Kendine ait sabahları, doğumları
Ve direnç biçimleri vardı.
Yüzünün anlam aynasında
En zorlu problemleri çözerdi.
Güçlüklerle başedebilmede
Ostrovski kuşağındandı.
Lise çağında YOL’a çıktı ve
Ve ömrünü bu Yolculuk’ta geçirdi.
Onu tanıdığımda 22 yaşındaydı. O sözü edilen, Alemdağ Askeri Cezaevi’ndeki gaz bombalı saldırı sırasında beraberdik. Devamında hayatının tüm kesitlerinde iletişimimiz, görüşmelerimiz ve yoldaşlığımız hiç kesilmedi. Onunla pek çok anımız var ama ilişkiyi/anlatımı özelleştirmeyi doğru bulmadığım için sadece ihtiyaç oranında, magazinleştirmeden kimi anılara değineceğim.
O bir devrimciydi
Bilinir ki devrimcilik bir yaşam biçimi, bir yaşam tercihidir; anın sosyalizmidir. Böyle bir tercih yapılmadan da elbette yaşanır ama devrimci kimlikle, bakış açısı ve ölçülerle geçirilecek bir yaşam, kabuktan derine inmeyi, biçimden öze uzanmayı, tükenmeden ve anlam yitimine uğramadan YOL almayı sağlar.
Devrimcilikte gün doğumları için sabahı beklemek şart değildir. Devrimcilik, bir yanıyla irili ufaklı doğumlara ebelik etmekse bir yanıyla da kendi doğumunu gerçekleştirmektir. Böyle olunca mutluluk, törensel anlardan; yaşamın anlamı ve seyri tüketimden ibaret olmaz. Yaşam yürüyüşünün hiçbir anında ne okulda, ne sonrasında işte veya evlilikte ebeveynleri taklide gerek kalmaz. Önce öğretileni sonra da kendini aşma halidir devrimcilik; kapitalizmin antitezi, kapitalizm içinde yaşam yürüyüşün alternatif basamaklarıdır. Bu basamakların niteliği tanımlıdır, sayısı değil; ne kadar ısrarlı ve istikrarlı iseniz o kadar tırmanırsınız.
Bu girişten sonra çok açık söylüyorum ki Oğuz için bunlar abartılı değil. Çünkü çok engebeli ve dezavantajlı koşullarda, alternatif bir YOL’da yürüdü ve tüm düşüşlerde kalkmayı bildi. Sızlanmak yerine koşullarla, sorunlarla ve gerçeklikle yüzleşti; kendine konum/duruş belirledi. Yaşamdan anladığı vakit tüketmek değil üretmekti, kendi imkânları ölçüsünde bunu hep yaptı.
En sıkıntılı dönemlerinde bile gözleriyle güldü, mimikleriyle konuştu, yüreğiyle dokundu. O, tüm devrimcilerin Oğuz arkadaşıydı ama aynı zamanda bir Devrimci Yolcuydu.
O bir Devrimci Yolcuydu
Oğuz’un hayatında, bir yıldızın rehberliğine ve bir yumruğun iradesine kavuştuğu andan sonsuzluğa uğurlandığı ana kadar mücadelesi ve sevdası; “77 ruhu”nun, Türkiye devrimine ait YOL haritasının izlerini/niteliklerini taşıdı. Biz onu; mücadelenin, tutsaklığa direncin ve yaşam kavgasının yoldaşlaştırıcı bütünlüğünde tanıdık.
Devrimci Yol’u anlatmak bu metnin kapsamını aşar ama Oğuz üzerinden anlatıldığında yaşayan bir süreç olduğu, ezberin ve şablonun değil somutun tahliline dayandığı, bunun kayganlık değil üretkenlik olduğu söylenebilir.
Devrimcilikte aşk eğer bir kendi dışına taşma haliyse; O’nun içi içine sığmadı. Devrimcilik eğer dayatılanı reddetmek ise; O reddin ve özgürleşmenin insanıydı.
Devrimci Yolculuk sol değerlerin doğru yorumu olduğu kadar solda kardeşliğin ve farkları ayrışma/karşıtlık sebebi yapmamanın ifadesi ise bunu Oğuz, geniş aile içinde herkese karşı mesafesizliği/yoldaşlığı ile gösterdi.
