Hem iddialı hem naif bir kavramdan söz ediyoruz; hem yeryüzüne ve insanlığa karşı duyarlı ve sorumlu olmayı gerektirecek bir iddia hem bu kadar bölünmüş ve kavgalı dünyada erişilmesi zor bir hayal… Öyle de olsa, tüm uzaklık ve yabancılıklarımıza karşı birçok yönden küreselleşen ve yakınlaşan bir dünya söz konusu ve bu dünyanın birçok sorunun ortak olduğu, bu sorunların küresel çözümler beklediğine kuşku yok. Öyleyse neden düşünmeyelim?
Bugün hangi ülkeye gitsek, “nasıl bir dünyada yaşıyoruz” sorusuna çoğunlukla tehlikelerin ve korkuların arttığı bir dünya diye yanıt verileceğini düşünebiliriz. Yeryüzündeki yaşamı tehlikeye atan küresel ısınma bir yanda, bitmeyen savaşlar öte yanda… Artan eşitsizlik ve adaletsizlikler bir yanda, farklılıklarımızın ve bölünmüşlüğümüzün bilenmesi öte yanda… İnsanlığın hizmetinde olabilecekken piyasanın hizmetinde çalışan teknolojik gelişmeler bir yanda, bu teknolojilerle hem avutulan hem uyutulan insanlar öte yanda… Böyle bir dünyada tepedeki güçler ve karar vericiler dışında kimse için huzur ve güvenin olmadığı ortada. Yüzbinlerce insani ölüme sürükleyen ve toplumsal yaşamı alt üst eden küresel pandeminin de bu korkulara tüy diktiğine kuşu yok!
İnsanı, insanlığı aramak, insanı güçlendirmek
Yaşadığı korku ve kaygılara karşın bunlara karşı sesini yükseltecek ve bu gidişi durduracak olan da “İnsan”… İklim krizinden son yıllarda baş döndüren bir hızla ilerleyen teknolojik gelişmelere kadar neyle uğraşırsanız uğraşın sözün gelip dayandığı yer insan. Örneğin teknolojini hızı ve olasılıkları birçok yazarı teknoloji ve insan ilişkilerini irdelemeye iterken, olumlu veya olumsuz olasılıklardan söz edilse de, teknolojik geleceğin yine insanın seçimlerine bağlı olarak biçimleneceği noktasına gelinmekte. Gerçekten öyle; ancak geleceğimizi bağladığımız bu insan kim, insanlık ailesi ne durumda gibi sorular da var ki, asıl tartışma konuları buralarda. İnsanın kim olduğu gibi, insanlığı etkileyen kararlara nasıl müdahil olabileceği gibi başka konular da var ki, bunları tartışmadan “her şey insana bağlı” demek pek bir şey ifade etmiyor.
“İnsan kim” sorusu öyle kolay yanıtlanacak bir soru değil; doğal varlığından tarihsel/toplumsal/kültürel varlığına uzanan ve tartışılmayı gerektiren o kadar çok boyut var ki, bu yazıyı aşar. Öte yandan günümüzde “insanmerkezci” yaklaşımların eleştirildiği ve tüm canlıları, hatta makineleri kapsamak üzere “insansonrası” (posthuman) denilen yeni bir insan anlayışının gerekliliği de tartışılmakta ki,[1] yeryüzündeki yaşamdan söz ederken dikkate almamak mümkün değil. Tartışmayı, bu dallı budaklı konulara girmeden, bugünkü “insan çağı” (antroposen) denilen çağ ve “insanlık” olarak durumuyla sınırlayarak birkaç konuyu tartışmak istiyorum.
