Ben Zozan Özgökçe.
Bu topraklarda yaşayan feminist anti-militarist bir Kürt kadını olarak militarizmi ve militarizmin dayandığı tüm değerleri reddediyorum. Militarizm, askeri değerlerin ve savaşın yüceltilmesinin yanı sıra erkekliğe atfedilen değerlerin meşruluğu ve üstünlüğüne dayanmaktadır.
Bir şiddet örgütlenmesi olarak devlet, doğası gereği yüklemi olan şiddetten bağımsız düşünülemez.
Modern ulus-devletlerin savaş ve güvenlik ihtiyacından doğan zorunlu askerlik, yurttaşlığa kabulün bir gerekliliği olmasının dışında "hegemonik erkeklik" değerlerinin inşasında da önemli bir role sahiptir.
R. W. Connel'in kavramlaştırdığı Hegemonik erkeklik; yenilmez, korkusuz, sert, disiplinli, bedensel acılara dayanaklı, rekabet ruhu yüksek, sağlıklı ve cinsel gücü yerinde heteroseksüel erkek tipini varsaymaktadır.
Bu özellikler aynı zamanda militarizmin de gereksindiği ve üretmeye çalıştığı erkeklik tipini temsil etmektedir. Böyle bir erkeklik tanımı, kadınları ve her türlü kadınlığı dışarıda bıraktığı gibi, engelli, eşcinsel, yaşlı erkekleri de dışlamakta ve erkekler arasında da hiyerarşiler yaratmaktadır.
Bir tür "erkeklik ispatı" haline dönüşen askerlik deneyimi aynı zamanda kadına atfedilen tüm değer ve özelliklerin aşağılandığı, saldırgan erkeklik değerlerinin yüceltildiği ve normalleştirildiği bir deneyimdir.
Erkek askerdeyken gördüğü dayak, küfür, hakaret, aşağılanmayı sineye çekerek, askerden sonra başkalarına gösterebileceği şiddeti içinde öfke ile büyütüyor. Ailesi ve içinde olduğu toplumda askerdeyken öğrendiği hiyerarşi kurma, aşağılama ve diğer hegemonik erkeklik pratiklerini uyguluyor.
Militarizmin cinsiyetlendirilmiş güvenlik politikası, erkeklerin savaşçı robotlar, kadınların da pasif, sadık hatta sorgusuz itaat eden destekçileri rolünü oynadığı vatandaş tipini yaratmaktır.
Cynthia Enloe'nin dediği gibi, "Militarist siyasette kadınlara düşen rol, asker eşi, oğlunu askerliğe yüreklendiren anne, yaralı askeri iyileştiren hastabakıcı, askerleri eğlendiren fahişe ve cephe gerisi hizmetlerine koşturan görevli kadın olmaktır."
Bunu sağlamanın yolu da milliyetçi ve dini ideolojiler aracılığıyla hayali "biz" (ulus) kimliğini yaratmaktan geçmektedir. Askerlik süresince disipline edilen, "adam olma" rüştünü ispatlamış olarak topluma dönen erkek, kazandığı ayrıcalıklı konum sayesinde devletin sunduğu imkânlara ulaşmanın avantajlarını kullandığı gibi ailesine ve çevresine de bir çeşit "devlet" olarak dönmektedir.
Militarizmin istediği "erkeklik" vatanı ve kadını korumak gibi "kutsal" davalar adına şiddet kullanmak için bir icazet anlamına geliyor. Baba, koca veya ağabey sıfatlarıyla ailenin de askeri olmaya soyunan erkek; kadını korumak, kollamak, cinsel kimliğini denetlemek gibi pratikleri doğal vazifesi olarak görmektedir.
Toplumdaki eşitsiz cinsiyet ilişkileri militarizme eklemlenerek kadınları, zayıf, güçsüz ve yönetilmeye muhtaç gören bakış açılarını pekiştirmektedir.
Militarist devlet politikalarının kadına biçtiği roller; Ulusun devamını sağlayan kutsal anne, geleneğin bekçisi, kültürün aktarıcısı, modernleşmenin gösterenleri, ulusal savaşlarda katılımcı ve aynı zamanda militarizmin ideolojik üretiminin parçası olmak şeklinde özetlenebilinir.
Ayrıca vatanın, uğrunda savaşılacak ve ölünecek bir kadın bedeni olarak kurgulanması, kadını erkeğin korumasına tabi kılan zihniyeti güçlendirmektedir.
Erkeğin aile içinde namus, şeref, ahlak gibi değerler adına kullandığı şiddet, devletin başka milletlere yönelik kışkırttığı savaşların da dayandığı ilkelere dönüşmektedir.
Ceberut devlet geleneğinin güçlü olduğu Türkiye'de, "Her Türk asker doğar" veya "Türklüğün bağrından çıkmış silahlı kuvvetler" gibi söylemlerle askerlik adeta bir milli özellik haline getirilerek sorgulanamaz kılınmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu anlatılarından biri olan "Türk Milleti Ordu Millettir" miti yıllarca ülkeyi darbelerle, olağanüstü hallerle yöneten bir vesayet rejiminin de harcını oluşturmuştur.
Devletin Kürt halkına karşı yıllardır yürüttüğü savaş, militarist siyasetin gücüne tapmanın bir sonucu olarak süregelmektedir. Şiddeti, hiyerarşiyi, otoriteyi, güçlü olmayı ve ölümü kutsayan militarist ideoloji, gündelik hayatın deposunda biriken eril şiddetin de kaynağıdır.
Ulusal savaşlarda veya etnik soykırımlarda birer ölüm makinasına dönüşen modern orduların değişmeyen kurbanları ve savaş ganimetleri yine kadınlardır.
Militarist şiddetin, fethedilmesi gereken bir düşman olarak gördüğü kadın bedeni, her savaşta tecavüz, zorla hamile kalmak, işkence ve her türlü aşağılanmaya maruz kalmaktan fazlasıyla nasibini almaktadır.
Eril tahakküm, hiyerarşiyi, tabi kılmayı ve bütün bunlar için de doğal olarak zor kullanımı gerekli kılmaktadır. Militarizm, aynı zamanda toplumsal kaynakların canavarca sömürülmesi demektir, savaş ekonomisi için harcanan bütçeler, insanlığın sosyal ve ekonomik refahından çalınmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) orduya ayırdığı 1.3 trilyon dolarlık bütçe, toplam dünya ülkelerinin ayırdığı bütçeye eşittir. Türkiye'de otuz yıldır sürdürülen iç savaşa ve Savunma Bakanlığı'na ayrılan bütçelerle tüm sosyal ve ekonomik sorunları çözebilirdik.
Sözün özü, feminist ve anti-militarist bir kadın olarak, her türlü otoriteyi, savaşı, hiyerarşiyi ve cinsiyetçi politikayı red ettiğimi belirterek vicdanıma ve politik kanaatlerime dayanarak vicdani reddimi açıklıyorum.
Bir kadın olarak askere gitmiyorum ancak yukarıda bahsettiğim nedenlerle militarizmin kadınların gündelik hayatlarına olan olumsuz etkileri açısından vicdani reddimi sadece Türkiye'de devam eden bu savaştan dolayı değil tüm iktidarların savaşlarına karşı olduğum için açıklıyorum.
Hepimizi kapsayacak bir özgürlük, otoritenin, mülkiyetin, cinsiyetçiliğin ve şiddetin lağvedildiği bir dünyada ancak mümkündür... (ZÖ/EKN)
* Zozan Özgökçe'nin vicdani red açıklaması blogundan alınmıştır.