Anlattıklarımızın toplamı, Oğuz’un kısa değil anlamlı yaşadığını gösteriyor. Yaşamın anlamı, süresi vb. üzerine bugüne dek çok şey söylendi. Tarkovski’nin ifadesiyle 25’inde ölüp 75’inde gömülenler de oldu. Biyolojik yaşı 25 olmadan ardında dopdolu, öğretici ve onur verici bir yaşam bırakarak sonsuza dek yaşamanın biçimini gösterenler oldu. Eğer Sabahattin Ali’nin dediği gibi insan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş değilse, daha büyük ve insanca bir sebep lazımsa o sebep devrimciliğe, Oğuz’un yürüdüğü YOL’a içkindir.
Düzeltme ve bilgi
Oğuz’un yaşamını yitirdiğini bildiren ve “Eski Dostlar” WhatsApp grubunda paylaşılan bilgi notunda, “İstanbul Alemdağ askeri cezaevinde tutuklu kaldı. Cezaevinin bodrum katında 100’den fazla tutuklunun bulunduğu penceresiz koğuşa 24 Aralık 1981’de bir direnişte onlarca gaz ve sis bombası atıldı. 2 tutuklunun can verdiği bu olayda Oğuz Artan da ciddi şekilde etkilendi” deniliyor.
Genellikle gerekmedikçe anı paylaşmayı, özellikle öznelleşen ve giderek tarih anlatımı olmaktan çıkıp kendini anlatmaya varan anlatımlar sebebiyle doğru ve gerekli görmediğim biliniyor. Burada konunun güncelliğine bağlı olarak ve belirli sınırlar içinde kalarak hem düzeltme yapmak hem de sürece dair kısa ada olsa bilgi vermek istiyorum.
1981 yılında Cunta’nın devam eden uygulamalarından biri de polisin hapishanelerden istediği tutukluyu yeniden sorguya götürmesiydi. İşte bu amaçla polis cezaevine gelmiş ve Oğuz’la beraber bizim de olduğumuz 3. koğuştan bir tutukluyu götürmek istemişti. İdare bunu koğuştakilere bildirdi. Koğuşta hızla bir değerlendirme oldu ve sorguya alınacak arkadaşın da “gitmeme” yönünde irade belirtmesi üzerine kolektif bir kararla barikat kuruldu.
Karşılıklı restleşme ve gerilimli diyalogdan bir süre sonra pencerelerden içeriye gaz bombaları atılmaya başlandı. Ortalığı hızla yoğun bir duman kapladı. Islak havlu vb. hazırlıkların hemen hiçbir yararı olmadı çünkü teni dahi yakan gaz, ıslak havludan da olsa ciğerlere girdiğinde göğüste müthiş bir yanma oluyor ve hiçbir biçimde oksijen solumak mümkün olmuyordu. Hemen herkes kısa sürede yere düştü. Koğuşun pencereleri vardı ancak koğuş bodrum konumunda olduğu için gaz çıkışı gecikebilirdi. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla o gün rüzgâr olması gazın daha hızlı boşalmasını sağladı. Yere düştükten kısa bir süre sonra gazın yükselmesine bağlı olarak nefes almaya başladık. Ayağa kalktığımızda yerde yatan, kalkamayan arkadaşların olduğunu ve koğuş zemininde yoğun biçimde balgam-kusmuk vb. olduğunu gördük.
Daha sonra ziyaretçilere tahlil için verdiğimiz elbiseler üzerinde boğucu ve yakıcı gaz bulunduğunu öğrendik. Sonradan edindiğimiz bir bilgiye göre müdür askere, “Git depodan gaz bombası getir” demiş. Asker de oradaki yakıcı/boğucu bombaları gaz bombası sanıp getirmiş.
Benim hafızamda kalanlardan özenle seçtiklerim bunlar.
Saldırının yapıldığı koğuşta Hakkı Bulut da vardı. Ondan da söz edildiği bu cenaze sürecinde kendi anlatımından bir kesti aşağıda paylaşıyorum.
Hakkı Bulut’un kendi anlatımlarından
Hakkı Bulut, aramızdaydı. O da bizim gibi barikat sonrasında coplandı. Yargılanmasına sebep, “Neden İsyan Etmesin Ezilince İnsanlar” türküsüdür. Koğuşa geldiğinde Hakkı Bulut, savcının kendisine “Halkı isyana teşvik ediyorsun” diyerek tutukladığını anlatmıştı.
Aşağıda Hakkı Bulut’un anlatımlarına yer veren bir söyleşiden aktarıyorum:
“Bir türkü yapmıştım. ‘Gidin görün Doğu’da ne dert ne çileler var.’ O yıllarda gerçekleri anlatmıştım. Masumane bir şekilde, ‘Okul yok, doktor yok, yol yok’ demiştim. (...) Direkt Selimiye’de savcılığa teslim oldum. Binbaşı orada iyi davrandı. Beraber simit yedik. ‘Hakkı Bey size daha önce tebligatlar yapılmış, şu anda tutuklusun’ dedi.”