Her şeyden önce, kabul etmek gerekir ki insan çağı yalnız bugüne özgü değil. Yeryüzündeki her şey insanın, “homo faber”in eseri; kutsallıklardan kurtulup kendini ifade etmek açısından daha özgürleştiği Rönesans’dan buyana izlerinin arttığına da kuşku yok. Bugün ise, teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklarla Harrari’ni deyimiyle “tanrılaşan” (Homo Deus) insandan söz edilmekte.[2] Ancak Homo Deus’un yarattığı dünya ile ilgili, yukarıda da değinildiği gibi, kaygı ve korkular büyük. Toplumsal bir varlık olarak insan birlikte yaşamak için her zaman ahlaki değer ve kurallara ihtiyaç duyarken, günümüz dünyasının birlikte yaşamayı tehlikeye sokan yanı, ahlaki çöküntüsü çok. Birçok yazarın kapitalizmle ilişkilendirerek dile getirdikleri araçsallaşan akıl, tüketim toplumu, endüstrileşen kültür gibi özelliklerle birlikte insanın birbirine benzer ve tek boyutlu, düzenle uyumlu ve kendi başına düşünmekten, eleştirmekten uzak hale gelmesi, -hatta “şeyleşmesi”- söz konusu ki,[3] bunların yol açtığı huzursuz ve güvensiz dünya ile taşıdığı tehlike potansiyelini dikkate alarak “zincirlerinden boşalmış insan çağından” söz etmek abartı olmasa gerek.
İnsanlık uzaya, algoritmalara, yapay zekaya, biyonik insana doğru gidiyor ama tarihsel/toplumsal anlamda uzun süredir, -orada burada görülen toplumsal hareketlilik bir yana- hareketlilikten çok “teslimiyet” içinde… Bir bakıma, 80’lerde “tarih bitti” diyen Fukuyama’nın çok da haksız olmadığını söylemek mümkün. Önce Sovyetler Birliği’nin, arkadan Çin’in küresel piyasaya ya da kapitalizme katılmalarıyla -savaşlar bitmese de- ideolojik/siyasal çatışma ya da alternatif arayışı sona ermiş göründüğü gibi, insan da -bazı sıkıntıları, itirazları olsa da- büyük ölçüde düzeni kabullenmiş, sıkıntılarının bu düzen içinde çözümünü bekler durumda!.. Kısacası siyaseti, ekonomisi ve kültürüyle birlikte bu dünya düzeni birey nezdinde meşruiyet sağlamış görünüyor.[4]
Bir yanda siyasal demokrasi, öte yanda tüketim toplumunun getirdiği rahatlık ve olanaklar genel olarak bireye/insana yeter görünüyor; ancak bu teslimiyetin özne/fail olarak insanın düşünme/ eyleme/müdahil olma kapasitesini sınırladığına da kuşku yok. Rahatı yerindeyse neden müdahil olsun ki diye de sorulabilir tabii!.. Oysa artan eşitsizlik ve adaletsizlikler -vicdani rahatsızlık bir yana- savaş, terör, göç gibi sonuçlarıyla her ülkedeki insanın hayatını etkilemekte; gelişmiş ülkelerde bile siyasetin yozlaştığı ve önlenemeyen vergi cennetlerinin her ülkedeki insanın refahından çaldığı ortada ve ne kadar kendini kurtarmış olursa olsun iklim kriziyle yeryüzündeki yaşam herkes için tehlikede… Buna karşın küresel ısınma konusunda bile yaygın bir karşı koyuştan, genel bir davranış değişikliğinden söz edemiyoruz. Bilim insanlarınca hazırlanan ve gerçekçi önlemler alınmazsa bir felakete doğru gittiğimizi gösteren onlarca bilimsel rapor, bu konuda yazılmış sayısız kitap ve makale bir yana, iklim değişiklikleri artık görülmeyecek gibi değil!… Gençler ve çocuklar uyanmış büyüklerini uyarmaktalar ama bugünkü düzenin bekçileri gibi insanlar da aymazlıktan kurtulamıyor.
Saramago’nun insanların peş peşe kör oldukları kaotik bir ortamda hayatta kalabilmek için insanların ne kadar vahşileşebildiklerini anlattığı “Körlük” adlı kitaptaki son cümleleri şöyledir:[5] “Neden kör olduk, Bilmiyorum, belki bir gün nedenini öğreniriz, Ne düşündüğümü söyleyeyim mi sana, Söyle, Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, Gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler.”
