"Günümüzdeki ırkçı kampanyaları aşırı sağ düzenlemedi. Kendini sol olarak tanımlayan cumhuriyetçi ve laik aydınlar bu akıma ön ayak oldular" diyor Ranciére1, Avrupa'da sağ politikaların güçlenmesinde "sol"un katkılarından bahsederken.
"Solcuların" bir kısmının, sağ politikaların ekmeğine yağ sürüp durmakta anlaşılmaz bir şekilde ısrarcı olması meselesi uzun bir süredir kişisel gündemimde yer etmiş durumda.
Bu hikâye bazılarımızın üzerinde yaşadığı kırmızı çizginin, içerisinde nefes alabildiği çemberin, özellikle de son yerel seçimlerden beri insanların "politika yapma" biçimlerinden akan karanlıkla daraldıkça daralmasının hikâyesidir:
Siyaseten bir partinin programını ve bir adayın söylemlerini kendine yakın bulmanın oy vermek için geçersiz bir neden olduğunu şaşkınlıkla öğrendiğimiz "tatava yapma bas geç" kampanyası ile başlıyorum. Kimsenin Mansur Yavaş'ın geçmişteki söylemlerini, Sarıgül'ün şaibelerini nasıl içine sindirebildiğine dair bir açıklama yapmayıp, hatta adayları neredeyse kurtarıcı kahraman mertebesine çıkardığı, bu yetmezmiş gibi bir de buna karşı bir sözü olan herkesin tatavacı ilan edildiği bir politik tartışma ortamından bahsediyorum. En başından beri pek komik bulmadığım bu şakalı çile tam bitecek derken, Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle beraber "AKP'den kurtulmak" denen kutsal amaç doğrultusunda tek sığınağımız olduğu söyleniyordu: "Sağ" tarafı ağır basmış sözde bir koalisyon.
Bu defa "tatava yapma bas geç"ten daha da densiz ve pervasız bir dil hâkimdi tartışma ortamına. Bu noktaya gelmek için on yıllarca bedel ödemiş insanlara seçimden çekilmelerini salık verme noktasına kadar getirmişlerdi işi. Acilen AKP'den kurtulmalıydık ve bunun için de yıllardır türlü biçimlerde yok sayılıp feda edilen insanlar bir kere daha geri adım atıp, “daha önemli” bir amaç için emeklerini feda edebilirlerdi.
İşte ben o zamanlar -içimden- "sömürgeci olmak tam da böyle bir şey olsa gerek" diye düşünmüştüm ama bunu söyleyecek enerji de bulamamıştım kendimde. Zira son aylarımı neden içime sinen ve toplumsal barış adına varlığına kıymet verdiğim bir partiden olan adaya oy vereceğimin hesabını vererek geçirmiştim. Ya da lafı dolandırıp birbirimizi kandırmayalım: Bembeyaz insanlara neden Kürtler'e oy vereceğimin hesabını verdim diyelim.
Bütün bu süreç çok yorucu geçmişti. Kurulan cümleler çok ağırdı. Kendini açıklamak imkansızdı zira tarihsel bağlamdan bahsetmek en iyi ihtimalle demagoji olmuştu. Ve demagoji de inkarın maskesi. Size içerden bir sır vereyim: Bilindiğinin aksine, beyaz kir göstermiyordu.
"Ama'sız kınama"nın "Tatava yapma, kına geç!"e dönüşmesi
Gün geldi, 7 Ocak oldu. Charlie Hebdo katliamı... Çok üzüldüm. Ama şok geçirmedim. Zira takip ettiğim gündemde, aylardır IŞİD'in katlettiği insanlar vardı. Birkaç ay içerisinde, kimsenin sahiplenmediği yüzlerce insan öldürülmüştü. Gazeteciler gözaltına alınmış, gazete dağıtıcıları sokak ortasında öldürülmüştü. Savaş vardı, savaştan kaçanlar vardı, onlara nefret kusanlar vardı... Bir yandan hayatının devam edebilmesinin yükü vardı. Yani anlayacağınız, gündemimiz zaten devlet şiddeti, ırkçılık, nefret ve ölüm doluydu. Bir yandan hayatımıza sahip çıkmaya, mutlu olmaya; bir yandan da mücadeleyi sürdürmeye çalışıyorduk. Hayatımız daimi bir "yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe" hissiyatıyla geçiyordu.
Mücadele çok kolaymış gibi, bir eksiğimiz olan "hesap soranlar ekibi", Avrupalı sağ partilerin dahi ayakta alkışlayacağı acayiplikte tepkilerini Charlie Hebdo katliamında da gündemimize sokmakta gecikmediler tabi ki!
Herkes çok öfkeliydi ki zaten öfkeli olunmalıydı. Ama işte öfkeli olmak bizi her daim sahip olduğumuz politik sorumluluklarımızdan muaf kılmıyordu. Tabii ki radikal hareketleri tüm Müslümanlara mal edemeyeceğimizi inatla söylemek, Avrupalı devletlerin özellikle de PEGİDA hareketiyle iyice kör göze parmak haline gelen yabancı düşmanı politikalarına değinmek zorundaydık. Bunun yanı sıra öyle çok uzak geçmişte kalmamış bir sömürge rejiminden, Ortadoğu politikalarından, yargılanmamış bir sürü savaş suçundan, şiddetten ve bir sürü başka şeyden de bahsetmek zorundaydık. Özetle, yine tatava yapmaya mecburduk. Çünkü pervasızca saçılan nefretin gidip yine göçmen işçileri, ezilen halkları vuracağı ve radikal örgütlerle devletlerin bu işten fayda çıkaracağı gerçeğini atlayamazdık.
