Bu yazı Reçel Blog'da ilk çıktığında TV8'deki 'Aramızda Kalmasın' programında Kürk Mantolu Madonna'yı okumadığı halde okumuş gibi davranan konuğun yaşadıklarını gösteren videodan çağrışımla aklıma gelen bir çok anının ve anlatının bir sonucuydu. Fakat üzerine tartışıldıkça aydın düşmanlığı içerdiği, sunucu kadınla naif bir empati kurduğu gibi iki temel eleştiri aldı. Bunlar doğrultusunda biraz açıklık getiren eklemeler yaptım. Aydın düşmanlığı içeren bir yazı yazamam zira hayatım boyunca okumanın ve merakın peşinde yaşadım. Fakat aydın tanımlarımız, aydınlığın yeterlilik sınavları gibi konuları tartışmamızın çok elzem olduğunu düşünüyorum. Bu yazı tam da bu sınırları yoklamak ve o sınırların biraz burasında, biraz orasında kalanların hikayesini anlatmak istiyor. Sunucu ile naif bir empati ise kurmuyorum. Şahitlik ettiğim yüzlerce benzer olayın görüntüleri beliriyor gözümde. Programa hazırlanma sorumluluğu olan bir sunucu olmayan insanların "okuduğunu iddia etme/ rezil olma/ rezil oluşuna tutunmaya çalışma" sekansını defalarca izledim. Bu duruma bu kadar şaşırılması bana kendi taşralılığımı hatırlattı. Bunu yazmak, anlatmak istedim. Olur böyle şeyler sıklıkla çünkü buralarda okumuşluk çoğunlukla bir performanstır.
* * *
“Tutunamayanlar”ın varlığından haberdar olduğum yaşta, bir kısım tesadüfün de yardımıyla hep hayalini kurduğum entelektüel ortamlarda bulmuştum kendimi. Kitabı okumamıştım, onun gibi adı illa ki geçen bir sürü kitabı da okumamıştım. Çünkü -konuşulanlardan anladığım kadarıyla- tam da yazarın kendine dert edindiği olmamışlığın ortasında büyümüştüm, birçoğumuz gibi. Ülkede türlü türlü olmamışlık var tabi…
Ben olmamışlık yarışmasına ülkenin üst orta sınıf, seküler ve tabiri caizse “beyaz Türk” bir ailenin her daim şanslı, hiç aşağılanmadan yaşı kemale ermiş evladı olarak katılıyordum. Bunu neden belirtiyorum? Hem konu okumuş ve cahil olunca yanlış bir pozisyona mimlenmeden önlemimi almak, hem de bağlamımı anlatabilmek istiyorum da ondan.
Bizim mahallede okumuşluk fabrika ayarı gibi bir şeydi, duymuşsunuzdur. Yalnız okumuşlukla tam olarak neyin kastedildiği pek bilinmiyordu. Ülkenin “gelenek sahibi” iyi okullarından mezun, büyükşehirde büyümüş, daha hakiki entelektüellerinden biz taşrada büyüyenlere doğru yankılanan, yankılandıkça da “ne kadarını duyuyorsak o kadarını yapıyoruz” halini alan bir durumdu belki de. Ama tam da tanımlamış iddiasında değilim, sadece kendi gerçekliğimi hissettiğimce yazmış kabul edin. Hatta bütün bu yazıyı bir şeyleri çözmüş diye değil de, bir çağrışımla bazı şeyleri masaya yatırmış bir iç ses gibi okuyun.
Mahalleye dönersek, bahsedilen okumuşluk hali asgari düzeyde toplumsal kabulü olan bir meslek sahibi olmak ve “modern” olmak gibi yine kimsenin ne olduğunu tam bilmediği kriterlere ulaşmaktı. Bunun dışında resim kurslarına gidilebilir, çocuk bir müzik kursuna gönderilebilirdi, ama tüm “çağdaş faaliyetler” dersleri etkilemeyecek şekilde olmalıydı. Niyetler çok iyiydi ama aslının ekosuyduk işte. Yani konu entelektüel olmak olunca, Gezi’de slogan olan “hobi olarak gene yap” bizim hayat tarzımızdı. Nihayetinde bir yerlere gelmemiz gerekiyordu, yalnız kimse o yerin ne olduğunu tam bilmiyordu. Tabii ki bir Paris kafesinde bir takım felsefi akımların ilk tohumlarını atan biri olmamız falan hayal edilmiyordu. En nihayetinde Marx’ın bile kızını tembellere “vermediği” bir dünyada, konu komşu “doktor ol, doktor, insanlar önünde ceketini ilikler” diyordu. Biz de deney faresi gibi eğitimin tekerleğinde dönerken şehre bir film gelecek ve “pastanede” buluşup üzerine konuşacağız diye sabrederek büyüyorduk.