Yalnız küresel ısınma değil görülecek daha çok şey var… Bugün anayasa, insan hakları, erkler ayrılığı, hukuk devleti gibi liberal demokrasinin “vezirleri” ahı gitmiş vahı kalmış duruma geldiklerinden, halk egemenliği denilen demokrasi “illüzyon” gösterine dönmüş durumda. Ekonomik açıdan, serbest piyasanın serbestliği ancak “bakkala çakkala” yeterken, küreselleşen kapitalizmin dünya çapında yarattığı emme basma tulumbanın kimlere çalıştığını kriz zamanlarında bile büyüyen küresel şirketler ile artan dolar milyarderleri göstermekte. Teknolojik gelişme desen, tekelci küresel şirketlerin elinde; o nedenle kabaca nitelersek, ya daha fazla öldürme ya daha fazla satma üzerine kurulu bir gelişme hattından çıkamıyoruz.
İnsanlığın hali de ortada; acımasızlığı, yıkımı, kırımı, adaletsizliği bitmeyen bir dünyada teknolojik oyuncaklarla uygarlaştığını düşünüyor ama gerçekte barbarlıktan kurtulamıyor. Hala birilerinin onu millet, din, mezhep, renk, ırk diye birbirine kırdırmasını kabul etmeye, “bayrak ile davaların” peşinde koşmaya meraklı!… Farklılıklarıyla övünmeyi marifet sanıp hem farklı hem bir olduğunu göremeyecek kadar gafil… Ama bu gafletiyle de hem kendisinin hem dünyanın mezarının kazılmasına alet olmakta ki, buna insanlığın laneti de denilebilir!…
Yaşananlarda insandan çok egemen dünya düzeninin payı olduğu düşünülürse, insana bu kadar yüklenmek de pek anlamlı gelmeyebilir. Ancak olumsuz gelişmeleri yaratanlardan bunu değiştirmeleri beklenemeyeceğine göre, değişimi yaratacak olan ancak insan ve onun değişimi olabilir. Bu dünyanın iklim krizinden küresel salgına kadar ipliği pazara çıkarken, egemen güçlerin nasıl davrandıklarını gördük. Sera gazının sınırlanmasını bile başaramıyorlar; küresel salgını nasıl yönettikleri ortada; ortalığa düşmanlık salıyorlar ama uluslararası göçlerin asıl sebebi kendileri… Bize de, “hakikat sonrasının” yalan dolanları ile popülizmin kandırmalarına inanmak düşüyor.
O nedenle görmek, fark etmek, bilmek ve daha iyi bir dünyanın onlarla da, kendiliğinden de gelmeyeceğini bilmek durumundayız. O nedenle yeryüzündeki yaşam ve insanlıkla ilgili gelişmeleri bir avuç insanın elinden almak, insana/insanlığa açmak durumundayız. Ancak, “görme-bilme-ilgilenme” sınırlarını genişleterek, “yeryüzü ve insanlık” konularında bilinç geliştirerek bu yeryüzünde birlikte yaşamayı küresel bir değer, bir hak, bir ilke olarak önüne koyan insanı, onunla birlikte yeni bir uygarlık ve insanlığı düşleyebiliriz.
