ordu marifetiyle yapılan darbeleri alkışlayan, sipariş üzerine Anayasa hazırlayan askerlerin verdikleri brifingleri el pençe dinleyen yargıçları gördük. Onların askerlere biat etmesi gibi, biz de onlara etmek zorunda kaldık; başka türlü nasıl olacağını bile bilemedik. Yani biz yargıyı böyle öğrendik. Bu durumu tarafsız, bağımsız, siyaset üstü olarak algıladık. "Siyaset üstü" bir kurum olarak asker nasıl siyaseti denetliyor ve gerektiğinde engelliyorsa, "kuvvetler ayrılığı prensibi"ne bağlı olarak, "siyaset üstü" imajlı yargının da siyaseti aynı şekilde "denetlediğini" düşündük ya da zannettik.
Bugün Türkiye'de yargının söz konusu tarafsızlık ve bağımsızlıkla alakası olmayan, sonuna kadar "siyasi" bir kurum olduğunu çok açıkça görüyoruz. Aslında bugüne kadar bunu görmemiş olmamız da normal; çünkü düzenin var olan egemenlik ilişkileri içinde sürebilmesi için bir yeniden üretim ve tahakküm aracı olarak devlet aygıtının ve varlığının en önemli ayaklarından biri yargıdır. Ve hem devletin hem de onun parçası olarak yargının olabildiğince geniş bir vatandaş kitlesi tarafından kabul edilip, "onaylanması", "inanılması" için, her şeyden önce "tarafsızlık" imajını sürekli olarak üretmesi gerekir. İşte bugüne kadar, devletimizin, ordusu ve diğer ideolojik aygıtları vasıtasıyla (zorla ya da güzellikle) sağladığı biat ve aidiyet dikiş tutmuyor.
Çünkü bizim "ikna olmamız" için gereken imajın cilaları dökülmeye başladı. Bu cilanın dökülmesinde, toplumun artık değişmekte olması ve hareket eden ve mücadele içinde değişen toplumun yenilenen bir devlet ve yargıyı dayatıyor olması bunda en temel rolü oynuyor. En basit ifadesiyle yeni topluma yeni bir devlet organizasyonu ve yeni bir yargı gerekir; eski söylemi, eskinin içinden çıkan yeni bir söylem yıkmaya başlamıştır. Yani "tarafsızlık" imajı arkasında kendini saklayabilen "gerçek iktidarın" hiç de tarafsız olmadığı, yargının ise kaybetmekte olan bir eski rejimin "ideolojik payandası" ve basbayağı "siyasi" olduğu açığa çıkmıştır.
Bu durumda, yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkiyi yeniden düşünebiliriz. Eğer yargının görevi yasama ve yürütmeyi denetlemek, bu iki kuvvetin demokrasiden ayrılmasını engellemek ise, dengeyi yeniden üç taraflı düşünüp, yasama ve yürütmenin görevi de yargıyı denetlemek ve onun "demokrasi" sınırları içinde kalmasını sağlamaktır.
Aslında yargının "siyasi" olduğunu öğrenmemiz önemli bir kazançtır. Bu "siyasilik" var olan düzene "göre"dir. Düzen egemenlik ilişkilerini zorla ve otoriter ilişkiler içinde tesis edip korumaya çalışıyorsa, yargısı da bu düzene uygundur. Eğer egemenlik ilişkileri daha müzakereci, toplumsal aktörleri muhatap alan bir yapıdaysa, yargısı da benzer şekilde demokratik bir yapı üzerine kuruludur.
Nasıl yasama organının (Meclis'in) tek bir elde toplanmasına karşı çıkıyorsak, toplumun farklı seslerinin yansıyacağı bir kurum olmasını istiyorsak, nasıl yürütmenin (hükümetin) diktatoryal bir yapı haline gelmesini, anti-demokratik yasalar çıkarmasını istemiyorsak ve bunların yargı organıyla birlikte birbirlerinden hem ayrı hem de karşılıklı denetleyebilen kapasitede olmasını istiyorsak, yargının da tek bir kastın eline geçmiş bir "iktidar" olmasını istemiyoruz.
