Feneryolu Mahallesi ne bir kentsel çöküntü alanı ne de yıkım bekleyen bir gecekondu mahallesi. Kentin birçok yerinde rastlayabileceğiniz sıradan bir apartman semti. Genellikle orta ve üst-orta sınıfın ikamet ettiği; homojen denebilecek demografik özellikler gösteren bir yerleşim. Tam da bu özellikleriyle yüksek lisans tezimin konusu olmuştu bundan 5 sene önce. Bu sıradanlığın, kentin neredeyse tamamını oluşturan apartman dokusu olması dolayısıyla, Feneryolu Mahallesi’nin, “Kent nasıl şu anda gördüğümüz hale geldi?” sorusunu üzerinden cevaplayabileceğim bir örnek olduğunu düşünmüştüm.
Herhangi bir yerde bir yıkım olduğunda ya da dar gelirlilerin yaşadığı bir alan mutenalaşmaya başladığında “bir şeyler oluyor” diyor ve tepki veriyorduk. Oysa kentte çok dikkatimizi çekmeyen daha büyük bir süreç işlemekteydi.
Kent, an itibariyle algıladığımız şey değildi elbet, hiç durmayan bir oluştu. Feneryolu Mahallesi de çok değil, bundan yüzyıl önce büyük bahçelerin –ama şimdi büyük bahçe dendiğinde anladığımızdan çok daha büyük bahçeler- içerisinde inşa edilmiş büyük köşklerin mahallesiydi ve modernleşen ülkenin yeni koşullarında çehresi değişiyordu. Önceleri ahşap köşklerin dev bahçeleri ekonomik açıdan sürdürülebilirliğini kaybetmeye başladı. Zira üst gelir grubu sahipleri çoğunlukla yurtdışına çıkmış ya da zenginliklerini yitirmişlerdi. Bunun üzerine bahçeler parsellere bölünmeye başladı. Yeni parsellerde ise modern betonarme villalar inşa edilmişti.
Bu radikal değişimin üzerinden çok zaman geçmeden, İstanbul’un hiç çözülememiş ve pek yakın zamanda da çözülecek gibi görünmeyen konut sorunu doğmuştu. Kentsel arsanın değeri giderek artıyor ve bir ailenin üç katlı bir villayı karşılaması giderek imkânsızlaşıyordu. 1965 yılında, Kat Mülkiyeti Kanunu bu soruna bir cevap olarak ortaya çıktı. Belki Türkiye’de devreye sokulan birçok çözüm gibi daha çok sorunu doğuracak bir hamleydi ama herkes bu gelişmeden memnundu. Hemen bu doğrultuda bir kat daha inşaat hakkı tanınmış ve mahallede her dairesi başkasına ait dört katlı apartmanlar inşa edilmeye başlamıştı.
Kat Mülkiyeti’nin sağladığı esneklik ile hiç durmadan artan arsa rantına yerel yönetimlerin tepkisi kısa aralıklarla inşaat hakkını arttırmak olmuştu. İşte bu suni rant üretme mekanizması, bu kanunun bize böyle bir kent kalmasına yol açan olumsuz işlevi halini aldı.
Kat karşılığı konut inşası denen, ülkeye özgü konut üretim biçimi çok hızlı işleyen ve herkesin çıkarına hitap eden bir sistemdi. 1973 senesinde imar hakkında serbest yüksekliğe geçilmesiyle beraber dört katlı apartmanlar da yıkılmaya başlamış ve yerine 7-8 katlıları yapılmıştı. Oysaki bir önceki konut dokusu sadece 8-10 yaşlarındaydı.
Derken zaman, yükseklik kısıtlamasının olmadığı bir süreci çıkardı karşımıza. Bu defa yerel yönetimler, toplam inşaat alanı kat sayısını arttırarak daha fazla betonlaşmanın önünü açtılar. 1980’lerde artık 10 ve daha fazla katlı binalar yapılabilir olmuştu.
Kuyubaşı Fidanlığı elden gidiyor
Çalışmaya ilk başladığımda yerinde olan üç modern villa birkaç sene içerisinde yıkılmış, dört katlı apartmanların ise birçoğunun bahçesine inşaat firmaları reklam panolarını asmaya başlamışlardı.
Bu yapıların en yaşlıları 50-60 yıllıktı. Değişim akıl almazdı. Üstelik konut dokusu güya iyileştirilirken, sokaklar yükselen yapıların arasında kalmış ıssız, gri boşluklara dönüşüyor, yeşil alanlar giderek azalıyordu. Yeni yönetmelikler çıkıyor ve parseller otoparklaşıyor, bahçeler betonlaşıyordu. Ve sonunda güvenlik kapıları geliyordu mahalleye. Bahçe dediğimizde tahayyül dahi edemeyeceğimiz büyüklükte yeşil alanlardan güvenlik duvarının ardına gizlenmiş beton sahalara dönüşmüştü bütün mahalle. Çiçekli balkonların yerini panjurları çoğu zaman kapalı suratsız kör cepheli binalar almıştı.
Her durumda eskiyi özlemek, “ah nerede o günler” demek, kentlerin dönüşüm mekanizmaları hesaba katıldığında her zaman anlamlı değil.
Kent değişir, bu kaçınılmazdır. Ama bir kentin dokusu 100 yılda altı kere çehresini değiştiriyorsa burada bir sorun var demektir.
Şimdi Feneryolu mahallesinde “boş” yani yapılaşmamış kalan son alan olan Kuyubaşı Fidanlığı elden gidiyor. Akıbeti ne olacak bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, Feneryolu Mahallesi’ndeki evlerimizin balkonlarında oturup, “Burada, bu mahallenin son yeşil alanı vardı bir zamanlar” diyeceğimiz günlerin, pek de uzak olmadığı. Benim kuşağım için, kentte çocuklarımıza “Bak ben bu fidanlığı gezerdim bazen canım sıkılınca” diyebileceğimiz bir yer yok.
Baudrillard1, yaşadığımız zamanlarda her şeyin ömrünün insan ömründen kısa olduğunu söylüyor. Evet, anı oluşturamayacak kadar hızlı kaybediyoruz her şeyi belki de. Şimdi Gezi’den aldığımız güçle bu fidanlığa sahip çıkmamız gerektiğini biliyoruz - ve çıkabileceğimizi… Ama hâlâ belediye kapılarında emsal hakkı artışı kovalıyoruz. Rantla bir derdi olan, yeşilini savunmak isteyen herkesin aynaya bir bakması lazım belki de. Çünkü ben tezimi yazarken “Evet bu çirkinliğin müsebbibi biziz” demiştim. Şimdi insanlar sırf binalarının değeri artsın diye balkonsuz konutlar inşa ettiriyor. Hepimiz 1 metrakarenin derdine düşersek 2-3 ağaç için canımızı ortaya koymamızın bir samimiyeti kalmaz. (BA/HK)
(1) Baudrillard, J. (2012), Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
* Bu yazının konusu olan “Kentsel Mekânın Değişimi ve Konut Dokusunda Katmanlaşma: Feneryolu Mahallesi Örneği” başlıklı çalışma İTÜ Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı’nda, Prof. Dr. Gülçin Pulat Gökmen danışmanlığında hazırlandı.