* Fotoğraf: Pixabay
-Ah, bayılacam şimdi, diyor Nure. Bir yandan kilometrelerce koşmuş gibi derin derin nefes alıyor; bir yandan da kendi kendine söyleniyor. Arada bir eli alnına gidiyor. Elinin tersiyle, terleri bir uçtan öbür uca sıyırıyor. Sonra eteğine bastırarak kurutuyor. Buna rağmen dolanıp duruyor tezgahın önünde. Tencereden de sesler geliyor. Buram buram mercimek kokuyor.
Mısto (Mustafa), ablasının (kuzeni) bu halini görünce biraz şaşkın, çaresiz ve biraz da susarak onun hareketlerini izliyor. Sonunda dayanamıyor:
-Ya, abla gel otur! Nedir bu sıcakta yemekle uğraşıyorsun... Ben, seni hiç anlamıyorum. Hem çok sıcak diyorsun; hem de kalkmış çorba yapıyorsun. Kim yer çorba, ha! Kim yer bu sıcakta! Hele söyle bana...? Susuyor. Bir cevap bekliyor Nure’den. Nure sonunda Mısto’ya dönüyor.
Yüzü domates kızıllığında. Gözleri, şişmiş gibi görünen yüzünde, ince bir çizgi gibi duruyor. Elindeki bezi hoyratça bırakıyor musluğun başucuna. Geçip Mısto’nun karşı tarafında, çöküyor sandalyeye. Kollarıyla abanıyor masanın ucuna.
-He, vallahi. Çok haklısın! Bu sıcakta ne derdim var ki...! Ja, ne bileyim, dedim belki biri miri gelir, aç maç olur... Hiç değilse bir çorba olsun evde... Neyse, anlat bakalım! Sen şimdi nerden geliyorsun?
-Köyden abla, nerden olsun. Wey..!
-Ne bileyim... Dedim belki annenden geliyorsun. O nasıl? Haberin var mı?
-Yao, hiç sorma onu bana, allahını seversen. (Duraksıyor. Önüne bakıyor) Ona çok kızgınım. Sesini yükselterek, yaooo, sırf inatsınız siz kadınlar... Ne bileyim... laf anlatamadık ona bir türlü, kaç senedir...
Mısto iç çekiyor yine. Gözleri dalıyor... Başını sağa sola sallayarak suratını buruşturuyor. Sanırsın ki kurumuş bir kara erik tanesi. Güneşte yanmış bakır rengi yüzü de daha koyu bir renge bürünüyor. Sigardan sararmış dişleri de görünmüyor artık. Ela gözleri buğulanıyor...
Nure daha fazla dayanamayıp giriyor lafa!
-Bırak allah aşkına! Size göre hava hoş... Siz hiç bir zaman anlamadınız ki bizim halimizi. Hele sen gel bir gün akşama kadar ka bu evin içinde dur! Kafayı yersin, kafayı... Size göre hava hoş! Gençsiniz, dışardasınız; karışanınız, laf edeniniz yok... Ben senin yerinde olsam...Aha, vallahi de, aynen senin dediğini derdim. Emin ol... Hem sahi, sen niye anneni yanına almıyorsun. Artık çok yaşlı. Yapamıyor..! Sen öyle, ara sıra yanına gitmekle, alış verişini yapmakla... Oluyor mu ki..?
Sabırsızca savunmaya geçiyor Mısto:
-Yaoo, abla, sen de anlamıyorsun işte... Yaooo, ben kaç kere söylemişim... Gelmiyor. İnat! İnat ha..! Ben şimdi zorla mı sırtıma alayım çuval gibi götüreyim yanıma? Ben daha dün yanındaydım. Dedim kendisine: “Anne, gel seni köye götüreyim. Orada rahat edersin. Gule de sana iyi bakar”, dedim... Ne diyor biliyor musun? “Sen beni lime lime de etsen senin Gule’nin yanında bir saat kalmam. Ben onun bana nasıl baktığını gördüm, oğlum. Ben ağzın dediğini değil, gözün dediğine inanırım” diyor. Aha! Ben daha ne diyeyim. Sen söyle?. O da Gule’yi sevmiyor...Sanki Gule ağzından ekmeği almış...
Nure, aval aval Mısto’yu izliyor. Put gibi hareketsiz. Bir düşündüğü var belli...
Mısto susuyor, yüzünü dışarıya çeviriyor. Nure’nin bir yorum yapmasını bekliyor. Avucuna yüzününün sağ yanına oturtmuş adamakıllı. Dalıyor gözleri. Suspus...
-Gule, he! diyor Nure sonunda. Kalkıyor. Yine tezgahın önün geçiyor ve sırtı dönük Mısto’ya.
-Sen de haklısın! İçini çekiyor.
Kara bir sinek mutfaktaki sessiliği bozuyor. Oradan oraya vız diyerek konup duruyor. Sonunda Mısto’nun alnına konaklıyor. Mısto, çok alışık bir el hareketyle alnındaki sineği eziyor avucuyla. Hala sessiz yaparken bu işlemi umursamazca, öbür elinin işaret parmağının ucuyla, avucuna yapışmış olan sineği masanın duvar tarafında, yere düşürüyor.
-Sen açsın şimdi. Çorba da pişti artık. Bir kase çorba ye bari, diyor Nure.
Bunları derken hala arkası dönüktür Mısto’ya. Mısto, canlanmış gibi Nure’den yana dönüyor.
-He abla. Valla o mis gibi koku acıktırdı beni. Aslında aç değilim ya..!
Nure içinden, “sahtekar, yalancı... hııı, sen aç olmayacaksın..! Sanki benim için geliyor, cimri köpek. Buraya her acıktığında geldiğini bilmiyorum sanki. Sanki yemeğe para vermemek için kapımı çaldığını bilmiyorum... Ben yıllardır öğrenmedim, tanımadım seni, öyle mi?” diyor, yüreği köpürerek. Ancak, yıllardır da, katlanıyor Mısto’nun bu nankörlüklerine. Köpüren yüreğinin taşmasının önüne yüksek barikatlar döşemiş adeta... Ama niye?
Nure, kocaman bir kaseye kepçeyle dolduruyor çorbayı. Buharlar yükseliyordu kaseden. İndiriyor masaya ellerindeki tutacaklarla. “çok sıcak ha, dikkat et!” dediyor.
Mısto, sandalyeye daha iyi yerleştirmek için poposunu kaldırıp kaldırıp yeni istifler ediniyor.
Nure, Mısto’ya dönüp, “ellerini yıkamadan mı yiyecen?” deyor. Bunu derken gözleri kocaman oluyor. (Demek isteyince büyütebiliyordu onları!)
-Gelmeden yıkadım, abla. Temizler (ellerini uzatıyor, altlı üstlü gösteriyor Nure’ye. Aha, bak, temizler. Sırıtıyor dudak altından.
Ama Nure, dönüp bakmıyor bile. Sesini çıkarmıyor. Dişlerini sıkıyor sadece; gıcırtısını duyoyor ağzında. Mısto’ya bugün de katlanyor, yıllardır katlandığı gibi. Ama su, bardaktan taşma noktasını çoktan geçti. Bir daha gelsin bi, allahın geri zakalısı... Zehir zıkkım olsun bu mercimek sana, İnşallah...! diyordu yine. Yine içinden...
Nure’nin içinden kaşık vermek gelmiyor. Mısto bekliyor... (HK/AS)