Batılaşma hangi değerlerle gerçekleşiyor?
Öte yandan, diyalektik bir gelişme izleyen Batı, kendine eleştirel bakan, kendini yıkan ve yeniden yapan düşünce ve eylemlerin dünyasını da temsil ediyor. Örneğin, insanın hak sahibi ve özgür bir varlık olarak ortaya çıkmasında Batının payının büyük olduğunu teslim etmek durumundayız.
Aciz, zavallı, tebaa, uyruk, köle insanla başlayan bu yolculukta Batı, insanı ve insanın yaratıcılığını önemseyen Rönesans, Aydınlanma gibi dönemeçlerden geçmiş, dinde reformu yaşamış, insanı asıl varlık kabul eden ve özgürlüğünü amaç edinen düşüncelerle zenginleşmiş, insanı özne kılan demokratik uygulamaları öne çıkarmış, güce karşı hukuku, sömürüye karşı eşitliği ve adaleti var kılmaya çalışmış ve tüm bu gelişmelerle öteki toplumlarla arasını açtığı gibi, öteki toplumlar için de izlenmesi gereken bir yol yaratmıştır.
Kuşkusuz bu noktada, kendi dışındaki dünyalar için pek geçerli olmayan veya o dünyalar pahasına kurulan bu değerler konusunda Batıyı sorgulamak mümkün. Ancak şu soruyu sormak bana daha anlamlı görünüyor; kendi dışındaki dünya açısından Batılılaşma bugün bu değerlerle mi gerçekleşiyor?
Batının söylemine bakarsak bunları kendi dışındaki dünyalar açısından da istediğini söyleyebiliriz. Ancak uygulamaya bakıldığında, yeryüzündeki büyük güç dengesizliğinin varlığını, hukukun değil güç ve çıkar ilişkilerinin geçerli olduğunu, insan ve toplumun değil ekonomik dayatmaların önde geldiğini yadsımak kolay görünmüyor. Bunları dayatan da yine Batı. Bu nedenle Batının kendi içinde kavga da sürüyor.
Kapitalist Uygarlık
Çatışmaları bir yana bırakır ve yaratılan reel dünyaya bakarsak, şöyle bir saptama yanlış olmasa gerek; Batı, bir yandan hâlâ dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlerde kendi payını görmezlikten gelmeyi ve oralara uygarlık götüren Beyaz Adam rolünü sürdürmeyi kendine yakıştırıyor, öte yandan şimdi piyasanın güya özgürlükçü koşulları altında hem bir bedel ödemeksizin hem de meşruiyet kazanarak egemenliğini sürdürmenin yolunu buluyor.
Kuşkusuz, ABD ve Avrupa gibi güçler arasında da farklar söz konusu, ancak siyasal anlamdaki bazı ayrılıklara karşın büyüme, kâr, verimlilik, rekabet gibi konularda önemli bir benzeşme olduğu da ortada. Hele dış dünya söz konusu olduğunda tek belirleyici olanın, sermayenin mantığı olduğunu yadsımak kolay değil.
Aslında Batının kendi içindeki kavgası da burada. Ürettiği insanlık değerleri kapitalist büyümenin reel dünyasında geçerli olamayınca Batı kendi içinde de çatışma içine girmekte; ancak bu kavganın asıl sahibi olması gereken Sol, ne yazık ki, büyük ölçüde bu kavgada alması gereken yeri alamamış durumda.
Özetle, bugün için küreselleşen kapitalizmden söz ederken, gerçekte kapitalist mantığın dünyaya hükmetme durumuna geldiğinden söz etmenin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Yalnızca sermayeyi değil, sıradan insanları da içine alan bu mantığın sermayenin sahip olduğu güçten daha önemli olduğunu düşünmek için epeyce nedenimiz var.
Böyle bakıldığında, yalnızca üretim araçlarının mülkiyetini değil, büyümenin, teknolojik gelişmenin, üstünlük arayışının, rekabetin arkasındaki bu mantığı sorgulamanın da, tüm anlam dünyamızı, yaşam alanımızı kuşatan bu derinliğini önemsemenin de gerekli olduğunu düşünüyorum.
Hardt ve Negri bugünkü küresel düzeni merkezi olmayan, dağınık ve muğlâk bir imparatorluğa benzetiyor. (1) Ben bunun yerine, kapitalizmin mantığıyla inşa edilen, Batısı ve Doğusu, vatanı ve milliyeti olmayan, sermaye dışında sıradan insanı da içine alan kapitalist uygarlık gibi bir nitelemenin pekala mümkün olduğunu düşünüyorum.
Bugün bir veya birkaç alanla sınırlı kalmayan, alışkanlık, davranış, yaşam biçimi olarak tüm toplumsal sistemler üzerinde etkili olan ve insanı birçok yönden kuşatan/biçimlendiren kapitalist mantığın egemenliği ile çevrilmişsek, bunu bir uygarlık tanımlaması içinde düşünmek çok da yanlış olmasa gerek.
Bu mantığın Batının batılılaşmasında epeyce etken olduğu bir gerçek, ancak bir bütün olarak onun sonunu hazırlaması da olasılık dışı değil. Örneğin Batının siyasal anlamda temsil ettiği değerler arasında insan, insan hakları merkeze alınmış görünse de, kapitalist mantık içinde insan, hem akıllı ve çıkarcı bir insan- homo-economicus hem de insan olduğu için değil bazı fonksiyonları nedeniyle önemli. Bunun, insanın varlığı ve özgürlüğünü geliştiren bir bakış açısı olmadığı ortada.
Güç ve kontrolün aracı: Para
Liberalizmin iddialarına gelirsek, özgürlüğün önemini ilkesel olarak kabul etsek de dayandığı varsayımlar ve uyguladığı politikalarla bir aldatmacaya dönüştüğünü yadsımak mümkün değil. Kim için, hangi insan için özgürlük söz konusu sorusu bir yana, özgürleştiğini düşünen insanın aslında kendini araçlaştıran sisteme sımsıkı bağlarla bağlandığını görmemek mümkün mü?
Bugün, güç ve bağımlılık ilişkileri bütün haşmetiyle varlığını koruyor ve insanın, yaratıcı/üretici yanıyla da tüketici/ bozucu yanıyla da sisteme tâbiiyeti sağlanıyor. Para ve başarının da, hem bir güç hem bir kontrol aracı olarak kullanıldığı bir gerçek.
Biraz abartarak da olsa, herkesin birilerinin önünde eğildiği bu düzen içinde, aşkınlığı temsil eden ilahi gücün para olduğunu söylemek yanlış görünmüyor. Ancak bu ilahi gücün, özgürleştirici olduğu kadar tutsaklaştırıcı bir güç olduğu da kuşkusuz. Bilmiyorum, bu kıskaç içinde insanın siyasal ve sosyal varlığının giderek önem kazandığını mı, önemini yitirdiğini mi düşünmeliyiz?
Siyasal sistem çok zaman tökezlediği gibi, demokratik mekanizmalar da ya yetersiz kalıyor ya da birilerinin elinde varlık nedenlerini yitiriyorlar. Örneğin demokrasinin neye yaradığı, ne ürettiği konusunu sormak, sorgulamak uzun süredir mesele olmaktan çıkmış durumda. Siyasal eşitlik anlayışının ya da demokrasinin asıl işlevi nedir sorusunu bile unuttuk.
Tüm bunları kapitalist mantığa bağlamak ne kadar doğru olur? Herhalde bu noktada Marxın, burjuvazinin üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, insan ile insan arasında çıplak öz-çıkardan, katı nakit ödemeden başka bir bağ bırakmadığı (2) yolundaki görüşünü hatırlamakta yarar var.
Bu çıkara dayalı bağ, hem kapitalizmin mantığını harekete geçiren temel dürtü hem de onu var eden ve güçlendiren temel etmen. Bugünkü dünya da, ekonomisiyle, siyasetiyle, insan ilişkileriyle bu çıkarcı mantık ve yaklaşım üzerine kuruluyor. Kuşkusuz basit ve kabaca değil, türlü inceliklerle. Hemen hepimiz de bu incelikli oyunun bir parçası durumuna geliyoruz.
Sonuç olarak, geçmiş uygarlıklar gibi, bugün de büyümek ve güçlenmek için insanı ve insanın zaaflarını kullanan bir sistem karşısındayız; dolayısıyla bu sistem içinde yalnız kapitalizm değil aslında tek boyutlu ve tehlikeli biçimde araçsallaşmış insan, insanlığın bugüne dek çeşitli uygarlıklar içinde biriktirdiği birçok şeyi tehdit edici özellikler kazanıyor.
Bu nedenle küreselleşen kapitalizmi de, yalnızca sömürü veya eşitsizlik gibi sonuçlarıyla ele almamak, daha önemlisi insanı, insanlığı, yeryüzünü ve yaşamı tehdit eden türde ilişkileri üretip güçlendiren bir mantık ve işleyiş olarak anlamak çok daha anlamlı görünüyor.
Sol tartışmayı nerede kurmalı?
Belki, solun yanlışı da, bunalımı da bu mantığı yeterince önemsememesinde. Kapitalizmle mücadelesinde Aşilin topuğunu bilemediği gibi, bu tehlikeli noktayı yeterince görünür kılamadığından mücadele saflarını da genişletemiyor. Bu nedenle geçmişte kapitalizmin karşısına çıkardığı mücadele araçlarını bugün küresel ve ulusal düzeyde var etmesi de zorlaşıyor, kendi kaygılarına ortak edecek insanları da elden kaçırıyor.
Özetle, hem dünyada hem de Türkiyede solla ilgili tartışmalar sürerken, biraz da tüm insanlığı içine alan bu anlam dünyasının, bu insan ilişkilerinin, bu mantığın sorgulanması gerek diye düşünüyorum. Bu anlamda sorunu da, yalnızca kapitalizm-sosyalizm veya sermaye-emek diyalogu/mücadelesi içinde değil çok daha geniş spektrumlu bir alan içinde ele almak gerekiyor.
Küçük bir örnek: Bugün çalışmanın anlamı üzerine esaslı bir tartışma yapmadan, emeği tanımlamak veya istihdam ve işsizlik sorunu üzerine bir şeyler söylemek sol için ne anlamlı ne mümkün. (MK/EK)
___________________________
(*) Prof. Meryem Koray, Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesidir.
(1) M. Hard ve A. Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.
(2) K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, Ankara, 1976.