Sayın Parkan, bildiğim kadarıyla, tarihin yazılı kültürün ortaya çıkması üzerinden “tarih” ve “tarih öncesi” olmak üzere iki kategoride ele alınıyor olmasından rahatsızlık duyuyorsunuz. Sizce bu ayrım işlevsel değil mi?
Tarihçilerin tarihi tarih ve tarih öncesi diye ikiye ayırmaları neden bu kadar doğal karşılanıyor? Meta üretimine dayalı toplumsal örgütlenmelerin her şeyi paramparça etmesi nedeniyle, bu yaklaşım da insan zihninin paramparça edilmiş olmasından kaynaklanıyor olmasın? Biz 6 milyon yıldır varız. Bu 6 milyon yılın sadece takriben on bin yılı insanın parçalanması, şeyleşmesi sürecidir. Beş milyon dokuz yüz doksan bin yıl boyunca insan bütünsel insandı.
Bahsettiğiniz tarih, tarih öncesi, yani yeterli bilgiye sahip olmadığımız bir tarih olduğuna göre, bunu nereden biliyorsunuz?
Yeterli bilgiye sahip olmadığımızı nereden çıkartıyorsunuz? Elbette yeterli bilgiye sahibiz. İnsanın böylesine tarih öncesi ve tarih içi diye ikiye ayrılmasında sizce bir tuhaflık yok mu?
Sizce bu bakış açısı tarih öncesi ve tarih içi diye insanı mı, yoksa yazılı kültür öncesi ve sonrası, yani bilinen ve bilinmeyen tarih diye tarihi mi ikiye ayırıyor?
Ama ben burada sorunuzu düzeltmek zorundayım: “Bilinen” ve “bilinmeyen” tarih değil, “daha çok bilinen” ve “daha az bilinen” tarih diye… Elbette, şıklardan ikincisi gerekçe olarak kullanılıyor. Fakat burada bilimin kendisinden daha önemli olan bir şey daha var -şimdilik tırnak içinde resmi bilim diyelim; bu konuya tekrar döneriz- o da insanın ta kendisi. İnsan, yazıdan önce ve yazıdan sonra diye ikiye ayrılabilir mi? Biz insan olmayandan geliyoruz. Ama ayağa kalkmamızdan bu yana geçen zaman içinde, bir devamlılık var. Bu devamlılık takip edilmezse, geleceğe doğru almakta olduğumuz yol doğru görülemez.
Size göre bu ayrım sürekliliğin yadsınması anlamına mı geliyor?
Tarihçiler, 5 milyon 990 bin yıllık süreci antropologlara bırakıyorlar. Antropologlar da insan dışı bazı şeylerin peşinde koştururcasına ve iğneyle kuyu kazarcasına, tarihçilerin alanından bağımsız bir canlının izlerini takip ediyorlar. İnsanın yaşamına dair makro bir bakışı elde etmek neredeyse imkansız hâle geliyor. Oysa bizim altı milyon yıllık yaşam sürecimiz içerisinde gerçekleşen sıçramalar, ancak bu sürecin tamamını bir bütün olarak gözlememiz hâlinde görülebilir. “Tarih öncesi” döneme dair, orta öğrenim tarih kitaplarında hepimizin çok iyi hatırladığı bazı şeyler vardır: Taş devri, cilalı taş devri, tunç devri gibi. Tarihçinin, tarih kitabında “tarih öncesi” döneme dair verdiği bu bilgiler teknolojik gelişmeleri işaret ederken, nedense sosyo-ekonomik dönüşümlere dair herhangi bir bilgi hatta ipucu bile bulmak neredeyse imkansızdır. Hem, sahi, bu “tarih öncesi” lafı da ne demek oluyor? Bir şeyin öncesinden ve sonrasından söz ediyorsak, o şeyin bir kırılma yarattığını, dolayısıyla da sürekliliği kesintiye uğrattığını söylemiş oluruz. Elbette bu ayrım sürekliliğin yadsınması anlamına gelir. Şimdi resmi bilim kavramına dönebiliriz.
“Resmi bilim”le kastınız nedir?