Bu konuda siyasal bir çıkış yapmaya en uygun aday sol ama solun da geleneksel yaklaşım ve politikalarından çıkamadığı görülüyor. Oysa tüm göstergeler ve ortak acılar, solun insanlığın sorunlarıyla buluşup bunları küresel bir siyasete dönüştürmesi gereğine işaret ediyor. “Sol insanlığa, insanlık sola muhtaç” başlıklı yazımda,[6] solun “küreselleşme ve insanlığı buluşturma” gibi düşünsel devrimlere ihtiyacı olduğu üzerinde durmuş ve yazıyı şöyle bitirmiştim: “Sonuç olarak, solun, kitleleri kitlelerle, ulusalı küreselle, özgürlük ve eşitliği dayanışmayla, emeği insanla, insanı yeryüzüyle buluşturmak gibi bir devrim ihtiyacı olduğunu söylemek gerekiyor. Gerisi Sola kalmış!… “
Küreselleşen kapitalizmden ötesi yok mu
Serbest piyasanın mimarları 80 sonrasında fiyakalı bir kavramla liberal ekonominin küresel çapta egemenliğini ilan ettiler; yanında da insan haklarından demokrasiye, dünya barışına uzanan bir sürü vaat!… O günden buyana el hak daha zengin bir dünya var ama bir o kadar da siyasal, ekonomik, teknoloji ve gelir dağılımı açısında kutuplaşan bir dünya söz konusu. Kapitalizm ve pazar küreselleşti ama ticaretin/paranın tadını alan toplumların savaşların anlamsızlığını öğreneceği beklenirken öyle olmadı. Aksine bitmeyen savaşlar ilan edilmeyen bir üçüncü dünya savaşı yaşandığını söylenmesine yol açıyor ki, yanlış değil… Hatta küreselleşme bir şeyleri yakınlaştırırken başka bir şeyleri de uzaklaştırdığından toplumlar arasındaki kutuplaşma gibi düşmanlığı da arttırdı denilebilir. Mal, hizmet, teknoloji dolaşımı, iletişim, ulaşım kolaylıkları açısından dünya küresel köye dönerken, ne dünya ahalisi dilinden rengine, dininden imanına, taşından toprağına kadar ayrılık sevdalısı, farklılık delisi olmaktan vazgeçti, ne de maddi zenginliği arttıkça hırsı da, bencilliği de büyüyen egemenlerin geçmişteki “Haçlı Savaşları” gibi bugün vekalet savaşlarını kullanmasına son verilebildi. Kısacası hegemonya mücadelesi, silahlanma yarışı, şu veya bu kılığa bürünerek sürüp giden çıkar savaşları azalmayıp artarken, ekonomik gelişme ve zenginlik göz kamaştıracak bir noktaya varsa da açlık, yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik ve adaletsizlik gibi rezillikler de önlenemedi.
Kapitalizmin küreselleşmesi, her ülkenin küresel piyasaya katılmasının yolunu açtı kuşkusuz; ama bedeli de büyük oldu. Ekonomilerin kırılganlığı arttığı gibi, ulus devletin sosyo-ekonomik açıdan dengeleyici rolü de kayıplara karıştı ki, ucu demokrasiye çıkmakta… Kamu hizmetleri piyasalaşıp sosyal harcamalar azalınca, işgücü piyasası esneklik namı altında çok daha güvencesiz hale gelince ve küresel tehditler nedeniyle siyasal partilerin birbirinden pek farkı kalmayınca siyasal demokrasi ona en çok ihtiyaç duyanlar için işlevi kalmadı. Kendi gitti, adı kaldı yadigar!… Sonucun ne olduğu da biliniyor; artan güvensizlik ve korkularla milliyetçi, şoven, ötekine düşman politikalara yer açılırken, popülizmden başka siyasetin de şansı kalmadı. O nedenle birçok ülkede aşırı sağ yükselmişse, bunun nedenlerini güvensizleşen dünya ile toplumsal işlevi elinden alınan ulus devlet, kadükleşen demokraside aramak gerekir.