“Daha sonra bizi Alemdağ cezaevine naklettiler. Orada çırılçıplak soyuyorlar. Savcı, ‘Sağcı mısın, solcu musun?’ diye soruyordu. Bir şarkı sözü yüzünden geldiğimi anlatıyorum. Buna rağmen içeri atıyorlar. Alemdağ’a 70 kişi bir otobüse bindiriyorlar. Az kalsın yolda boğuluyorduk. Arabanın camlarını yumrukladık. Yine baygınlıklar geçiren vardı. Bütün koğuştaki insanlar beni sanatçı olduğum için sevdiklerinden sahiplenmeye çalışıyorlardı.”
(...)
“Bombalar atıldı koğuşun penceresinden içeri. Öyle bir acı ki tarif etmeye imkân yok. Patlayınca mavi bir gaz alevi çıkıyor. Sonra bir duman geliyor. Soluyunca ölüyorsun” dedi. “12 Eylül’de işkence gören, hapishanelerde yatan tek sanatçı benim” diyen Bulut sözlerini şöyle sürdürdü: “Yanımda, kollarımın arasında iki arkadaşımı kaybettim. Birisi Hakan diğeri Şerif’di. Allah rahmet eylesin. Hakan’ın ayaklarında benim terliklerim vardı. 30 kişiye yakın insanın ciğerleri patladı. Her taraf kan revan içerisinde. Benim yatağım pencereye yakındı. O pencereye nasıl tırmandım bilmiyorum. Sanki kanatlanıp uçtum. Hava aldım. Tek sıra coplana coplana dışarı atıldık. Tahliye olup çıktıktan sonra bile bedenime sinmiş olan zehirli gazı üzerimden gitmedi.”
Çağrı/öneri
Oğuz’u sonsuzluğa uğurlarken de söylendiği gibi, Oğuz gerçekten sevildi ve sahiplenildi. Bu konuda onunla diyalogumuz/paylaşımlarımız nedeniyle yeterli bilgiye sahip olduğumu düşünüyorum. Dayanışmanın neoliberal kuşatma ve yalnızlaştırmaya karşı bir direnç, bir itiraz olduğunu düşünenlerdenim. Evet, dayanışma güzeldir, yaşatır ve yapanı da güzelleştirir; çoğaltır. Bu alandaki çabaları, kurumlaştırma dâhil ayrıntısına girmeksizin önemsiyorum. Oğuz’la huzurevinde de dayanışmanın devam ettiğini biliyorum. Yazacaklarım bir eleştiri değil bir öneridir; dayanışmayı, kurumsallaştırma ve daha işlevli kılma amaçlıdır.
Son yıllarda kimi arkadaşlarımızın huzurevlerine, Darülaceze’ye vb. yatırıldığını görüyoruz. Ve hatta bazı hasta arkadaşlarımızın şu veya bu ortamda ama yalnızken yaşamını yitirdiğini, bunun bir-iki gün sonra fark edildiğini vb. de duyuyoruz. Çoğaltılabilecek bu örneklerden hareketle söylersek; arkadaşlarımızın bakımının, yalnızlığa daralan yaşamının kolektif bir zeminde yürütülmesi için kurumsal bir adım atılabilir. Bu, tabii ki ayrıntılarıyla, oluru ve olmazlarıyla konuşulmalı, tartışılmalıdır. İpucu niteliğinde ve kabaca aklımdan geçen, kolektif/komünal yaşama imkân veren, içinde konferans salonunun, çeşitli atölyelerin, yemekhane vb. yerin olduğu bir kurumdur.
Sonuç yerine
Böyle bir yazının 12 Eylül’de yazılması, doğrudan sevgili Oğuz üzerinden bir itiraz ve bir anımsatmadır. Oğuz’da 12 Eylül’ün 44 yıllık izlerini görmek, onun yaşamı üzerinden iz sürmek mümkün. 12 Eylül aynı zamanda 44 yıllık kötülüğün bugünkü tabloda somutlanan adıdır. Bugünkü sermaye egemenliği ile o gün darbeye sebep programın arasında kesintisiz bir bağ vardır. Oğuz’u sahiplenmek, onun mücadelesini ve değerlerini yaşatmak, 12 Eylül’e ve mirasçısı bugünkü örgütlü kötülüğe itirazdır.
(MY/VC)