Resmi tarih diye bir şey vardır. Resmi ideoloji diye bir kavram vardır. Ve bunlar elbette anlaşılmaz şeyler değillerdir. Her ulus, uluslaşma sürecini şöyle ya da böyle yaşayan her ulus, varlığını meşrulaştırmak isteyecektir. Bunun için söylenebilecek çok fazla bir şey yok. Her siyasal rejim, benzer şekilde, kendi varlığını meşrulaştıracak ve süreklileştirecek bir ideolojiyi savunacaktır. Ama, insana, tarihe, bilime dönük olarak makro bir bakışa ulaştığınız anda, tüyler ürpertici bir gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz: Resmi bilim. Bu, bir kavmin, bir ulusun, ve hatta bir sınıfın kendini meşrulaştırmak üzere ortaya attığı bir şey değil, bilim adamlarının da içinde olduğu ve hatta en çok onların aktiviteleriyle ortaya çıkan bir olgu.
Peki, nasıl tanımlanabilir bu olgu?
Bu olgu, meta üretimine dayalı toplumsal örgütlenmeyle tanımlanabilir ancak. Yani, on bin yıl önce başlamış süreçle. Burada, metaın insan zihni de dahil olmak üzere, bütün bir yaşamı paramparça etmesi belirleyicidir.
Yani, resmi bilim meta üretimine dayalı toplumsal örgütlenmeyi mümkün kılmak amacıyla bilim adamlarının ürettiği ideoloji üstü bir paradigma mı?
Böylesine bir bilinç hiçbir zaman olmadı.
Bu durumda “resmi” bilimin, ereksiz bir biçimde, kendiliğinden ve yalnızca bilinçdışı yönelimlerle ortaya çıktığını mı söylüyorsunuz?
Bu sorunsalı determinizm-volontarizm zıtlarının birliği ve mücadelesi çerçevesinde kavrayabiliriz ancak. Antrapologlar neyi çözmeye çalıştıklarını bilmeksizin determinizmin yasalarına dair verilerin peşinde koşuyorlar. Tarihçiler ise volontalizmin yasalarından bihaber, insan iradesine dair bazı masallar anlatıyorlar. Yani bilim adamları iki karşıtın birliğini ve mücadelesini göremez durumdalar.
Bu durumda “resmi bilim” derken, “bilimin tarihsel mecburiyetleri”nden bahsediyorsunuz sanırım.
Evet. Ben şunu sormadan edemiyorum: İnsanlık tarihinde devrimlerden söz edilir. Fransız (burjuva) devrimi, Sovyet (proleterya) devrimi, sanayi devrimi gibi. Ben diyorum ki, insanlık tarihindeki ilk büyük devrim, tuz devrimidir. Şimdi, hiçbir antropolog, hiçbir tarihçi, ve hatta ekonomi-politikçi böyle bir olaydan söz etmez. Bu söz etmeyişin nedenlerini anlayabilme çabası, insanı resmi bilim diye bir kavrama götürüyor. Ernest Mandel bile –muhtemelen çok başka yerlere yoğunlaşmış olması nedeniyle- tuzun insan tarafından bulunması ve kullanılmasını bir devrim olarak görmez. Tuzun, insanlık tarihinde, iki yüz bin yıl ile üç yüz bin yıl arası ortak değişken olarak (para) kullanılmış olduğunu söylemesine rağmen.
Peki, tuz devriminin veya bu devrimin tarihçiler ya da antropologlarca anılmayışının, bilimin tarihsel mecburiyetleriyle ilgisi nedir?
Tuz, artı ürünün ortaya çıkışını sağladı. Yani metanın...
Bu da meta üretimine dayalı toplumsal örgütlenmenin başlangıç noktası olsa gerek.
Meta üretimine dayalı toplumsal örgütlenme içinde -Ben meta üretimini, sadece kapitalizmin bir olgusu olarak görmüyorum. Meta ortaya çıktığı andan itibaren, toplumsal örgütlenmeler ona endekslenmiştir- ortaya çıkan parçalanma, insan zihninde bir yanılsama yaratmıştır. Bu, metanın, şeyin, doğal ve olağan bir durum olduğu yanılsamasıdır. Oysa, bu olgu, toplumsal ve tarihseldir. Benim “resmi bilim”, sizin “bilimin tarihsel mecburiyetleri” olarak adlandırdığınız olguyu başka türlü açıklamak mümkün değil. İnsan, olaylara ve olgulara içinde bulunduğu yerden bakar. Hem içinde hem dışında olmak dünyanın en zor şeyidir. Şimdi burada, başka bir yere geliyoruz. Bilim adamları, insanın evrimleşmesinin, bir yerde başladığını (Afrika) ve evrimleşmiş atamızın göç yoluyla dünyanın diğer bölgelerine ulaştığını söylüyorlar. Bunun öyle olmadığını savunan küçük bir grup da var.
