Ülkenin her yerinde okullar açılıyorken okullu olduğum günler yani kendi benliğimle yabancılaştığım zamanlar geldi aklıma.
Ben ilkokula Diyarbakır'da başladım. Annem, evimize en yakın okul "elit tabakanın", Ofis semti sakinlerinin gittiği bir okul olduğundan biraz daha "kırsal" olan Bağlar semtindeki Şair Sırrı Hanım İlköğretim Okulu'na "daha az ezilirim kaygısıyla" kaydımı yaptırdı.
Tabii ben tek kelime Türkçe bilmiyordum, sadece anadilim olan Kürtçe'yi biliyordum. Okulun ilk günü annemin ellerinden ayrılıp soğuk bir sıraya, tanımadığım ama aynı dili konuştuğum bir kızın yanına oturdum.
Bir de hiç sevmediğim simsiyah bir elbise giydirmişti bana annem. Annem bana çok yakıştığını söylüyordu ama ben kendimden nefret ediyordum o giysinin içindeyken.
Tüm bunlar bir tarafa okulda olup biten hiçbir şeyi anlamıyordum. Her sabah "ne okuyorduk?", "Bu kadın (öğretmen) ne diyor?" soruları aklımda uçuşurken, sıra arkadaşım ile şuna karar verdik: okulun ayrı bir dili var ve burada o dili bize öğretecekler.
Okul yeni şeyler demekti, annemin de söylediği gibi.
Sınıf arkadaşlarımdan birçoğu nasılsa "okul dili"ni biliyorlardı. Öğretmen ile konuşuyorlardı ama ben sadece benim gibi olanlarla konuşuyordum.
Okulda en mutlu olduğum zamanlar ders aralarındaki boşluklar yani teneffüslerdi çünkü arkadaşlarımla Kürtçe konuşuyordum ve oyun oynuyorduk.
Ardından sınıfa giriyordum ve sınıfta olup biten hiçbir şeyi anlamıyordum. Okul dilini bilen arkadaşlarım benden daha çok mutlu idi.
Öğretmenim Binnaz Hanım çok güzel bir kadındı, okul dilini çok kibar konuşuyordu. Onunla daha yakın olmak istiyordum ama bir türlü konuşamıyordum.
Bir gün eve gittim ve anneme 'anne biz neden farklıyız?' dedim. Annemin çok üzüldüğünü ve beni alıp ders çalışmaya götürdüğünü hatırlıyorum benim dersleri anlamamam onu da sinirlendiriyordu tıpkı Binnaz Hoca gibi.
Annem ara sıra cimcikliyordu beni ve çok canım acıyordu. Ama asıl işkence okulda oluyordu, öğretmenimiz ne sorsa herkes parmak kaldırıyordu ama ben hiç parmak kaldıramıyordum. Öğretmenim beni sıra arkadaşımdan da ayırmıştı ve okul dilini konuşabilen birini oturtmuştu yanıma.
Öğrenmem lazımdı bu okul dilini artık kesinlikle anlamıştım.
Arkadaşlarımın ailelerinin bazıları benim aileme benziyordu bazıları ise benzemiyordu. Ben de bana ve aileme benzemeyen onlar gibi olmayı istiyordum. Çünkü onlar daha şanslılardı, en azından ben öyle olduklarını düşünüyordum.
Aradan yıllar geçti, annem ile her akşam çalıştığımız halde ben zar zor okul dilinin harflerini öğrenmiştim.
Fişleri de bir araya getirebiliyordum. Sıra matematiğe gelmişti ki annemler benim okulumu değiştirdiler, bu kez bize yakın olan Ofis semti sakinlerinin gittiği o elitlerin okulu, Mehmetçik İlköğretim Okulu'ndaydım artık.
Haydaaaa şimdi de başka okulda tekrar acılar içindeydim. Yepyeni bir çevre. Ve bu çevredekilerle hiç ama hiç anlaşamıyordum. Bir de öğretmenim erkekti.
Binnaz Hanım beni en azından pat diye kaldırmıyordu sınıfın ortasında ve kötü not vermiyordu.