Sol açısından ise küreselleşme “emperyalizmin kod adı” olarak niteleniyordu ki, haksız değillerdi. Tepedeki yüzde 1’in dünya gelirinin yarısına sahip olduğu, savaşların bitmediği, işsizlik ile yoksulluğun önlenemediği, küresel ve toplumsal eşitsizliklerin tırmandığı küresel bir imparatorluk!… Bunu sürdürmenin araçları da hazırlanmış kuşkusuz. Bir yanda “oku adam ol, çalış senin de olsun” diyen “Amerikan Rüyası” gibi supaplar her yerde, öte yandan yalnız uluslara değil ırk, renk, cins, etnik köken, dinsel farklılıkları, sosyo-ekonomik eşitsizlikleriyle bin bir parçaya bölünmüş bir dünya… Bir yanda düzene teslimiyetin nimetleri, öte yanda sorumluların görünmez kılınması… Bir yanda teknolojik oyuncaklarla teknolojik manipülasyonlar, öte yanda insandan uzaklaşan kararlar ile artan acizlik!…
Yine de, tüm handikaplarına karşın, insan kim, insanlık nerede sorusu her zamankinden çok bizi/insanı bekliyor!… Küresel sorunların olduğu, küresel çözümlerin gerektirdiği bir dünyada yaşıyoruz; bu çözümler de “insanın ve insanlığın” yeni bir hamle yapması, kendisine yeni bir aydınlanma yolu açmasını gerektiriyor; tabii, yeryüzün ve kendisi için umutlu bir gelecek istiyorsa!… Bu açıdan küreselleşmenin, bütün günahlarına karşın, karşılıklı bağımlılık, benzeşen yaşamlar, artan iletişim ve bilinçlenme olanaklarıyla aynı zamanda bir çıkış noktası olduğunu düşünmek anlamlı görünüyor. Bazılarının iddia ettiği gibi küreselleşmeyi geriye döndürmek, ulusal sınırlar içine kapanmak artık mümkün değil; bugünkü teknolojik gelişme bile buna izin vermez. Bu nedenle çıkış yolunu, küreselleşmenin eksik kalan boyutlarını tamamlamakla, bir başka deyişle küreselleşmeyi aşağıdan, insandan yana değiştirmek gibi küresel bir bilinç ve küresel bütünlüğü amaçlamakla bulabiliriz. İnsanlığın tüm çeşitliliğine rağmen tek ve aynı olduğu, aynı gezegeni paylaştığı, herkesi etkileyen ortak küresel sorunları olduğu konusundaki bir farkındalık ve bilinç geliştirebilir ve buradan ortak ve bütünlükçü arayışlara yönelebilirsek küreselleşme de, insanlık da değişebilir…
Zor ama insanın “şeyleşmekten” çıkması, yeryüzünün ve insanlığın kurtulması buna bağlı; radikal bir zihniyet ve bilinç değişikliğini getirecek yeni bir hayal ve düşünsel devrime…
“İnsanlığı tek bir “insanlık ailesi”, yeryüzünü “Anavatan”, vatandaşlığı “yeryüzü vatandaşlığı” yapacak bir hayal ve devrim.
Evet iddialı bir hayal ama geçmişte bir avuç soylu karşısında doğuştan gelen lanetlerle sarılı, birilerinin malı /kölesi olmaktan kurtulamayan insanın doğuştan hakları olduğu, eşit ve özgür doğduğu düşüncesi de hayal değil miydi? İnsanın kutsallıklar ve aşamadığı kastlarla çevrili olduğu bir dünyada, insanın eşit ve özgür doğmasından söz etmenin devrimci niteliği yok muydu? Bu düşünce ile başlayan hak anlayışıyla, temel insan hakları, siyasal haklar, sosyo-ekonomik haklar, kadın hakları, çevre hakları ve arkasından gelen daha birçok haklarla bir haklar zinciri yaratıldığı biliniyor. Bu hakların bugün bile ne kadar gerçekleştiği sorgulanabilir ama ilk olarak bu haklar artık yadsınamaz bir kabul görmüş durumda, ikinci olarak değişmesini istediğimiz de zaten bunların gerçekleşmemesi ve gerçekleşmemesine yol açan koşular değil mi?
Dolayısıyla Batı’da insan haklarıyla yaşanan “aydınlanmayı” şimdi tüm haklar ve tüm insanlık açısından geçerli hale getirecek bir “aydınlanmayı” neden hayal etmeyelim?
Küresel ya da yeryüzü vatandaşlığı
Aslında Türkiye’de pek konuşulmasa da, “global vatandaşlık” kavramı epeydir dünyanın gündeminde. Türkiye’nin can yakan derdi çok olduğundan başını yukarı kaldırıp dünyaya, dünyanın geleceğine bakan pek olmuyor; dünyadan konuşulduğunda da, “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” misali, ABD, Çin, Trump, Merkel, Macron gibi egemenler arası hikayeler de bizi atıl bırakmakta.