Ama, ağırlıklı olarak, birinci yaklaşım hep doğru varsayıldı. İspanya’da ortaya çıkarılan ilk ayağa kalkmış atamızın (Lucy) kemik ölçümlerinden üç küsur milyon yıl önce yaşadığı anlaşıldı. Bundan takriben on-on beş yıl sonra Afrika’da bulunan bir atamızın altı milyon yıl önce yaşadığı ortaya çıktı. Şimdi, Lucy’den iki milyon yıl önce Afrika’da ayağa kalkmış olan atamız, yemedi içmedi, İspanya’ya göç etti. Oradan da, doğru Avrupa’ya, Asya’ya, Uzak Doğu’ya... Yolda giderken de rengi değişti. Siyahtı beyaz oldu, beyazdı sarı oldu! Bu, Aristo’nun “Denize tekneyle açılıp sonuna kadar giderseniz, sonunda aşağı düşersiniz” önermesi gibi bir şey. Ben şunu diyorum: Lenin’in “kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası” olarak ortaya koyduğu çerçeve, yalnızca kapitalizm için geçerli değildir. Bütün insanlık tarihi –“tarih öncesi” de içinde olmak üzere!- bu yasa çerçevesi içinde doğru olarak kavranabilir. Biraz daha ileri gidiyorum. Eşitsiz gelişme yasası, evrenin temel yasasıdır. Öyle olmasaydı, evrende aynı anda hem saf karbon, hem kömür, hem elmas, hem de insan varolmazdı. İnsan, yeryüzünde, değişik bölgelerde, değişik zaman dilimleri içinde eşitsiz gelişme yasası uyarınca farklı evrimsel momentumlarla evrimleşti.
Bu durumda evrim teorisini, bir teori olarak değil, mutlak bir yasa olarak kabul ediyorsunuz.
Evrende mutlak olan hiçbir şey yoktur. Madde bile, madde olmayanla birlikte vardır. Madde, madde olmayandan gelir. Her şey karşıtına dönüşür. Her şey, zaman ve yerle birlikte vardır. Ama zaman ve yer de mutlak kavramlar değildir. Şu an elimizde bilimden başka bir araç yok. Bu nedenle, sürekli doğrulanmakta olan evrim teorisi elimizdeki tek perspektif. Mesela, son olarak, geçtiğimiz yıl “Tiktaalik Roseae”nın bulunması (Kanada’da bulunmasına dikkat çekmek isterim. 444 milyon yıl sonra bizim evrimleşme sürecimiz Kanada’da değil, Afrika’da başladı!) kayıp halkalardan en önemlisinin tamamlanması anlamına geliyor. 450 milyon yıl önce sudan karaya çıkışımız bu sayede kanıtlanabildi. Bir şeyi atladık. Flores adasında bulunan “Floresienne”ler bir metre boyunda, greyfurt büyüklüğünde kafaya sahip, ayağa kalkmak zorunda olmadıkları hâlde evrimleşerek ayağa kalkan, ama bunu çok geç bir zamanda yapan (250 bin yıl önce miydi?) ve yok olan bir akrabamız olarak eşitsiz gelişme yasasını neredeyse kanıtlıyorlar.
Peki, Florisienne’ler, Neandantal’ler gibi, akrabamız olmayan bir türün örnekleri olamaz mı?
Olabilir. Burada önemli olan nokta, söz konusu insanımsıların eşitsiz zaman aralıklarında ortaya çıkmış olmaları. Bunların akrabamız olmayışı doğruysa eğer, evrim teorisini mutlak ve formel hâle sokma yanlışından bizi kurtaracak örneklerdir. Buna karşılık, eşitsiz gelişme yasasının -gene mutlak ve formel hâle sokmadan- doğruluğunu kanıtlar.
Peki Florisienne’lerin ayağa kalkışı, evrim teorisinde belirtildiği üzere bir zorunluluk değildiyse, aynı çerçeve içinde nasıl açıklanacak?
