Bir ülke düşünün. Yıllardır barışamayan, çatışan, birbirini kıran, kırdığını kabul etmeyen.
Bir ülke düşünün. Geçmişinin üstünü örten, ölülerin üzerinden şahadet nutukları atan, bastığı yerleri toprak diyerek geçmeyip tanımakla isterken toprağı kanla sulamayı normal sayan.
Bir ülke düşünün. Birlik beraberlik yalanları içinde tüm farklılıkları silen, yaşayan dilleri öldüren, resmi ideoloji üniforması giymeyen herkesi “öteki” ilan eden.
Bir ülke düşünün. Kadınları öldüren. Çocukları tüketen. İnsanları sömüren.
Bir ülke düşünün. İktidarı yapılacak çocuk sayısından kürtaja kadar her şeye karar veren.
Bir ülke düşünün. Demokrasisini bir kuru sandığa mahkum eden. Kaderini tek bir adamın ağzından çıkana göre belirleyen.
Bir ülke düşünün. Tüm isyan, muhalefet ve direniş çabalarını basınçlı suyla ve gerekirse kurşunla yok eden.
Bir ülke düşünün. Üniversitelerinde kimin neleri araştıracağı yüksek bazı kurumlar tarafınca belirlenen.
Ve bir de
Genç bir sosyolog düşünün. Henüz yeni mezun olmuş, heyecanlı, hevesli, yaşadığı toplumu anlamak, anlamlandırmak isteyen gencecik bir yeni mezun. Taksim’in göbeğine, Ülker Sokağa gidiyor ve bu toplumun marjinalleştirdiği insanların, transların dramını anlamak istiyor, bunu topluma anlatmak istiyor. Toplumun ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermek istiyor. Şiddeti durdurmak istiyor. Tüm bunları yaparken de tedirgin. “Ya sadece sosyolojik araştırma yapmış olmak için onların hayatlarını incelediğimi sanırlarsa? Ya onlara araştırma nesnesi olarak baktığımı düşünürlerse?”
Bir sosyolog düşünün. Davullarla zurnalarla askere gönderilen, ağlamasına izin verilmeyen bir ulusun erkeklerinin yaşadığı baskıya dikkat çekmek istiyor. İktidar vurgusu altında ezilen ve ezen erkeklerin trajedisini anlatıyor. Bu ülkede sürüne sürüne erkek olunduğunu iddia ediyor. Erkeklik algısını sarsıyor. Patriyarkanın kendi içine dönüp bakmasını istiyor. Ataerkil bir toplumda her ne kadar “ata”nın erki olsa da erkek egemen ideolojinin kadınlar kadar erkekleri de ezdiğini gösteriyor.
Bir sosyolog düşünün. Uzlaşamayan bir toplumun yaralarına dikkat çekiyor. Barış güvercininin kanatlarının nasıl kırıldığını anlatıyor. Toplumun nasıl militarize edildiğini gösteriyor. Hatalarımızı, bunların neye mal olduğunu...
Ve şimdi de
Bu ülke ile sosyologu bir arada düşünün. Olmuyor değil mi? Bu sosyolog boğulur bu ülkede, yılar, gitmek ister, başka ülkelere gitmek, “kalemi kırılmadan” araştırmalarına devam etmek ister.
Ama Pınar Selek bunu istemiyor. Pınar Selek vazgeçmiyor ve küsmüyor. Ülkesinde özgürce araştırma yapmak istiyor. Toplumu anlamak, çatışmaları, şiddeti, baskıyı sonlandırmak istiyor. Pınar Selek’i destekleyen binlerce kişi de bunu istiyor, iktidara rağmen.