Bu öğretmen beni utandırmak için elinden geleni yapıyordu sanki. Çarpım tablosunu sıra ile okuyacaktık ve bana sıra gelmeden teneffüs zilinin çalması için dua etmekten başka çarem yoktu.
Okuldakilere benzemem lazımdı artık anlamıştım.
Bir gün bir baktım -bir Cuma günü- Ferzo Dayım ve dedemler beni okuldan almaya gelmişler, şapkalarını bile çıkarmamışlar.
Ben onları görünce nereye kaçacağımı şaşırdım ama beni buldular. Dedem bana bir de "were, were (gel gel)" demez mi? Ben de onlara "Herin" (gidin) dedim ve kızdım.
Dedem kolumdan tutuyor bense gitmemek için diretiyordum. Nasıl erken giderdim o gün Cuma idi ve İstiklal Marşı'nı okuyacaktık.
Herkes okuyordu o marşı ve ben de okumalıydım.
Dedemleri atlatmıştım o gün ve akşam eve çok sinirli gitmiştim. Gider gitmez deliler gibi ağlamıştım 'Anne neden Bawo (dede) geliyor okula, neden beni utandırıyor, şapkasını çıkarsa bari, bir de Kürtçe bana Were, Were diyor' diye kızmıştım.
Annemin umutsuz yüzü gözlerimin önünden gitmiyor hâlâ. Dedem beni özlemişti ve okullu halimi görmek için bana sürpriz yapmak istemişti.
Van'dan bizi görmek için gelmişlerdi. Ama ben onlardan utanmıştım. Şimdi dedemin bir gün daha fazla yaşaması için yıllarımı veririm.
Beni dedemden utandıran, ana dilimden utandıran bir sistemin içindeydim. Beni benim öz benliğimden uzaklaştıran kendime yabancılaştıran bir sistemdi okul.
Okullu olamadım bir türlü. Okul da beni kabul edemedi bir türlü.
Meğer Biz 'Kürtmüşüz'
Babamın tayini çıktı. Önce babam gitmişti, ardından biz bindik otobüse ve yepyeni bir yere gittik: Adapazarı. İlkokul 5. sınıfa geçmiştim, ama yeni okulumda gidecektim yeni sınıfıma. Okul müdürü beni sınıfa götürdü. 'Çocuklar bu yeni sınıf arkadaşınız Zozan' dedi.
Herkes bir ağızdan "Neeee? Adı ne? Tozan mı? Kozan mı?" diye konuşmaya başladı.
Sınıftaki kargaşa üzerine Müdür "Zozan" diye yeniledi. Teneffüs oldu, sınıf arkadaşlarım sıra ile yanıma gelip "Ne Milletsin? Ermeni misin?, Ne biçim isim o?" diye sordular.
Akşam eve gittim ve anneme "Anne biz ne milletiz?" diye sordum. Annem "Biz Kürdüz ama kimseye söyleme" dedi.
O herkesten farklı olduğumuzun adını koymuştum artık Biz Kürt'tük.
Duymaktan en çok korktuğum şey Kürt olduğumuzdu, çünkü çok iyi biliyordum başıma gelecekleri. "Eee ne diyecektim şimdi ben yarın arkadaşlarıma" diyerek ve ağlayarak uyudum o gece. Çocukça rüyalar görmek isterdim, rüyalarımın dili de karışmıştı.
Lise Yılları ve artan baskı
İlkokuldan mezun oldum ve Anadolu Lisesi sınavlarına girdim. Ailemin benden hiç umudu yoktu ama Vangölü Anadolu Lisesi'ni kazanmıştım. Van'a okumak üzere gittim. Anneannemlerde kalıyordum. Okula servisle gidiyordum. Servisin girdiği bir ara sokakta "Biji Kürdistan" yazısını gördüm.
O yazı aklıma kazındı ve Kürtler hakkında sorular sormaya başladım. Asıl sorgulama dönemim Sakarya Anadolu Lisesi'ne geçişimle başladı.
Lisede daha yoğun bir baskı ile karşı karşıya idim. Tartışmasız bir günüm bile geçmiyordu. Sınıfa girer girmez "Zozan, Zozmayan" başka bir yerden "Zozan Borazan" diye sesler geliyordu kulağıma.
