Geçtiğimiz hafta sonu Bitlis'te öldürülen Meral'in ve Van'ın Çaldıran ilçesinde öldürülen Adalet'in ailesini ziyaret ettim. Her ikisinin de faili uzun yıllar boyunca bir yastığa baş koydukları veya koymak zorunda oldukları kocalarıydı. Adalet 16 yıllık kocası, Meral ise altı yıllık kocası tarafından hunharca öldürülmüştü. Hatta Adalet'in kocası ile birlikte 16 yaşındaki oğullarının da cinayet esnasında silah tuttuğu söyleniyor. Otopsi raporuna göre, üç tane pompalı tüfekle, dokuz tane de silahla vücudundan yara almış Adalet. Köyde söylenen silahlardan birinin 16 yaşındaki oğul tarafından kullandığıydı.
"Ah Meral, Meral... Aç ve susuz gittin..."
Bu sözler Meral'in annesinin acılı dilinden dökülmüştü.
Meral üç ay önce kocasından boşanmış, boşanma davasının sürdüğü süreçte çeşitli mesleki kurslara katılmış, ehliyet almış ve bir kuaför salonu açmıştı. Kuaför salonuna 2,5 yaşındaki kızının adını vermişti.
Katil koca daha önce Meral'in ailesini ve Meral'i öldürme tehdidinde bulunmuş. Aile karakola dört kez şikayet etmiş, ancak ifade almak dışında hiçbir şey yapılmamış. Aile ve Meral Bitlis Savcılığı'na gitmiş. Savcı "benim eşimin de hayati tehlikesi var. Ne yapalım yani" diye cevap vermiş. Sonunda Meral üç ay önce boşandığı kocası tarafından işyerinde dokuz yerinden bıçaklanarak yaşamını yitirdi. Henüz 22 yaşındaydı. Çocuğu ve kendisi için geleceğe yönelik geniş hayalleri vardı. Ölümünden bir gün önce annesini aramış ve demiş ki, "bugün bir gelin vardı, çok yoruldum, ancak şu anda çok özel bir müşterim var, sonra eve geleceğim." Eve gelmiş ve demiş ki, "çok özel müşteri bendim. Bugün kendime baktım. Saçlarımı yaptım." Kendisini çok özel hissetmeye başladığı ve kendisi için yaşamaya başladığı bir zamanda kocasının bıçak darbelerine maruz kaldı. Kendini özel hissettiği işyerinde bıçaklanarak katledildi. Meral aşık olduğu erkek ile hayatını birleştirmiş ve bu aşk onu yaşamdan ve çok sevdiği kızından ilelebet ayırmıştı.
Taziyeye gelen komşuların '"kader işte" söylemini anne "Böyle kader mi olur" diye sorgulamıştı. Kaderin sürekli kadınların, güçsüzlerin aleyhine işleyen çizgisinde bir adaletsizlik olduğunu acılı anne de yaşamından hareketle farkındaydı. Kaderin kadın için, çoğu zaman muktedirlerin zulmünün çaresiz onayı olduğunu iyi biliyordu.
Adalet de 7 Temmuz günü kocasının ve iddia edildiğine göre oğlunun kurşun yağmuruna tutularak öldürülmüştü. 16 yıldır kocasından yoğun şiddet görüyordu. Evliliği süresince kaç kez karakola gitmişti... Bir keresinde kocası Adalet'i silahla kulağından yaralamış, başka bir sefer de bıçakla kovalamıştı. 16 yılın ardından ailesinin yanına gitmiş ve boşanma davası açmıştı. Van Barosu'ndan ücretsiz avukat talebinde bulunmuştu. Davanın görüleceği gün Adalet toprağa gömülmüştü. Adalet kocası ile görücü usulüyle evlenmişti. Evlendiğinde henüz 17'sinde, öldürüldüğünde 32 yaşındaydı.
Peki, Adalet ve Meral korunamaz mıydı? Bu cinayetler engellenemez miydi? Günde beş kadının öldürüldüğü bu topraklarda kadınlar isyan çığlıklarını, yetkililer de dâhil herkese iletiyor ancak ölüm öncesinde ve sonrasında bu konuda insanı çıldırtan bir sessizlik var. Aile politikaları oluşturulurken kadınlar yok sayılıyor. Kadınlar aile içerinde sessizleştiriliyor, kurbanlaştırılıyor. Adalet'in çocuklarının sayısı dört. Van Çaldıran Savcısı çocukları bir uzmanla görüştürmeden kocanın ailesine veriyor. Çocuklar gözyaşı döke döke benimsemedikleri, istemedikleri kişilerin evlerinde kalıyor. Çok sevdikleri annelerinin ölmesine sebep olan babalarının korunduğu, kollandığı kişilerin, yıllarca onların yaşadığı acılara seyirci kalanların evlerinde nasıl huzurla gözlerini uykuya yumacaklar?
Adalet ve Meral öldürülmeden önce devletin her konuda tetikte olan savcılıklarına ve karakollara başvurmuşlardı. Savcılıkların ve karakolların kayıtsızlığı, müdahalesizliği katilleri cesaretlendirmemiş midir? Devlet, toplumsal ahlak ve aile kurumunun kadına karşı el ele verdiği bu tahakküm dünyasında çok da şaşırılacak bir durum yoktu aslında. Aile, artık sadece yoğun duygusal deneyimlerin yaşandığı bir ilk yardım sığınağı değil, çok çeşitli iktidar pratiklerinin yeniden üretildiği, her türlü eşitsizliğin "normal" görüldüğü, kanıksandığı küçük bir devlettir.
Sürekli kimsesizleri ve aileyi önceleyen Sosyal Hizmetler Kurumu ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın kadınları yok sayması, aile kurumu içinde göz göre göre yok edilen yaşamları görmezden gelmesi nasıl bir mantıktır? Her iktidar biçiminin, ailenin mevcut toplumsal yapıyı yeniden üretme rolüne duyduğu gereksinim verili eşitsizliğin devam etmesini doğurmaktadır.
Keşke kadınların kimsesi olmasa... Keşke kadınlar kendileri için yaşasa... Kadınlar kendileri için yaşamaya başladıklarında, kendi seçimlerinin öznesi haline gelmeye başladıklarında, erkek iktidarının "özgürlük korkusu", avuçlarından kayan ayrıcalıkların yarattığı telaş kadınların hayatlarını yitirmeleriyle sonuçlanmaktadır. Kadınlar belki de tamamen kimsesiz kaldıklarında, aile kurumunun kalın perdeleri yırtıldığında, erkek himayesinin koyu gölgesi yok olduğunda örselenmiş sesleri duyulur hale gelecek, varlıkları görünür olacaktır.