Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanlar’ın pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizler"e takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik… Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık. Han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için bir şey istemedik. Yalnızca ve yalnızca milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!
Sabahattin Ali
İktidar kelimesinin sözlük anlamında; “Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret; bir işi başarabilme yetki ve yeteneği; devlet yönetimini elinde bulundurma, devlet gücünü kullanma yetkisi; bu yetkiyi elinde bulunduran kişi ve kuruluşlar” gibi anlamların yanı sıra, “erkeğin cinsel gücünün azalması” olarak açıklandığını görürüz[1]. Bugün hemen her dilde eril anlamı işaret eden kelime ile kastedilen üstün gücün hakimiyeti, bu hakimiyet alanının yaygın sınırları, onu farklı açılımlar üzerinden ele almayı da olanaklı kılar. Bunun sonucunda farklı iktidar yapılarının birbiri karşısındaki durumu, bir yenilgi-zafer dengesinde tanımlanma şansı bulur. Bu yazıda, iktidar-dil ilişkisini ve bu ilişki doğrultusunda dilin nasıl bir iktidar aracı olduğuna kısaca değinip, Sabahattin Ali’nin maruz kaldığı siyasal iktidar baskıları ile yazma eylemiyle şekillendirdiği yazınsal iktidarının birbiri ile olan ilişkisini sözüne ettiğim yenilgi – zafer dengesi altında ele almaya çalışacağım.
Bu değerlendirmeye Sabahattin Ali’yi baskı altında almaya çalışan siyasal iktidarın ne gibi dinamikler üzerinden şekillendiğini ortaya koyarak başlamak yerinde olur. Türkiye Cumhuriyeti devleti, kuruluşundan 1946 yılındaki çok partili seçimlere kadar tek parti iktidarı altında yönetildiği, toplumun yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı evrede devlete bağlı, aykırı seslere izin vermeyen tek tip sanat anlayışını destekler. Aykırı olan seslerden hoşlanılmasa da, 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı belirsizliğin de etkisiyle, bu seslerin üzerine gidilmez. Bu tavır, gerçekle bağlantısı olmayan yapay bir düşünce özgürlüğü havası yaratıyor gibi görünse de, durum hiç de öyle değildir.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Stalin’in yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve üs talep etmesi, Türkiye’nin yönünü tümüyle batıya çevirmesine neden olur. Bu rota değişiminde pusula, Amerika Birleşik Devletleri’ni göstermektedir. ABD’nin liberal ekonomik sistemi olduğu gibi kabul edilir. Ne var ki, Türkiye’nin bu dönüşü raşitiktir ve kalıcı yapısal sorunlara neden olur. Türkiye, liberal sistemi entegre etme sürecinde, bu yapının en etkin ayaklarından biri olan düşünce özgürlüğünü kendi sistemine dahil etmez. Bunun yerine İttihat ve Terakki döneminden beri devlet içinde bulunan, ancak savaş sonrasının yeni dünya düzenine göre yeniden şekillenen bir iç kontrol mekanizmasıyla kendisi gibi düşünmeyeni baskı altına alıp, dışlayan bir tutumun yerleşmesini sağlar. Bu yeni düzene göre desteklenen antikomünist sanattır. Buna aykırı olan solcu aydınlarsa baskı altına alınıp susturulmaya çalışılır. İzlenen yöntem çoğu zaman vatana ihanetten mahkumiyet şeklinde olsa da, bununla yetinilmez ve aykırı görüşteki aydınlar faili meçhul cinayetlerle susturulur.
TIKLAYIN - SABAHATTİN ALİ'Yİ UNUTTURMAK KOLAY MI?
Cinayet, Osmanlı’dan günümüze kadar gelen süreçte bir suç olmaktan çok, bir siyaset tarzı olarak kullanılagelmiştir. Orhan Gökdemir, Faili Meçhul Cinayetler Tarihi adlı çalışmasında Soğuk Savaş yıllarında, ABD’nin kontrolündeki bütün bölgelere yayılan ve failleri asla bulunamayan siyasal cinayetler incelendiğinde görülen tek gerçeğin bu cinayetlerin büyük bir siyaset tarzının bir parçası olduğu ve tek merkezden üretilmesi olduğunun altını çizer[2]. Bu açıdan ele alındığında Sabahattin Ali cinayetinin failinin hala bulunamamış olması durumu, karanlıklar içinde çakıp sönen bir deniz feneri gibi katilin profilini işaret edip durur.