Velhasıl bu koşullarda test çözmek, kadim bir mesleğe giden yoldu ve bu sınıfsal, hatta vatani bir görevdi. Aileler bu yolda çok emek harcıyor, yoruluyordu, hep beraber inanılıyor ve en nihayetinde de başarılıyordu. Hakkını yiyemeyiz, o emekler olmasa gencecikken hayalini kurduğumuz ortamlardan bakılıp da “vasat” denilenlerden biri olabilirdik. Bu “felaket”ten kurtulmak için bir kampüse, mümkünse de entelektüel düzeyi yüksek iyi bir üniversitenin kampüsüne ulaşmak gerekiyordu. Şükür ki benim başta bahsettiğim şanslı pozisyonumla ve gerekli emekle çok mümkündü bu hayal. Yani o nefret ettiğimiz testlerle entelektüelliğin kıyılarına kapağı atıyorduk.
Peki, sonra? Yeni habitusumuz test masalarında hayalini kurduğumuz her şeyi sağlıyordu. Şehirde birden çok sinema vardı, filmler “anında” geliyordu, muhalif, entelektüel insanlar ve onların buluştuğu mekânlar vardı. Ama hala bir sorunum vardı, nasıl tutunacaktım? En iyi Anadolu liselerinde okumuş, hep çalışkan ve parlak çocuktum. Kendi çöplüğümde “okumuş” insandım. Ortamın “cahil”leri başkalarıydı. Ama birden her şey sıfırlanıyordu. Özgeçmişim bomboştu. Lisede bitirilmiş olması gereken dünya klasiklerini devirmemiştim. Anneciğim onları evin birkaç raflı kitaplığına dizmişti ama nasıl bitirecektim ki, ben yüksek puanlara hedeflenmiş bir sayısalcıydım.
Bizim mahallede sadece tembel çocuklar sözelci olurdu ve sayısalcıyken en yüksek katsayılı matematiği bırakıp roman okumak, tarih, felsefe okumak davaya ihanet sayılırdı. Hain mi olsaydım? Olmadım. Adabımla sayısalcı oldum, test çözdüm. Okulda da sözelci koridorunda değilsen bu işlerle temasın olmazdı. Hem çevremizde hiç entelektüel ya da politik insan yoktu. Zaten Karadeniz’de taşradasın, entelektüel esintiler kıyıya paralel uzanan dağlara takılıyordu.
Aklımda deli sorular… Nasıl okumuştu bu insanlar bunca kitabı? Onlar bütün bunları yaparken ben ne yapmıştım? Ne yapsam da klasikleri okumadığımı çaktırmasamdı. Hakikaten artık tutunamamışlığım ciddi bir krizdi. Ama yılmamıştım. Sürekli listeler yapıyordum kafamda. “Şunu, şunu bir halledeyim de sonrası gelir zaten” diyordum. Ama hep aklımı çelen başka şeyler okurken buluyordum kendimi. Ortamın 101 dersini bir türlü geçemiyordum. İnternetten siparişler veriyor, kitapları raflara diziyordum. Bir arkadaş çıkıp “ben kitapların böyle salonda sergilenmesini sevmiyorum” diyordu sonra. Dağılıyordum. “Bunlar boş işler, entel mi olacaksın başımıza” diyen gözlerin olmadığı bir mekânım olsun, raflarım olsun, kitaplarım olsundu…
Ben o kitapları o raflara dizmeyi ne çok hayal ettim, bilmiyor muydu sevgili arkadaşım? İşin kötüsü biliyordu, tabii ki biliyordu. Aynı olmamışlıklardan geliyordu, birbirimizi görüyorduk. Ama birbirimize adap öğretip daha da olmuş kılıyorduk işte kendimizi.
Yani bizim mahallenin çocuklarında, hele de taşradan “entelektüelliğin merkezi” hepi topu üç kentten birine göçenlerinde bavulları gibi kendileriyle gezen filleri vardı. Yırtmanın heyecanı, pohpohlanmış egoların yıkımı ve kabul edilmenin kaygısıydı odamızdaki filler. Dünya klasikleri bir paket, yerli edebiyat bir paket, belli başlı müzik grupları ayrı, yunan mitolojisi ayrı, kült filmler ayrı bir paketti misal. Hepimiz kendi olmamışlık koşullarımıza göre birinden ya da bir kaçından yoksunduk.