İşte, bu dahiyane sorunuz, biraz önce önemini vurgulamaya çalıştığım şeyi, hiçbir şeyi mutlaklaştırmama ya da daha doğrusu, formel olarak ele almama gerekliliğini gündeme getiriyor. Florisienne’ler, Afrika’da ve sonra İspanya’da evrimleşen atalarımız gibi, hantal bir yapıda, dolayısıyla, bir maymun için gereken beceriye sahip olmadıkları bir konumda değildiler. Küçücük bedenleriyle başarılı maymunlar olarak uzun zaman geçirdiler. Bu nedenle geç kaldılar. Evrimleşirken, arkamızda bıraktığımız becerikli türdeşlerimiz, becerikli maymunlar olarak yaşamlarını günümüze kadar başarıyla sürdürdüler. Ve bugün de sürdürmekteler. Biz, hantal bedenlerimiz ve bundan gelen beceriksizliğimizle, yere basmak ve yerde yaşamak zorunda kaldık. Bu dezavantaj, karşıtına dönüştü. En becerikli canlıya dönüştük. Determinizmin yasalarına uygun olarak…
Florisienne’ler ise, aslında, Afrika’daki, arkamızda bıraktığımız hemcinsleri gibi, başarılı bir şekilde yaşamlarını sürdürdüler. Ta ki, çok yakın bir zamanda, yere inmelerini gerektirecek bir neden ortaya çıkana ya da böyle bir neden söz konusu olmasa da, zihinleri, beyin-el diyalektiğinden farklı bir saikle, onları yerde yaşayarak evrimleşecek bir gelişim gösterene kadar. Yine de, bu bilinemezlik nedeniyle –ki ileride bunu öğrenebiliriz- yok oldular. Aradaki zaman farkını şöyle bir düşünsenize: 6 milyon yıl, üç küsur milyon yıl, 250 bin yıl (mıydı acaba?)…
Görüyorum ki zihninizde bu süreç son derece berrak ve bu sürecin bütün aşamalarını şahsen şahit olmuşçasına kurabiliyorsunuz. Bu, bilim felsefesi bakımından, bir bilim adamı için önemli bir risk teşkil eden bir durum değil mi sizce?
Bakın, ben herhangi bir şeyi kafamda kurmuyorum. Geçmişimizde olmuş şeyleri anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum. Yoksa, elbette dediğiniz gibi. Bu bir risk; ama bu riski almadan ilerleme kaydetmenin bir yolu yok.
Demin determinizmden bahsettiniz. Film dergisinin Temmuz-Eylül 2004 sayısında yayımlanan söyleşinizde, sosyalizmin, kapitalizmin neresinde bulunduğu sorusunu gündeme getirmiştiniz. Kapitalizmin, feodalizmin bağrından çıktığının izlenebilir olduğunu, buna karşılık, sosyalizmin kapitalizmin bağrında bulunup bulunmadığının belli olmadığını söylediniz. Sizin alternatifiniz “devasa üretim”di. İmdi, devasa üretim, “piyasa” dediğimiz şeyin belirmesini sağlayan tuz devriminin yol açtığı meta üretiminin kendi karşıtına dönüşebileceği bir tarihsel kırılmanın anahtarı mı olacak sizce?
Bana öyle geliyor. Bu yanıtımı, bir yanıt olarak değil, bir soru olarak alımlamak koşuluyla. Kapitalizm, feodalizmin iki temel maddi üretim unsurundan bir tanesinin (diğeri toprağa bağlı üretim faaliyetiydi/Akdeniz ticaretini de unutmaksızın elbet), yani usta-zanaatkâr üretim faaliyetinin içerisinden, tamamen maddi bir süreç olarak ortaya çıktı. Kadim tacirin, komşusunun, sonraları komşularının malını pazara götürürken, kafasında herhangi bir proje yoktu. Beş yüz yılı geçen bu tarihsel dönemde, maddi sürecin dışında, herhangi başka bir unsur rol oynamadı.
Din savaşları, bu sürecin eşlikçisi olmaktan başka bir anlam ifade etmezler. Bunu, kapitalizmin, kendisini sarsılmaz hâle getirmesinden sonra, kendi bağrından “doğurduğu” sosyalizm için söyleyebilir miyiz? Bana kalırsa, böyle bir maddi süreç burada söz konusu değil. Sosyalizm, maddi bir süreç olarak değil, bir proje olarak gelişti. Bu nedenle de, 80 yılın sonunda, maddi bir süreç olarak gelişeceği zamana kadar tarih sahnesinden geri çekilmek zorunda kaldı. Ama belki de bundan sonra sosyalizmden değil, başka bir şeyden söz edeceğiz.
