Uğur Dündar'ın televizyon programının ekranda dönmeye başladığı an, fonda çalan müzikten ödüm koparak büyüyen nesildenim. Pazar günleri anne babalar, çocuklarını pışpışlayıp uyuttuktan sonra ekran başına geçerdi.
Hayal meyal hatırladığım, korku filmini andıran programın başladığını duyunca odanın içinde kaçacak delik aradığım. Ya yatağın altına davranır ya da her şeyi göze alarak salonda bir kucağa sığınırdım.
Ben kaçacak delik ararken, Dündar'ın girdiği her delikten illa en az bir adet böcek çıkıyordu. Zor zamanlardı. Bizim evde siyaset hemen hiç konuşulmazdı.
Tartışma ya da siyaset programı izlenirken sorduğum sorular hep yanıtsız kalırdı. Yalnız Karaoğlan efsaneleri, Demirel'in hinliği ve Özal'ın işbilirliği (kişi kendinden bilir işi!) hakkında ara sıra laf dönerdi.
Günlerden bir gün, Diyarbakır'da karşı komşumuzun kızı adaşım Burcu'nun doğumgünü için içim içime sığmıyordu. Annesi en sevdiğim enfes portakallı kurabiyelerden pişirmişti. Ben daha süsleniyordum ki kapımız çalındı:
"Turgut Özal ölmüş".
Cümleten karalara büründük. Evlerde ağır yas havası. Kanal 6'da Zeki Müren'i andıran bir Özal portresi. Başsız kalmıştık. Bir insanın başına her şey gelebilirdi ama başsız kalmak felaketten de öte bir şeydi.
Doğumgünü partisi iptal olmuştu. Ben kurabiyelere, annemgiller cumhurbaşkanımızın ölümüne yanıyordu. Özal için "Kalp krizi geçirdi" dediler. Hiç anlı şanlı canlı Türkiye vatandaşı bu haberi yer mi? Yemedik. Dillendirilmese de kulaktan kulağa yayılıyordu:
"Özal kriz geçirdi diyorlar amma o aslında öyle değil!"
Ömrümün geri kalanında bu pek mühim sözle boy serptim desem, abartmış olmam. İsmi lazım değil, bir beyefendi hakkında konuşulurdu bazı zamanlar.
Dicle Üniversitesi'nde 1980 dönemi sol cephenin önde gelen isimlerindenmiş zat-ı muhterem. Her yerde o varmış, en ateşli devrim savunucusu oymuş. Herkesleri derslerden sokaklara o sürüklermiş. Sonra bir gün darbe olunca, sözümona arkadaşlarının kimi toprak altında kimi cezaevlerinde çürürken, ona hiçbir şey olmamış. Yani solcu falan diyoruz da, o aslında öyle değil!
Sonra mesela, 1990'larda Güneydoğu'da kan gövdeyi götürüyordu. O zaman biz bilmiyorduk tabii. Yaş kemale erdikçe, okudukça öğrendik JİTEM'i, Hizbullah'ı, Yeşil'i.
Kitaplar vardı, tanıklıklar vardı. Ama çevremde muhatap olduğum büyüklerim için hala işler oldukça esrarlıydı, niyeyse. Sonuç olarak bazı gerçekliklerin yanında bir de koskoca ABD [[Amerika Birleşik Devletleri] vardı. Bir de İsrail vardı. İran'ı da unutmayalım. Ağzımı açıp tek bir laf edecekken, önüm hep o hayın cümleyle hunharca kesildi:
"Şimdi o aslında öyle değil!"
Bizim zamanımızda koalisyon hükümetleri vardı. Birtakım abiler ablalar biraraya gelip bir türlü anlaşamazlardı. Arada bir karşılıklı enerjileri tutunca, hükümet kurulurdu.
Akşamları sayısal loto oynamış gibi televizyonu açar, "Bu kez tutmuş mu" diye heyecanla ekrana kitlenirdik. Diyelim uzun zaman dikiş tutturamadı siyasi partiler.
Derken oldu da bir gün hükümet kurmaya karar verdiler, evde hemen bir uğultu. Her yer gizem, her yer fiskos. Çocuk kafasıyla bende bir sevinç bir sevinç ki sormayın. Sanki göbek adım Tansu, hükümeti ben kurdum! O kısacık mutluluğu bile çok görürlerdi, sevincim kursağımda kalırdı:
"Koalisyon kuruldu da o aslında öyle değil!"
Her olayın üzerinde her zaman bir sır perdesi vardı. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. En ayan beyan olan bile değildi.
Biz işte bir nesil, her taşın altında başka bir şey arayarak büyüdük. Hiçbir şeye inanmamamız gerektiğini, her işte bir bit yeniği olabileceğini bilerek büyüdük.
Büyüdük, paranoyak olduk. Her şey yalandı, her şey komplo.
O yüzden şimdi gelsin robot lobisi, gitsin vaiz lobisi!
Hani bugünlerde enseyi karartmak için binlerce nedenimiz var ya...
İşte o aslında öyle değil! (BK/HK)