Kuşkusuz “global ya da küresel vatandaşlık” kavramı henüz netleşmiş değil; bu alanda verilen eğitim konusunda da kafalar karışık; farklı amaçlarla farklı eğitimler ortaya çıkabilmekte. Yine de bu çabalar, Batı’nın yüzyıllar öncesine giden dünyayı anlama, çözümleme ve yönetme alışkanlığı ile küreselleşen dünyayı sorunları ve olanaklarıyla anlamak ve olası yanıtlara hazırlık yapmak istediğini ortaya koymasıyla önemli… Bu konuda farklı yorumlar yapmak da mümkün; bir yandan küresel vatandaşlık gibi bir duyarlılığı gündeme getirip yerleşmesi için çaba harcamaları takdirle karşılanabilir; öte yandan her zamanki uyanıklıklarıyla bu yöndeki gelişmeleri kontrol etmek istedikleri söylenebilir. Ancak dünyanın geri kalanının kendi dünyalarında eşelenmekten öteye geçemeyişleri ve aslında gelişmekte olan dünyanın daha çok ihtiyaç duyduğu siyasal ve ekonomik düzenin değişmesi konusunda bir varlık ortaya koyamamalarının bütün suçu da onlara yüklenemez.
O nedenle, 90 sonları, 2000 başlarından buyana BM, AB ve Oxfam gibi uluslararası kuruluşların gündemine girmiş olan “küresel vatandaşlık” kavramı ve bu kavram çerçevesinde insanlığı birbirine yakınlaştırmaya, küresel dayanışmayı arttırmaya yönelik küresel vatandaşlık eğitimlerini dikkate almak gerekiyor. BM Genel Sekreterliği tarafından 2015 Milenyum Hedeflerine paralel olarak 2012 yılında Küresel Eğitim Girişimi adını alan (Global Education First Initiative) program, Unesco tarafından desteklenirken, bu programla en başta dünya sorunlarıyla ilgili (world-minded) ve bu sorunlara çözüm üretecek gençler yetiştirilmesi fikri öne çıkmakta. Avrupa’da birçok ülkede küresel farkındalık, küresel öğrenme, küresel eğitim başlıkları altında uygulamaya konan programların, küresel bir dünyada yaşayacak ve çalışacak olanların ihtiyaç duyduğu becerileri kazandırmaya yönelik pragmatist yanları olsa da, böyle bir eğitim ihtiyacı duyulmasının önemi yadsınamaz.[7]
Farklı eğitim düzeylerinde uygulamaya konulan “küresel vatandaşlık eğitimi” (KVE) programlarının değerlendirilmesine yönelik birçok araştırma da yapılmakta. Örneğin, bu eğitimlerin, çoklukla küresel eşitsizlik ve adaletsizlik gibi konularda bilinç ve duyarlılık gelişimini amaçlasa da liberal yaklaşımlarla eleştirel olmaktan uzak kaldığı, özellikle milliyetçi duyguların öne geçtiği ülkelerde ulusal vatandaşlığa rakip olarak algılandığı yolunda eleştiriler gündeme gelmekte:[8] Bu eğitimlerin Batı’nın sömürgeci geçmişini ortaya koymaktan kaçınmayacak biçimde daha eleştirel olmasını isteyen görüşler de var ki, aslında Batı dışındaki ülkelere düşen görevi hatırlatmakta.
Küresel vatandaşlık kuşkusuz bugünkü vatandaşlık anlayışından farklı bir anlayışı davet etmekte. Bugünkü anlayış içinde vatandaşlık, ulusal sınırlar içinde bir topluma aidiyet ile haklar ve sorumluluklar getiren bir bağ olarak düşünülürken, küresel vatandaşlık daha çok küreselleşen dünyaya yakışır ve dünyayı ve insanlık ailesini bir bütün olarak görmeyi hedefleyen bir bilinç, duyarlılık ve sorumluluk olarak tanımlanabilir. Bu düşünceyi haklı kılan dört boyuttan söz etmek de mümkün:[9] Bunlar, insan ırkına üyelik, aynı gezegeni paylaşma ve ona karşı sorumlu olma, herkesi bağlayan ahlaki yasalar, dünya hükümeti yönündeki gelişmeler olarak sıralanabilir. Bugün için yeryüzüne bağlılık ile insanlık ailesine aidiyet konusu kabul etmeye daha yatkın olduğumuz söylenebilir. Buna karşın, dünya hükümeti gibi daha çok kozmopolitlerce savunulan bir gelişmenin gerçekleşmesi bir yana istendiğini düşünmek bile zorken, herkesi bağlayan ahlaki yasalardan söz etmenin kolay olmadığı da ortada.
