"Burjuvazi her nerede üstünlüğü ele geçirdiyse orada bütün feodal, ataerkil, kırsal ilişkilere son verdi. İnsanı 'doğal üstler'ine bağlayan sayısız feodal bağı acımaksızın koparıp attı, insanlar arasında kendi çiğ çıkarları ve duygu nedir bilmeyen 'nakit ödeme' dışında hiç bir bağ bırakmadı.
"Dinsel ateşin semavi çığlıklarını, şövalyece coşkuyu, sofuca duygusalIığı bencil hesabın buzlu sularında boğdu. Kişinin kıymetini değişim değerine çevirdi, fermanlarla güvence altına alınmış sayısız özgürlüğün yerine şu tek, hikmetinden sual olunmaz özgürlüğü, Serbest Ticaret'i geçirdi. Tek kelimeyle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla örtülü sömürünün yerine çıplak, utanmak bilmez, dolaysız ve kaba sömürüyü geçirdi."
İnsanla insan arasındaki ilişkide “bencil hesap” dışında hiçbir bağ bırakmayan piyasanın doğuşu ve yükselişi başka pek az metinde Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’da yaptıkları kadar çarpıcı ve kuşatıcı bir biçimde resmedilmişti.
Engels, kapitalizmin kabesi Londra’da geçirdiği ilk birkaç günden sonraki gözlemlerini özetlediği “İngiltere’de İşçi Sınfının Durumu” başlıklı kitabında piyasanın yükselişiyle insanlığın çöküşü arasındaki karşıtlığa dair gözlemlerini şöyle dile getiriyordu:
“Bu metropolün dış mahallelerini gezen herkesin ilk farkına vardığı şey, Londralılar’ın kendi insani tabiatlarının en iyi niteliklerini feda etmek zorunda bırakıldıklarıdır (…) Birbirine karşı acımasız kayıtsızlık, her bir bireyin kendisini ötekilerden duygusuzca özel çıkarı için yalıtması, insanlar dar bir alanda gitgide kalabalıklaştıkça daha da itici bir hal alıyor.
"Ve insan, bireyin bu yalıtılmışlığının, kendi dar çıkarına gömülmüşlüğünün toplumumuzun temel ilkesi olduğunun ne denli farkında olursa olsun, bu hiç bir yerde, bu gitgide daha kalabalıklaşan kentte olduğu denli yüzsüzce, bu denli bilnçli bir biçimde dışa vurulmuyor. İnsanlığın, her birinin ayrı bir ilkesi olan monadlara, bir atomlar alemine dönüşerek birbirinden ayrışması burada en uç noktasına varıyor.”
Sonraki 150 yıl, insanlığın “kendi öz tabiatına uygun” bir hayat ve üretim tarzına ulaşmak için giriştiği -iki dünya savaşı, yerel ve bölgesel savaşlar, nükleer savaş tehdidiyle kesintiye uğrayan- muazzam sınıf mücadeleleri, bir birini tetikleyen devrimler ve kurtuluş savaşlarıyla geçti.
"Aman Piyasalar" Sysphos ruhuyla sarfedilen bir çaba ürünü
Ne var ki, kapitalizmin kabesinde (19. Yüzyılda Londra, 20. Yüzyılda New York) gerçekleşmesi beklenen dünya–tarihsel atılımlar geciktikçe, piyasa, eleştiricilerinin elinden kurtulmayı başardı. Berlin Duvarı’nın yıkılışyla birlikte “efsane geri döndü”: “Piyasanın gizli eli ekonomik ilişkilerin biricik düzenleyicisidir.”
E. Ahmet Tonak’ın Birgün gazetesindeki köşe yazılarından derlediği kitabı “Aman, Piyasalar”, bugün bir Sysyphos ruhuyla Marx ve Engels’in işe başladıkları yere dönmekten yüksünmeyen gündelik çabaların toplamı. Tonak, Marx ve Engels’in “insanlığın insanlıktan çıkışı” diye özetledikleri piyasayı, “insanla insan arasındaki biricik hakiki bağ” diye yeniden kutsamaya ve onu gündelik dilin içinden gizemlileştirmeye girişen sermaye ideologlarının ve onların medyatik temsilcilerinin gayretlerine, gündelik yaşam içinden karşılık veriyor.
150 yıl boyunca dünyanın bütün kıtalarında işçi/köylü ayaklanmaları, sosyalist kuruluş girişimleriyle sorgulanan, sınırlanan, denetlenen, baskı altına alınan, tasfiye edilen “piyasalar”ın ve piyasa egemenliği mekanizmalarının Sovyetler Birliği’nin yıkılması ardından yeniden ayağa kalkışını hayıflanarak izlemek yerine, Engels’in ve Marx’ın yöntemini gündelik hayatın diline çevirerek, piyasanın üzerine yeniden yayılan gizemlileştirme şalını kaldırmayı üstleniyor.
Mücadelenin diline bir katkı...
Örneğin, Hürriyet Gazetesinin burnundan kıl aldırmayan iktisatçısı Ege Cansen buyurmuş: “kapitalizm hayatın kendisidir... Kapitalizm özünde insanlığın ekonomik sürecidir. Ebet müebbettir. Dolayısıyla göçüp gidemez, ortadan yok olamaz” (Bkz. Aman, Piyasalar!, s. 103). Tonak, genel okuyucun gözünden kaçıp giden bu tür babalanmaları yakalayıp, haddini bildiriyor. Okurlarının gündelik mücadeleler içinde işlerine yarar bir dil kurabilmelerine katkıda bulunuyor.
Ya da, özelleştirme furyasında devlet kapitalizmi tasfiye olurken işçilerin özel mülkiyeti çelen bir başka program önermelerine yardımcı olmayı deniyor: “(...) bir üçüncü mülkiyet tasavvuru olarak işçilerin fabrikayı sahiplenmesi ve işletmesi” ( Bkz. Aman, Piyasalar!, s. 109).
Tonak’ın Birgün’deki yazılarının derlemesi, okurlarını, genel olarak iktisadı “normal” insanların anlayamayacağı kadar karmaşık, Marksist iktisadı ise “fakirlik edebiyatı” diye damgalayan popüler bilincin önyargı ve klişelerini gündelik örneklerden yola çıkarak karşılama yolunda anlamlı bir çaba.
Türkiye’de yaşayan büyük çoğunluğun gündelik yaşantısının temel sorunları - yüksek enflasyon, işsizlik, yoksulluk, konut yetersizliği, göç- 40 yıldır hep aynı kaldığına göre, Tonak’ın “Aman, Piyasalar!”ı gündelik yazılardan oluşsa da önümüzdeki yıllarda da değerinden birşey kaybetmeyeceğe benziyor. (EK/NZ)