Velhasıl benim de yeni hayatımda hepsine dair birçok listem, planım vardı. Ama bir yandan da yeni hayatı mümkün kılan bireyselliğin karşılanması gerekiyordu. Gelmemiz beklenen yere gelmeyi reddetmiştik. Ayrıcalıkları da. Bize sonunda kendimizi performe edeceğimiz ve belki de bunun suyunu çıkaracağımız bir oda, bir ev lazımdı. Her an hayatının romanını yazacakmış gibi hazır duran bir masanın olduğu özenle düzenlenmiş bir çalışma odasının da sığabileceği bir mekân… Bu yüzden çalışılacak, o kira çıkacaktı. Yani arada şöyle bir kaç boş yıl olsa o listeye tikleri hemen atardık ama zamansızdık da.
Edebiyatla, müzikle de bitmiyordu ki derdimiz. Yüksek lisans vardı, işin teorisi vardı. Teoriyle pratik ayrı olmazdı. Ayırmadık biz de, oraya da yüklendik. Hem çalıştık, hem yüksek lisans yaptık. Hayatımız tamamlanmayan listeler, o listelerin dışında kalan meraklar ve onlara bulunamayan vakitlerle geçiyordu. Kirasını zor yetiştirdiğimiz eve yeni filler yerleşiyordu. Akademide memur, belediyede ukala olarak mimlenip olmamışlık kariyerimizde epey iyi yerlere geldik. Her pazartesi hangi sanatçılar memurmuş diye yazdık arama motorlarına. Bir nebze ferahladık. Ama olmuyordu, bir noktada fillerle konuşmak gerekecekti. Bu ev hepimize dardı.
Fillerimiz, hepimizin filleri… Hep o cehaletten kaçışımız. Ama cahil miydik acaba, neyden kaçıyorduk. Hem cehalet neydi? Amcanın oğlundan bahseder gibi Raskolnikov diyememek miydi? Yok, olmayacaktı, başka şeyleri merak ediyordum. Her şeyi göze alacak ve bu listelerin bir kaçından vazgeçecektim. Ama nasıl olacaktı? Sahte CV de veremezdim ki ortamlarda. Yaktım gemileri. Kafka’dan bahsedildiğinde “ben olmuşum Kafka arkadaşlar” dedim, mahlasımı “memur da insan” yaptım. Duruşumu ortaya koydum. Bazen ortamın başka insanları hayretlerini ilettiler, bu özgeçmişle bu ortamlarda tutunmamın ve hatta yazan, çizen, aktif biri olmamın muazzam bir şey olduğunu ifade ettiler. Sağ olsunlar, var olsunlar. Onlar öyle doğmuşlardı sanki diyemedim, kızmadım. Belli ki onların da filleri vardı. Yoksa neden buldukları her cehalet emaresinde bütün hayat enerjileriyle kızsınlardı ki? Hepimiz gergindik.
Bütün bunlar Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Maddonası’nda Madonna anlatılıyor sanan bir kadınla açığa çıktı zihnimde. Çok öfkeliydik karşımızdaki vasatlığa, yeterdi artık, dayanılmazdı. Arkadaşlarımızın yanına gelip bizi rezil edecek diye ödümüz kopan akraba gibiydi ve hayatımızın her yerinde bir başka şekilde karşımıza çıkıyordu.
Böyle derken, kadında hiç mi suç yoktu? Televizyona konusuna hazırlanmamış olarak çıkması büyük bir fiyaskoydu elbet. Saygısızlıktı izleyicisine. İnsan konusu belli olan bir programa hazırlanıp çıkardı. Bu durumun tabii ki çok anlaşılır bir yanı yoktu. Ama buna mı kızdık koca bir gün boyunca? Her gün bir başka yerden, bir başka bağlamdan çeşit çeşit cehalet videoları düşmüyor muydu önümüze? Ve bir anda onlarca saatlik gündemimiz yapıp o videoyu evirip çevirmiyor muyduk? Birisi yoldan geçen birine mikrofon uzattığında ve o kişi sorulan soruya hayret verici derecede yanlış bir cevap verdiğinde o insanın yüzü milyonlarca kere tıklanan bir video olup gezmiyor muydu? Ah canımıza tak eden bu vasatlık! İnternetin en ücra köşelerine kadar yayılmalıydı, herkes haberdar olmalıydı. O videodaki insan, insan olmaktan çıkana dek, kendisini tanıyan herkesin dahi eğlencesi olana dek o bir anlık hata anının üzerinde tepinmiyor muyduk? Bu vasatlık ve hatta hızını alamamışların saydırdığı küfürlere konu olan insanlar çok mu dışımızdaydı? Yoksa hepimizin bir yerlerinde duran utançlar ve korkuların hortlağı mıydı?