Peki böyle bir iktidar baskısı karşısında kalan Sabahattin Ali nasıl bir aydındır? İktidara karşı nasıl bir tavır sergilemiştir? Kelimelerle dokuduğu kendi iktidar alanını nasıl aydınlatmıştır? İşte burada sözü Edward Said’e bırakmak yerinde olacak. Çünkü Sabahattin Ali’nin entelektüel tavrı, Said’in entelektüel tanımı ile birebir örtüşür. Said’in entelektüel tanımı şöyledir:
“Diyalektik bakımdan muhalif olması itibariyle toplumda var olan her türlü yozlaşmayı, çekişmeyi ve tahakkümü ifşa edip aydınlığa kavuşturan, hem topluma dayatılmış suskunluğa hem de göze görünmeyen gücün normalleştirilmiş sükunetine mümkün olan, her yer ve zamanda meydan okuyup bu eğilimleri kırmaya çalışmakla sorumlu kişi”[3].
Şimdi öyküleri üzerinden giderek Sabahattin Ali’nin bu sorumluluğu nasıl yerine getirdiğine beraberce bakalım. Ali, Bir Orman Hikayesi, Kazlar, Candarma Bekir, Bir Firar, Kanal, Sıcak Su, Ses, Ayran, Asfalt Yol, Sulfata, Bir Konferans, İki Kadınve Çirkince öykülerinde köy ve köylüleri konu alır. Bir Orman Hikayesi’nde hedefi, halka sırt çevirmiş olan yönetimdir. Bu hikayede orman içinde bulunan bir köye gelen sermayedarın ormanı kesmesi karşısında köylünün direnişi konu edilir. Köylünün direnişi karşısında yönetim, sermayedarın tarafını tutarak köylüye karşı çıkar. Köylülerin jandarma gücü ile ormandan atılmaları, yönetimin elindeki gücü halktan yana değil de, sermayedardan yana kullanması emperyalist sisteme köle olma yolunda hızla ilerleyen iktidara yöneltilmiş bir eleştiri niteliğindedir.
Sabahattin Ali, az sayıda hikayesinde ise doktor ve hastaneleri konu edinir. İlk hikaye kitaplarında değinmediği bu konu yazarın son hikaye kitapları olan Sırça Köşk ve Yeni Dünya adlı yapıtlarındakarşımıza çıkar. Sırça Köşk’teki Böbrek, Cankurtaran, Hakkımızı Yedirmeyiz ve Dekolman ile Yeni Dünya’daki Sulfata bu gruba giren öykülerindendir. Sulfata, hem köy ve köylüleri hem de doktor ve hastaneleri konu alan öyküler grubuna girmesiyle dikkat çeker. Bu öyküde Sabahattin Ali sıtmaya tutulmuş bir köylü kadını anlatır bize. Ama asıl dikkat çektiği yer, köylü kadına kinin verilmemesi üzerinden, yetki ve güç sahibi olanların (iktidarın) halka alaycı bakışıdır. Ali’nin bu hikayesinde kullandığı dil oldukça taşlayıcıdır. İleride daha detaylıca değineceğim gibi, Sabahattin Ali, burada siyasal iktidarı eleştirirken, dili kendi iktidar aracı olarak kullanmıştır.
Siyasal iktidarın farklı bahanelerle 1931, 1932 ve 1948’de üç kez cezaevine gönderdiği Sabahattin Ali, tıpkı Said’in entelektüel tanımında belirttiği gibi muhalif tavrını her yer ve zamanda korumuş, cezaevi ile ilgili gözlem ve izlenimlerini hikayelerine konu ederek toplumun bir kesimine dayatılan suskunluğu giderme konusunda adeta gönüllü olmuştur. Bu hikayeleri arasında Kazlar, Candarma Bekir, Kafa Kağıdı, Bir Şaka, Duvar, Çaydanlık ve Katil Osman’ı sayabiliriz. Sabahattin Ali, bu gruba giren öykülerinde izlenimcidir, bir durum aktarıcısı gibidir. Toplumun soyutladığı yaşamları ya cezaevine girmelerinden önce ya da cezaevinde oldukları süredeki kesit içinde ele alarak bu sürecin yabancılarına o hikayeleri anlatır. Böylece görülmeyen görülür, bilinmeyen bilinir olur. Sabahattin Ali ‘içeride’ olmaya aldırmaz. Siyasi iktidarın toplum katmanları arasında çektiği kalın perdeleri birer birer aralamaya devam eder.