Ben Pınar Selek’in adını ve davasını ilk duyduğumda İstanbul’da Yüksek Lisans öğrencisiydim. 2008 yılıydı. Mısır Çarşısı patlamasının üzerinden 10 sene geçmiş, Pınar Selek kısır döngüye çoktan girmişti. Ben ve daha pek çok kişi belki gündemi çok iyi takip edemeyişimizden belki de medyada yeterince temsil edilmediğinden Pınar Selek’in yaşadığı haksızlıktan bihaberdik. (Ve hala çok sayıda insan anaakım medyamızın gündem belirlemede son derece titiz (!) davranması nedeniyle Pınar Selek’in adını duymuş değil.)
Arkadaşlarımın genel hatlarıyla anlattığı dava bana ilk duyduğumda kelimenin tam anlamıyla “absürt” gelmişti. Siyasi polisiye romanından bir kesitti sanki anlatılan. Nasıl olur da sosyolojik çalışma yapan bir araştırmacı araştırmasına dahil ettiği kişilerin ismini paylaşmıyor diye böylesi bir kapana mahkum edilebilirdi? Nasıl olur da tüpten kaynaklandığı kesinleşen bir patlama bir araştırmacının bombalı saldırısına dönüştürülebilirdir? Daha da önemlisi, bir yalan nasıl olur da bu kadar çabuk üretilip yaygınlaştırılabilirdi?
O zamanki şaşkınlığım adalet sistemine güvenimi henüz yitirmemiş olmamdan, iktidarın nasıl işlediğini henüz kavrayamamış olmamdan kaynaklandı, sanıyorum. Seneler için bu ülkede hakikatin nasıl üretildiğini, hegemonyanın nasıl kurulduğunu bizzat gözlemlediğim için bu davanın “gerçek” olduğunu artık kabul ediyorum.
İktidar mekanizmalarının nasıl işlediği herkesin malumu. İktidar baskıyı, şiddeti, öldürmeyi sever. İktidar bu yüzden bas bas bağırır, dehşet saçar, terör oluşturup terör suçundan insanları mahkum eder. Bu düzeni bozmak isteyen herkesi de anında ipe götürür. İktidarın yargısı da yasaması da yürütmesi de iktidarı sağlamlaştırmak için çalışır, eleştirmek için değil. Güçler ayrı değildir asla, hedef de tekdir. Bu sistemi ancak ve ancak sistemin nesne haline getirdiği insanlar “özne” haline gelerek bozar. İşte bu yüzden Pınar Selek iktidarın hedefi haline getirildi. İktidara tehdit oluşturduğu için.
Artık Türkiye adalet sistemi bu tabloyu görmek zorunda. Pınar Selek’in sosyolojiyi hapsolduğu kütüphane raflarından, akademisyen sohbetlerinden çıkarıp hayatımıza katan bir araştırmacı olduğunu, ona en çok da bu yüzden ihtiyaç duyduğumuzu anlamak zorunda. Pınar Selek’ten araştırmasına katılanların isimlerini isteyerek asıl polisin akademik etikle bağdaşmayan bir hataya düştüğünü idrak etmek zorunda. Adalet, Pınar Selek’i rahat bırakmak zorunda.
Ağırlaştırılmış müebbet hapis Pınar Selek’e kesilecek bir ceza değil. 11 Haziran’da açıklanacak karardan Pınar Selek’in beraatının çıkmasını bekliyorum. Ben Pınar Selek’in daha nice araştırmalarını okumak istiyorum, hapiste çürütülmesini görmek değil. Pınar Selek’in ağırlaştırılmış müebbet hapsi kesinleşirse, bu ceza Selek’in kendisine de, sosyal bilimlere de Türkiye’ye de kesilmiş bir ceza olacak. Bilimin, düşüncenin özgürleşmesi adına Pınar Selek’in beraatını talep ediyorum. Bu distopyadan çıkmak için, rahat nefes alabilmek için Pınar Selek ve Pınar Selek gibi haksız yere mahkumiyeti istenen herkesin serbest bırakılmasını istiyorum. 11 Haziran’ı sabırla ve umutla bekliyorum. “O beraat gelecek, sosyal bilimler biat etmeyecek!” (HB/EKN)