Kapitalizm, kağıt üzerinde, emekçilerin özgürlüğü, yani hareket serbestisi ve emeğini uygun gördüğü gibi satabilmesini gerektirir. Bu durumda kapitalizmin, usta-zanaatkâr üretim faaliyetinin Locke’dan sonra ortaya çıkan toplumsal tahayyül ile etkileşiminden doğduğunu söylüyorsunuz sanırım. Peki sosyalizmi üretecek maddi süreç devasa üretime bağlı olarak mı ortaya çıkacak? Geliştirdiğiniz perspektif çerçevesinde, devasa üretim faaliyetinin yeni bir toplumsal tahayyülle etkileşmesi gerekmez mi?
Burada bir toplumsal tahayyülle etkileşme değil, yüzlerce yıllık bir sürecin sonunda, uygun bir toplumsal tahayyül, yani zemin oluşumu söz konusu. Benden, yüzlerce yıl sonra, yüzlerce yıllık bir maddi birikime dayanarak ortaya çıkacak bir toplumsal tahayyülü tanımlamamı beklemiyorsunuz herhalde. Ama bu arada, elimizde, yine çok büyük bir araç var: Marx’ın Kapital’i.
Araç derken, Kapital’e on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin çözümlemesi olması dışında bir anlam yüklüyorsunuz galiba.
Şimdi ezberlerimizi bozmamız gerekiyor. Kapitalizmin ilk geliştiği yerin İngiltere olduğu, genel kabul gören bir önermedir. Oysa ben diyorum ki, kapitalizmin ilk geliştiği yer kuzey İtalya’dır. Belki kapitalizm olarak değil, ama o sürecin başlangıcı olarak. Bunun, Rönesans’la da, Galileo ile de bağlantısı var elbette. Yani, kapitalizm, feodalizmin içinde, ilk kez, lokomotiflik görevi gören kadim tacir ile (11. yüzyıldan itibaren) yola çıktı. Ve yine, ilkel şekliyle –ev sanayii, sonrasında manüfaktür (el sanayii)- burada gelişim gösterdi. 18. yüzyıl başlarından itibaren, eşitsiz bir şekilde, süreç ve inisiyatif Hollanda ve İngiltere’ye (ya da genel olarak Kuzey’e diyelim) geçti. Marx, bu dönemden sonra, gelişen kapitalizmin, yani 19. yüzyıl kapitalizminin, eksiksiz bir çözümlemesini yaptı. Ama bunu yaparken, insanlık tarihinde ilk kez akıl yürütme sistematiğini dönüştürdü. Aristo mantığının yerine diyalektik mantığı geçirdi. Çünkü zaten artık başka türlü bilim yapılması mümkün değildi. Einstein da ancak, belki adlandırmadan, bu aykırı yaklaşımla kuramını oluşturabildi. Marx’ın eleştirel analizi, böylece, bilim olmayan ekonomi disiplinini bilim hâline getirdi. Bundan daha büyük bir anlam olabilir mi? “Elimizdeki tek araç bilimdir” dememiş miydik?
Bu durumda, size, açılım yapmanızı sağlayacak bir soru sorayım. Max Weber’in kapitalizmle Protestanlık arasında kurduğu ilişkiyi göz ardı mı ediyorsunuz?
Protestanlık, insanlık tarihinin en riyakâr projelerinden birisidir. Bu, Martin Luther’in ve Calvin’in doğru yerde ve doğru zamanda ortaya çıkmadığı anlamına gelmez. Usta zanaatkârlar, kadim tacirlere karşı direnişe geçtiklerinde, hem onları kapitalizmi kurmaya yönlendirdiler, hem de yüzlerce yıl sürecek mahalle kavgalarının (Yüzyıl Savaşları) ortaya çıkmasına neden oldular. İşte bu tarihsel dönemde, Luther ve Calvin, potansiyel kapitalistler olan kadim tacirlere, ideolojik ortamı hazırladılar. Tarihin şaşmaz mantığı, burada da kendisini ortaya koydu. Sonuç olarak, Weber’in argümanını göz ardı etmiyorum; ama kapitalizmin, bir sistem olarak inşaından önce, feodalizmin içindeki latent varlığına dikkat çekiyorum. Marx’ın Kapital’de artı-değer yasası, sermayenin merkezileşmesi yasası, sermayenin yoğunlaşması yasası gibi formüle edilmiş yasalarının yanı sıra, “artı-değer oranının düşme eğilimi yasası” diye ortaya koyduğu bir formül daha vardır. Başta sözünü ettiğimiz “devasa üretim” kavramı, bu yasa ile bağlantılıdır. Kapitalistler, bu yasanın varlığından haberdardırlar ve bu yasanın ortaya çıkartacağı sonuçlardan kaçınmak için aralarında gerekli tedbirleri alırlar.