Sabahattin Ali öykülerinin yaygın konu panoramasından biri de işçileri konu aldığı hikayeleridir. Bir Gemici Hikayesi, Apartman, Mehtaplı Bir Gece, Isıtmak İçin, Uyku, Portakal, Millet Yutmuyor adlı hikayeleri bu yönleriyle öne çıkar. Sabahattin Ali bu öykülerini ezen - ezilen ilişkisinin sınıflar arasında oluşturduğu dengesizlik üzerinden kurar. Toplumun, giderek içe dönük ve sadece kendi sorunlarıyla ilgilenen bireylerinin, kendileri için çalışan kişilerin sorunları karşısındaki duyarsızlıklarını ortaya koymaya çalışırken, gerçekte yaptığı bir toplum eleştirisidir. Düşünülmesi gereken noktayı belirginleştirir ve düşünme kısmını okuyucusuna bırakır. Ancak okuyucusunu bu düşünme sürecinde huzursuz bir vicdanla baş başa bırakmaktan kendini alıkoymaz. Bu huzursuz vicdanın temelinde ise liberal ekonominin insanlarda yarattığı bireyselleşmenin acımasızlığına bir gönderme vardır.
Ali’nin bir diğer eleştirisi aydınlara yöneliktir. Bir Siyah Fanila İçin, Fikir Arkadaşı, Düşman, Bir Skandal, Köpek, Bir Konferans, Beyaz Bir Gemi, Kurtla Kuzu adlı hikayelerinde bu eleştiri öne çıkar. Sabahattin Ali’nin bu hikayelerde bize anlattığı aydın Anadolu’ya giden ama Anadolu’yu yadırgayan biridir. Çevreyle bağdaşamaz ve yeniden büyük kente döner. Kente kaçan aydınlar ise kendileri arasında çıkar çatışmaları ve ihbarlar yaşamaktadırlar.
Sabahattin Ali’nin bu hikayelerde aydınları ülke sorunlarına sırt çeviren, bencil, çıkarcı ve halka uzak kişiler olarak kaleme alması onların bu hallerini tarihe çiviler niteliktedir. Sabahattin Ali, Tanzimat’tan başlayan batılılaşma sürecinde halkla aynı dili konuşmayan, halka uzak kalan, halka değil de, kendi içinde şekillendirdiği ve siyasi yapı içinde oluşmuş sınıflara hizmet eden aydınların halka ihanet ettiklerini söyler.
Onun yaklaşımı Julian Benda’nın Aydınlar’ın İhaneti’nde belirttiği sanatçı profilini akla getirir. Benda, bu çalışmasında sanatçının değerini şöyle tanımlar:
Sanatçının değeri, onu dünyanın medarı iftiharı yapan şey, insani ihtirasları yaşamaktansa onlarla oynamasından ve bu “oyun”da sıradan insanların gerçek şeylerde bulduğu aynı arzuları, sevinçleri, zevkleri ve acıları bulmasından kaynaklanır. Sanatçının sürdürdüğü bu coşkulu faaliyet, bir milletin veya bir sınıfın hizmetine girerse ben de kolaylıkla şunu söyleyebilirim: “Dünya tüm önemini yitirdi![4]
Sabahattin Ali’nin dünyası ise siyasal iktidarın dayatmalarına karşı duran, hiçbir koşulda önemini yitirmeyen bir dünyadır. Ve bu dünyanın en etkili iktidar aracı ise şüphesiz ki dildir. İşte tam bu noktada dil ile iktidar arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakmak için Roland Barthes’ı anlamaya çalışmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Roland Barthes, iktidarın sadece siyasi bir obje olmadığını, aynı zamanda ideolojik bir obje olduğunun altını çizer. Barthes’a göre iktidar ilk anda fark edemeyeceğimiz biçimde kurumların, öğretimlerin içine sızsa da sonuçta her zaman tektir, tek eldedir. Yine Barthes’a göre, entelektüelden beklenen, tıpkı Said’in entelektüel tanımında da yaptığı gibi, her fırsatta iktidara karşı tepki göstermektir.
Ne var ki burada tepki gösterilen iktidarın tek olmadığına dikkat çeker Barthes. Entelektüelin savaşı iktidara karşı değil, iktidarlara karşıdır. Çünkü iktidar, toplumsal ortamda çoğuldur ve bu çoğul iktidar simetrik olarak tarihsel zaman içinde de sürüp gider. Bir yerden kovulur, bir yerde bitkin düşer, ama asla yok olmaz. Başka bir yerde yeniden belirir. Barthes, iktidarın bu dayanıklılığının ve bu heryerdeliğinin nedenini ‘iktidarın toplum ötesi bir organizmanın asalağı olmasına’ bağlar. Yani iktidar, insanın yalnızca siyasal, tarihsel sürecine değil, bütün tarihine bağlıdır. İşte iktidarın bütün insanlık tarihi boyunca içine girip yerleştiği yer dildir.