O videolarda cümle âleme rezil olanlar benim birlikte büyüdüğüm komşum, akrabam olabilirdi. Ortamda konu açmak için vizyona bile girmemiş filmleri izlediğini söyleyen, eline kitap almadan ve hatta okumayı lüzumsuz görerek “okumuşluk” diye yatıp kalkan, hiç araştırmadığı tarihleri, sosyolojileri durmadan anlatan bir ve hatta bir kaç neslin hikâyesi değil miydi bu? Bir masada birbirine okumuşluklarını performe eden orta sınıfların ardı arkası gelmeyen gafları, aslında kimsenin rezil olduğunu bile fark etmiyor olması ve rezilliği sırf o masadan bir şekilde yırttık diye bizim tanımlıyor olmamız tanıdık değil mi? Ve masanın vasatlar ile bizi beğenmeyenler diye ikiye bölünmesi hepimizin hikâyesi değil mi? Bilmediğini kabul edemeyen bir neslin, bildiğini sindiremeyen çocukları…
O videodaki kadın, o Kürk Mantolu Maddona’yı okumamış ve okudum diyen, bir de üstüne okumadığını kabul edip özür dilemeyen kadın hesap vermeliydi. O masalardaki herkes adına, bizi ortamlarda utandıran akrabalarımız adına, taşrada bıraktığımız ve yırtamayan ilkokul arkadaşlarımız falan adına hesap vermeliydi ve verdi. Ardımızda bıraktığımız cehaleti, vasatlığı bize hatırlatmamalıydı kimse.
Cehalet, büyük histerimiz… Musallatımız. Korku filmi gibi videolarımız. Her korku filmi gibi hikâyenin dibinden çıkarılmayı bekleyen hikâyelerimiz ve hikâyelerimize giydirdiğimiz kılıflarımız. Kendimize sakladıklarımız, kâbuslarımıza giren rezil olma anlarımız ve rezil olmayalım diye inşa ettiğimiz kendiliklerimiz.
Kendi adıma fillerimi olabildiğince kabul ettim. Ama tabii ki o video hala musallat oluyor hafiften. Rezil olmaktan çok ucuz kurtulmuşum gibi hissediyorum. Tutunamayanları hala okumadığımı artık rahat rahat söylesem de korkuyorum cahil olmaktan, yine bir açık vereceğimden endişe ediyorum. Var gücümle gülsem kadına, cehalet uzaklaşacak gibi hissediyorum. Çok şükür ki “her tür insanın” olduğu bir yerde çalıştıkça sakinleşiyorum. Tüm vasatlığımla kendimi her tür insandan biri olarak görebiliyorum.
İçinden çıkmayı çok hayal ettiğim, okunmayan yazılmayan, bir ev iki arabalı vasat hayatın ucuz atlatılmış olması fikri musallat oldukça o hayatı tercih edenlere ya da başka bir tahayyülü olmayanlara hortlak muamelesi yapmamayı deniyorum. Ve merak ettiğim, sevdiğim için okuduğum, sermayeye muhalefet ederken kültürel sermayenin çarklarında kendimi kaybetmediğim bir entelektüel paylaşım ortamı hayal ediyorum. Hiç tanımadığım, binlerce hikâyesi olabilecek insanları kendi pozisyonumun sağlaması olsun diye yakaladığım eksiğinden mimlemeyip cümle âleme afişe etmediğim bir dünya hayal ediyorum. Bir bilgisizliğin, bir cehaletin bir kadını bir koca gün boyunca rezil edip, ona küfürler saydırmayı meşru kılmadığı ama o cehaleti de sakince tartışabildiğimiz ve belki cehaletin ne olduğunu da etraflıca konuşabildiğimiz bir dünya…
Taşrada büyüyen vasat bir genç kadınken çok çalışıp en sonunda varacağım, özgürleşeceğim o vasat olmayan yerin yukarda anlattığım gibi bir yer olmasını hayal ediyordum. Günün sonunda eskiden tanıdığım insanların hiçbiriyle iki cümle konuşamayacak ve onların hayatlarına tahammül edemeyecek hale gelmeyi değil… Hayallerim baki ama kalbim kırılıyor, sıkılıyorum. (BA/HK)
İllustrasyon: Fereshteh Najafi