Demokrat Yargı Derneği'nden Osman Can'a referansla şunu da ekleyebiliriz: Şimdiye kadar "siyasi iktidarı" gözümüzde sloganlaşmış ezberlerimizde "hükümet" olarak tahayyül ettik. Oysa "gerçek siyasi iktidar" (Türkiye'de Marksist teoriyle iştigal eden ve "sol" olarak varlık gösteren bazı grupların egemenlik aygıtı olarak devleti unutup, laikçi damarlarından hareketle, muhalefetlerini AKP "hükümetine" karşı seferber etseler de) devlettir ve yargının esas olarak denetlemesi gereken yapı da genel olarak devlettir.
Yargının bunu yapabilmesi için de devlet yedeğindeki bürokratik seçkinci kastın kırılması gerekir. Evet yargı "siyasi"dir ve kuşkusuz, eğer devlet ve yargı arasında bir ilişki varsa, böyle mutlak bir denetleme hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Ancak gene devlet ile yasama ve yürütme organları arasında da ilişki olmasına rağmen, toplumun yani vatandaşların yasama ve yürütme organlarını etkileyebilme kapasitesi olduğunu kabul ediyorsak, aynı toplumun yargı üzerinde de etkisinin olması gerektiğini pekala kabul edebiliriz. Gene kuşkusuz bu denetleme, yasama ve yürütmede olduğu gibi oy marifetiyle değil; bugün kendi aralarında kısa paslaşmalarla var olan "hukukçular" (yargıçlar) yerine, bizzat bu toplumun hukukçuları vasıtasıyla olacaktır.
HSYK'nin yapısının değişmesi, yüksek yargı organlarının seçiminin daha geniş yargıç kadrolarına yaygınlaştırılması yargının "demokratlaşması" yönünde hayati bir ilk adımdır. Başka bir deyişle, bu adım sayesinde "yasama, yürütme ve yargı" arasındaki ilişkiyi "demokrat yasama, demokrat yürütme ve demokrat yargı" arasındaki ilişki olarak yeniden düşünebilecek durumdayız...
Bu Anayasa reformunun attığı en önemli adım yargının ve dolayısıyla devletin biz "aşağıdaki fanilere" doğru iniyor olması ve gene biz bireylerin yani vatandaşların şimdiye kadar "dokunulmazlık ve tarafsızlık" zırhı arkasına saklanmış olan kastın dünyasına, "yukarılardaki Olimpos'a" doğru çıkıyor olmamızdır.
Tabii ki biz sıradan vatandaşlar "yargıç" değiliz; ama bizim taleplerimiz var. Ve bizim taleplerimizi duyan ve Kenan Evren'i ve onun gibileri yargılayacak, darbelere "bu demokrasiyi bozar" deme cesareti gösterecek yargıçlara ihtiyacımız var. Dolayısıyla bu Anayasa paketinin 12 Eylül'le doğrudan alakası var... En azından, Ferhat Sarıkaya'lar, Sacit Kayasu'lar Evren hakkında dava açtıkları zaman meslekten ömür boyu men edilmeyecekleri için alakası var...
Dolayısıyla, "evet" diyenler içinde net bir şekilde "yetmez ama evet" diyenlerin tavrı tevazu ve özgüven içeriyor... Yani bir yandan toplumsal değişimin önünü açacak olan bu Anayasa değişikliklerinin yetersiz olduğunu biliyor, ancak en ideal Anayasa'yı yapabilmek için gereken güce sahip olmadığını, o güce sahip olsa bile, hiçbir zaman "mükemmel Anayasa"yı yapamayacağını, bu "mükemmel"e yakın bir Anayasa'yı yapmak için ise tek başına olmadığını biliyor.
Ancak, diğer yandan, bu yolda yürürken, siyaset yapma kapasitesine, sahip olduğu fikirlere, hayaline güveniyor. Toplumsal hayatta, siyasete dahil olmak, içeri girerek aktör olmak istiyor.
Bu tavır, devletin tepesindeki kendini dokunulmaz kılmış, her şeyi kontrol eden, gözetleyen ancak denetlenmeyi reddeden kastın ve seçkinciliğin kibirinin kırılması için "adım atmak" ve "siyasete evet" demek anlamına geliyor.
Bu Anayasa paketine uzanan yol toplumsal talepler ve mücadelelerle ortaya çıktı. Bundan sonra da açılacak kapıların ardından mücadele devam edecek. Çünkü "ideal Anayasa" ya da "yeryüzü cenneti" yok; ama bunu bilerek, cennet için mücadele etmenin getirdiği keyif var. (FK/TK)
* Ferhat Kentel, Doç. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi.