Esad cezalandırılacakmış!
Nasıl olacak, nereden ve ne kadar olacak; ne işe yarayacak? Yorum çok; okuyup duruyoruz. Cezalandırılsın..... Yıllardır Esad halkım dediği insanları cezalandırdı. Sonra muhalefet güçleri onun tarafını tutanları cezalandırmaya başladı. Ceza üstüne ceza yani....
İyi de, asıl cezalandırılanlar insanlar değil mi? Yalnız ölümler ve sakatlıklar değil, yalnız evinden ve toprağından koparılıp meçhule zorlanmak da değil; yüzyıllar içinde birikmiş tarih, kültür, zenginlik ne varsa onlara da kıyılıyor. 100 bin insan ölmüş....Yüz binlercesi evinden, toprağından uzakta.... Bağdat kalmamış, Halep yok, Şam perişan!
Yani Saddam’a olduğu gibi Esad’a da acıyacak değilim. Ama Irak’ta olduğu gibi, Suriye’de olanlara da içim yanıyor.
Birileri gidiyor; birileri geliyor ama “insanlık ve medeniyet” umudu adına ne varsa onlar da elden gitmekte.
Her şey daha iyi adına yapılıyor ya, iyilik bir türlü gelmiyor!
Bu yüzden, teknolojik gelişmelerle şaha kalkmış görünen dünyanın, ölüm ve acılar, yoksulluk ve çaresizlikler, yakıp yıkmalarla inlediğini biliyoruz.
Bunlara bakıp, “reel dünya dediğimiz bu sistem mi daha acımasız, yoksa insan mı?” diye düşünüp duruyorum. Sonra da, bir yanım, bu sistemi yaratan da insan değil mi diye soruyor, öteki yanım, öyle de olsa yaratanlarla boyun eğenler farkı olmalı diyor.
Mesela, insanın zengini, güçlüsü gibi, gelişmiş ülkeler de bu kavga ve gürültü, bu şiddet ve belayı geride bırakmış olmanın “medeniliğini” yaşıyorlar ya, bu dünyanın acımasızlığı ve şiddetinden ne kadar uzak oldukları tartışılır. Yalnız geçmişteki günahlarıyla değil, bugün gelişmiş silah sanayileri ve tacirlikleriyle de bu belanın göbeğindeler. Öyleyse?
Öte yandan, Batı’nın günahları kadar erdemlerini de unutmamamız gibi, belaları ve felaketleri eksik olmayan topraklarda yaşananların tüm günahını da onlara yükleyemeyiz. Oralardaki cehennemlerin gerisinde, dinden kabileye uzanan farklılıklar ve tetiklediği iç savaşları, diktatörler ve diktatörü var eden koşulları, zenginliklerden aslan payını alma arayışlarını, eğitimsizlikten ve yoksulluktan gelen şiddet gibi birçok faktörü görmek gerek.
O nedenle değil midir ki, Batı, geçmişe olduğu gibi, bugün de dünyaya demokrasi, insan hakları, serbest piyasa adı altında “medeniyet” öğretiyor! Öğretme yolları değişti tabii; şimdi vahşi yöntemler yerine, -ola ki, zenginliğini sürdürecek pompaları çoktan döşediğinden- daha “medeni” yöntemler kullanmakta. Ancak kullanılan yöntemlerin daha ironik mi, daha acımasız mı olup olmadıkları tartışılır!
Örneğin, birçok ülkenin ve halkın savaş için de, barış için de Batı’nın himmetine, zenginin gayretine muhtaç olmalarını iki tarafa da koymak mümkün.
Herneyse Doğu dendi mi Batı’yı tartışmak adettendir de, olan bitenlerde Batı ve getirdiği sistem kadar insanın payına den de söz etmek gerekiyor. Her gün daha da bencilleşen insandan mesela; güce tapması, güçlünün kuyruğundan ayrılamaması mesela; söze gelince kendisine pek yakıştırılmayan açgözlülük, tamahkarlık, iki yüzlülüğü gibi meziyetlerinin(!) artışından mesela.
Uzun sözün kısası, despotu da despotluğu da, sistemi de açgözlülüğü de besleyen insan değil mi? Kendine demokrasi, kendine özgürlük arama peşinde oluşu bilinmiyor mu? Farklılık ve çoğulculuk masalları anlatırken, günlük yaşamında bile yandaşlıklar ile karşıtlıklar arasında gidip geldiği görülmüyor mu?
Mesela bugüne gelelim. İnsanlıktan söz edeceksek, yalnız Suriye’de, Mısır’da olanlar değil, dünyada sürüp giden ve bitmeyen savaşlara “dur” demek için sokağa çıkmak gerekmiyor mu?
Merhamet ve empati, din, mezhep veya ırkla sınırlı oldu mu, merhamet olmaktan çıkar, siyaset olur diye düşünmek gerekmiyor mu?
Peki ne yapılıyor?
Umutsa yine insanda tabii..
Mesela, 1 Eylül Pazar günü saat 13 00’de, İstanbul kıyılarını bir baştan bir dolaşacak barış zincirinden söz etmek isterim. Başka illerde de olacakmış... Düşünün kilometrelerce uzanan insan zinciriyle, seni, beni olmadan barıştan söz ediliyor.
İnsanlık adına ve haydi hep beraber....
Gidelim, hatta daha iyisini düşünelim. Bütün Türkiye’de, elele tutuşarak bağlanmış bölgeleri, illeri; farklılıklarıyla bir araya gelen halkları ve insanları düşünelim ve isteyelim.
Daha da öteye geçip, Suriye’ye, Irak’a, Mısır’a uzanalım.
Müslüman olmak adına değil, insan olmak adına “ölümler dursun, barış gelsin” diye haykıralım.
Daha da güzeli ise, bu zinciri ve haykırışı, gelişmişi, gelişmemişi bütün ülkelere, Müslüman, Hristiyan, Musevi, Budist, dinsiz, kim varsa bütün insanlara uzatmanın yollarını aramak.
Umutları ve gelecekleri kurtarmak adına, yine insandan ve insan hayalinden başka çaremiz var mı! (MK/HK)
* Meryem Koray'ın yazısı Birgün gazetesinde yayınlandı.