Mutlaka bir şekilde laf yiyordum sınıfımın 'nadide' üyelerinden. Tarih dersinde bir öğrenci kalkarak ve beni işaret ederek şöyle demişti: "Hocam, bu isyan eden Kürtlerin hala başını kesememişiz, buralara kadar gelmişler".
En kötü dersimiz ise Türkçe idi benim için, çünkü kompozisyon yazıyorduk. Ben her zaman sosyal konuları seçiyordum, ezilmişliği, ezilmişliğin üzerimizdeki etkilerini belirten kompozisyonlar yazıyordum.
En çok eleştiri benim kompozisyonlarıma geliyordu. Nihayet öğretmenim beni bir gün çağırdı ve "Efendi ol, sen de bu ülkenin evladısın, zehirini bu okula yayma" diye haşladı beni ve tırnaklarımın uzun olmasını bahane ederek beni okuldan eve yolladı.
O gün de tartışmayı en çok sevdiğim şarkıcının adının Ahmet Kaya olması çıkarmıştı ve elbirliği ile okuldan dışarı çıkarılmıştım. Oysa Ahmet Kaya belki de onlara göre benim sevdiğim en masum sanatçı idi. Grup Yorum, Şiwan Perwer ve Zülfü Livaneli'nin isyan şarkılarında kendimi buluyordum ama saklıyordum herkesten.
Dershanede nihayet yaşıtım olan Kürtlerle tanıştım, Halkevine ve o zamanlar adı HEP olan siyasi partinin gençlik kollarına gidip gelmeye başladım.
Okulda yaptığım hararetli tartışmalar için daha çok çalışmam gerektiğini düşünerek bol bol kitap okuyordum. Özellikle Halkevinde çok mutlu oluyordum, benim gibi düşünen insanlarla birlikte olarak kendimi bulmuş kadar mutlu oluyordum.
Sakarya'ya çok yağmur yağardı, şemsiye herkesin hayatında ayrılmaz bir parça gibiydi. Özellikle benden nefret eden bir oğlan ne yapıp edip bana yakın bir sırada durarak İstiklal Marşı okunurken "oku, oku" diyerek sırtıma batırırdı şemsiyesini.
O oğlan sonradan Hukuk Fakültesini kazanarak ülkü ocaklarının militanı olacaktı ve kader bizi onunla hayatımızın ileriki dönemlerinde karşılaştıracaktı.
Lisenin sonuncu döneminde gözaltına alındım. Bu gözaltı nasıl olduysa tüm çevrem tarafından duyuldu.
Okula birkaç gün gidemedim. Gittiğim gün okul müdürü çağırdı, "attığın adımlara dikkat et, tasdiknameni veririm gözünün yaşına bakmam" diye tehdit etti.
Akşam babamın işyerine ağlaya ağlaya gittim okulda olanları anlattım, babam bana taksiye binip eve gitmemi söyledi. Aşağıya indim bir taksiye bindim, taksici bana "İn aşağıya, koynumuzda yılan beslemişiz, bu ülkenin ekmeğini yiyorsunuz, ayıp, ayıp. İn aşağıya" dedi. O günden sonra okulda yanımda kimse oturmak istemedi. Kimin yanında oturtsa beni öğretmenler ertesi gün aileleri gelip kızlarının yerlerini değiştirmelerini istiyorlardı. Hatırlıyorum en istikrarlı sıra arkadaşım okula sonradan kayıt yaptıran biri idi yani benim ünümü duymamıştı ailesi.
Okul yıllığıma "aşırı milliyetçi olan Zozan" diye yazmıştı arkadaşlarım, "bize otlu peynir ile çiğköfteyi bıkmadan ikram ederdi" diye bir ekleme de yapmışlardı.
Aslında ne kadar da duru bir şekilde anlatmışlardı durumumu, ben ısrarla onlara kendi kültürümü ve halkımı anlatmaya çalışıyordum.
Bunu yaparken ben 'aşırı milliyetçi' onlar da 'normal' oluyorlardı. (ZÖ/EZÖ)