Devasa üretimin, üretim maliyetlerini düşürdüğü ve buna bağlı olarak, artı-değer oranını düşürse bile, artı-değer miktarını artırdığı göz önüne alındığında, kapitalistler için bu yasanın sonuçları ne bakımdan olumsuz olacaktır?
Devasa üretim yok ki üretim maliyetlerini düşürsün. Benim sözünü ettiğim “devasa üretim” durumu, malların artık satılamayacağı bir tarihsel dönemi anlatıyor. Ayrıca, daha şimdiden dünyanın üçte biri günde bir dolarla yaşıyor ve bu gelirle yaşayanların sayısının artacağı hesaplanıyor. Buna paralel olarak, üretilen malların miktarı da hızla artıyor. Kısa vadede, bahsettiğiniz türde bir danışıklı dövüşün bulunmadığı bir serbest rekabet ortamında, artı-değer miktarı, üretim fizibilitesini ortadan kaldıracak bir düzeye inecektir. Bu da, “kâr, daha fazla kâr, üretim, daha fazla üretim” yaklaşımını gözden geçirerek, kârın diğer alanlarda oluşturulması eğilimini ortaya çıkartır (para ticareti gibi). Yani, ABD’li, Japonyalı, Avrupalı kapitalizmin içinden, devasa üretime geçişi beklemek biraz hayâlci bir yaklaşım olur.
Öyleyse, devasa üretime geçiş, Çin’deki gibi, alternatif bir kapitalizmin bir sonucu olarak mı mümkün olabilir sizce?
Şimdi, Çin Komünist Partisi siyasal iradesi “Biz, kapitalizme geçiyoruz, buyurun, bütün koşullarıyla bir arada, kapitalizmin devamına ve gelişimine çalışalım” diyor. Kapitalist dünya tarafından sevinçle karşılanan bu öneriye, kapitalist dünya bir başka küçük öneriyle cevap veriyor: “Eh, madem anlaştık, şu kapitalizmin gerektirdiği siyasal rejimi de oluşturuverin.” Cevap: “Hayır.” Bu noktada bir soru işareti oluşmuyor mu? Şimdi, sevgili Fırat, sizin, az önce sözünü ettiğiniz “toplumsal tahayyül” meselesine gelebiliriz. Çin Komünist Partisi, bu toplumsal tahayyülü temsil ediyor olmasın? Neden ısrarla kapitalizmin karşılığı olan siyasal rejimi reddederek karar mekanizmalarının tek egemeni olmakta diretiyor? Burada, binlerce yıllık Çin kültürünün strategem’lerini akla getirmemek mümkün değil.
Harro Von Senger’in Savaş Hileleri adlı eserine gönderme yapıyorsunuz sanırım. Çin’in, akıllılık ederek, kapitalizme karşı tek cephede savaş verdiğini mi söyleyeceksiniz?
Soru doğru olmakla beraber, kavram yanlış. Söz konusu olan “savaş” değil, “uyum içinde olmak”. Bir adam, ağaçları kökünden söken bir fırtınanın ortasında kaldığında, doğanın bir parçası olan fırtınayla, gene doğanın bir parçası olan toprağa yatarak uyum sağlar ve ölmekten kurtulur. Oysa burada, kurtulmanın ötesinde bazı şeyler var. Doğa büyük akıştır. Büyük akışla uyum içinde olmak, geleceği görmenin ve yönlendirmenin ön koşuludur. Şimdi günümüz mü kurtarılacak, gelecek mi inşa edilecek? Evet, Sovyetler Birliği, “emperyalist kuşatma” sonucu yıkıldı; dolayısıyla, “Sosyalizm nasıl kurtulur? Nasıl yaşatılabilir?” sorularını gündeme getirmek neredeyse doğal refleks hâline geldi. Oysa burada söz konusu olması gereken, kapitalizm sonrasında gelecek olan yeni yapının nasıl kurulabileceği sorusu: “Bırak düşmanın kendisini yensin.”
Evet, e= mc2, ama, nihayetinde, elimizde bilimden başka bir araç yok derken, ikinci –ve aslında bir amaç olan- bir aracı unutmamak gerekiyor: Sevgi...(FC/EÜ)
* Yrd. Doç. Dr. Fırat Caner, Girne Amerikan Üniversitesi