Yine de, dünya birbirine benzer hale gelir, ortak sorunların çözümü için karşılıklı bağımlılığın kabulü ve ortak politikalara ihtiyaç olduğu her gün daha anlaşılırken, bunları tartışmaya açacak ve bu konularda duyarlılık ile bilincin gelişmesine hizmet edecek küresel vatandaşlık anlayışı ve bu yolda eğitimlerin önemi yadsınamaz. Kaldı ki, küreselleşen kapitalizmin varlığını sağlama almak üzere oluşturduğu birçok uluslararası kuruluş var, etkileri de ekonomik alanı aşmakta. Öyleyse, küresel ısınmadan ekonomik büyümeye, teknolojik gelişmelerden insan haklarına, vergi cennetlerinden refah harcamalarına, gıda güvenliğinden işsizliğe kadar insanlığı etkileyen sorunlar karşısında ortak hedef ve politikaları hayata geçirmek üzere uluslararası kuruluşlar neden devreye girmesin? Ya da Birleşmiş Milletler’in kuruluş amacına uygun olarak yeniden örgütlemesi neden düşünülmesin? Kısacası bir dünya hükümeti kurulmasa da, küresel sorunlar karşısında küresel hareket etmek ve bunu sağlayacak örgütlenmeler düşünmek mümkün. Hatta, hükümetler devam ederken, Avrupa Parlamentosu benzeri, -orada da üye ülkeler ayrı devlet ve hükümet olarak varlıklarını koruyorlar- tüm ülke vatandaşlarının doğrudan seçimiyle gelecek küresel bir parlamento neden olmasın?
Söylediklerimin hayal yanı üzerinde durulması da pek doğru görünmüyor. Yukarıda hep değindiğim gibi, herkes için daha iyi bir dünya hayalinin var olan koşullarda ve buna sebep olanlar aracılığıyla kurulamayacağı ortada; hayal gibi görünen, aykırı gelen düşüncelerden yola çıkmak gerektiği gibi, geleceği için kaygılanan insana başvurmaktan başka yol da yok. Dünya siyasetini bu yola döndürmek insana düşüyor; küresel vatandaşlık eğitimleri de bunun küçük bir adımı olabilir. (MK/AS)
[1] Rosi Braidotti (2019) “İnsan Sonrası, Pek İnsanca: Bir Posthümanistin Anıları ve Emelleri”, Cogito, 95-96, Kış 2019.
[2] Yuval Noah Harrari (2016) Homo Deus: Yarının Kısa bir Tarihi, Kollektif Kitap, İstanbul.
[3] D. West 1998), Kıta Avrupası Felsefesine Giriş (çev. A. Cevizci), Paradigma; İstanbul. H. Marcuse (1975), Tek Boyutlu İnsan (çev. A. Timuçin) May Yay. İstanbul. Z. Bauman (2005), Bireyselleşmiş Toplum (çev. Y. Alogan), Arıntı Yay. İstanbul
[4] Solun kitlelere ulaşamaması da bunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir ama solun bireyin bu meşruiyeti sorgulamasını sağlayacak bir söylem ve politika üretemediği de söylenebilir.
[5] Jose Saramago (2017), Körlük (çev. I. Ergüden), Kırmızı Kedi Yay. İstanbul
[6] Meryem koray, “Sol insanlığa, insanlık sola muhtaç!…”, Birgün Pazar, 15.03, 2020.
[7] Vasileios Symeonidis, Towards Global Citizenship Education, Master’s Degree Studies in International and Comparative Education, No.36, Stockholm University, Mayıs 2015, http://www.edu.su.se/
[8] age, s: 50-51
[9] age, s: 22.
* Yazı ilk olarak Meltem Koray’ın internet sitesinde yayınlandı.