Barthes, anlatım yeteneğinin “bir yasalar bütünü” olduğunu ve dilin de bu yasalar bütünün kodu olduğunu belirtir. Bizler, dil içindeki iktidarı görmeyiz. Çünkü, her dilin bir sınıflandırma ve her sınıflandırmanın da baskıcı olduğunu unuturuz. Dil, öznenin en derin mahremiyetinde bile olsa, açıkça ortaya konduğu andan itibaren bir iktidarın hizmetine girmektedir. Ancak, tıpkı iktidarın çoğullaşması gibi dil de ikili özellik gösterir: İleri sürmenin otoritesi ve yinelemenin sürücül yanı. Bunun sonucunda bizler ancak dil içinde dağınık olarak sürüklenen şeyleri toparlayarak konuşabiliriz. Dahası konuşmaya başladığımız andan itibaren, dilin bu iki özelliği; otorite ve sürüye ait olan sürücül yanı, bizde bir araya gelir. Böylelikle “aynı anda hem efendi, hem de köle” oluruz. Buradan hareketle, dilde kölelik ve iktidarın kaçınılmaz biçimde iç içe olduğunu belirten Barthes, kimseye boyun eğmeyen aydının mutlak özgürlüğünün dil dışında olduğunu söyler. Bu çıkarımından sonra Barthes dil ve iktidar ilişkisinden hareketle edebiyatın tanımını yapar. Barthes’ın edebiyat tanımı şöyledir:
“Bizler insan üstü yaratıklar olmadığımıza göre dili ancak atlatabilir, onunla ancak oynayabiliriz: İktidar dışı dili, dilin sürekli devrimindeki görkem içinde duymayı sağlayan bu kurtarıcı aldatmacayı, bu sıyrılışı, bu eşsiz kandırmacayı ben kendi adıma edebiyat diye adlandırıyorum”[5].
Barthes’ın bu sözlerinden yola çıkarak Sabahattin Ali’nin de siyasal iktidarın karşısında dil üzerinden kendi iktidarını şekillendirmiş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aydın tavrını hiçbir zaman kaybetmemiş olan Sabahattin Ali, iktidarın söylemini şekillendirmek için araç olarak kullandığı dilin karşısında, dilin dışına çıkarak, kendini edebiyat dediğimiz sonsuz akışın içinde özgürleştirip, boyun eğmez bir tavır oluşturur.
Bu elbette ki bilinçli bir tavırdır. Sabahattin Ali’nin, sadece dil kullanımı ile değil bunun dışına çıkıp kendi varoluşunu feda ederek özgürce kaleme aldığı eserleri bugün hala siyasi iktidara kafa tutmaktadır. Siyasi iktidarın gerçekte varolmayan bahane suçlar uydurup, gücünü bu suçlar üzerinden kullanarak Sabahattin Ali hakkında çıkardığı mahkumiyet kararları, Ali’nin özgür dilini bağlamaya yetmemiştir. Sabahattin Ali’nin dili üzerinden kurduğu özgürlüğü onu yok olup yeniden şekillenen ve sonrasında başka bir dönüşümde yeni baştan yapılanan bütün iktidarlar karşısında güçlü kılar. Yazının başında sözüne ettiğim yenilgi-zafer dengesinin galibi Sabahattin Ali’dir. Onun satırları olanın, olmayan karşısındaki zaferidir. Çünkü Canetti’nin de dediği gibi “Bir edebiyatçının görmediği şey, olmamış demektir”[6]. (BA/YY)
[1] Türkçe Sözlük, TDK, Ankara 2005, s. 951.
[2] Bkz: Orhan Gökdemir, Faili Meçhul Cinayetler Tarihi (Osmanlı’dan Günümüze Bir Tarz-ı Siyaset Olarak Cinayet), Chiviyazıları, İstanbul, 2006, ss. 10-27.
[3]Edward Said, Hümanizm ve Demokratik Eleştiri, (Çev: O. Akınhay), Agora Yay., İstanbul, 2005, s. 176.
[4] Julian Benda , Aydınların İhaneti, Çev: Cem Soydemir, Doğu Batı Yayınları, İst 2006, S. 59.
[5] Roland Barthes, Yazma Arzusu, Çev: Mehmet Rifat, Sel Yayıncılık Eylul 2008, sayfa 97-98
[6] Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, (Çev:Gürsel Aytaç), Payel Yayınları, İstanbul, 2007, sayfa 13