Fakat bu öfkenin sosyal medyadaki ortakları, "Müslümanlar" diye yekpare bir insan yığını varmış gibi bir dil kullanıyordu. Bu Müslüman denen insanlar, sanki birlikte yatıp kalkıyor, birlikte yiyor içiyor, aynı kişisel arka planlardan, aynı politik bağlamlardan geliyor ve olaylara da birlikte susuyor ya da tepki veriyorlardı. Dolayısıyla, içlerinde tepki verenler, tepki vermeyenler, "oh oldu" diyenler, olaydan bihaber olanlar, birbirlerinin tepkisizliğiyle mücadele edenler, tepki verenleri susturmaya çalışanlar gibi farklı insani hallerin olmasının bir anlamı yokmuş gibi konuşuyordu insanlar. Bu ortamda, geçmişin de etkisiyle, kendi sözümü açık etmeye korktum ilk günlerde.
Ama ölümler, olayları konuşulmaz kılmamalıydı. Koskoca sömürge tarihi parmak sallamalarla susulup yutulamayacak kadar ağırdı, söylemezsek midemize otururdu. Charlie Hebdo çizerlerinin katledilmesi korkunçtu; aynı zamanda bu olayı bağlamsız, tek bir olay gibi ele alıp, oradan da tek bir şeytan seçip, onu taşlayınca tüm sorunlarımız bitecek sanmak da... Ve biz insanlar, hem kınama, hem eleştirme, hem daha genel bir çerçevede olayları anlamlandırma ve bu sayede bu korkunçlukların gelecekteki uzantılarıyla mücadele edebilmek için söz kurma sorumluluğuna sahiptik. Dolayısıyla emperyalizm, sömürge, radikalleşme döngülerini tek bir olaya indirgeyip, vazgeçilmez şeytanımızı taşlayıp sıyrılamazdık bu işin içinden.
Bir sözümona mücadele biçimi olarak katarsis ve riyakarlık
Tam da bu yüzden aklıma “Bebekten katil yaratan karanlık cümlesi” gelmişti ilk anlardan itibaren. Rakel Dink'in o içimize işleyen konuşmasında kurduğu ve aklımıza kazınan cümleyi kurarken en kıymetlisi Hrant Dink'in ölümünü meşrulaştırdığını düşünemeyiz değil mi? "Acaba bu korkunç olayı etraflıca düşünmek hakikaten kınamamak mıdır" diye sorduğum bir anda aklıma gelen bu cümleden doğru devam etmek istiyorum bu yüzden.
Olan olay ne olursa olsun, üzüntümüzden de, öfkemizden de ödün vermeden karanlığı konuşmak zorundayız. Öfke, anlık ve onca önemli “detay”ı kaçıran katarsislerle içimizi soğutup bizi asıl mücadele alanlarından çekmemeli. Yaşananlara dair kurduğumuz sözlerin yıkıcılığına dair bir sorumluluk hissetmiyorsak da üstüne herkese nasıl tepki vereceğini, nasıl oy vereceğini öğretecek kadar kibirli olmamayı deneyebiliriz en azından. Çünkü bu inkârlar, yok saymalar ve öfke nöbetleri dünyaya bir karanlık katmanı daha atmaktan başka hiçbir işe yaramıyor.
Sınıf mücadelesive insan haklarından azade, safi hayat tarzlarından doğru kurulan bir "birlik" duygusu ile birlikle "Kusur İslam'da" derken her şeyi çözmüş gibi hissetmek ancak bizi dayanışmadan alıkoyabilir. Bir de bu yetmezmiş gibi "bunları konuşmak zorundayız" diyenleri yaftalayarak susturma hakkına kimse sahip değil. Böyle bir anda içimizde çoktan belirlenmiş olanları hızlıca şeytan ilan etmektense belki kendimize dönüp, kendi inkâr ettiklerimizle, kendi sustuklarımızla, kendi yok saydıklarımızla yüzleşmemiz daha hayırlı olabilir.
En dar zamanlarda bile çemberin içinde kalmayı ummak
Burada tanımlı bir insan grubum yok serzenişte bulunduğum, daha ziyade bu tavrı sergilemiş herkese yazıyorum. "Biz" diye bahsettiğim insanları da bir kimlik altında toplayamam -ki güzellikleri burada zaten-. Tek bildiğim var ki "biz" sınıf mücadelesinde ve her türlü hak ihlaline karşı mücadelede beraber yürüyen insanları kastediyor. Daha detaylı anlatayım: Bu insanların Müslüman ya da ateist ya da herhangi bir üst kimlikten olması bu yazıyı hiç ilgilendirmiyor. Hayatları, kim olurlarsa olsunlar bitmek tükenmek bilmez bir döngüde seyrediyor. Önce içine doğdukları mahalleyle mücadele ediyorlar. Bu mücadeleden yüzünü başka bir tarafa dönüyor ve öteki mahalleden bakanlara "kendinden olanlar"ın suçlarından sorumlu olmadıklarını hatta kınadıklarını anlatmaya çalışıyor. Sonra kendi mahallesine bakıyor, "kandırılmış olmak"la, "onlara yaranmakla" suçlanıyor. Bu, kırmızı çizgide yaşayan ve dayanışan, mücadele edenler için politika bireysellikten örgütlenen bir şey; tüm bu kargaşada herkesin ıskaladığı çok önemli bir nokta da bu galiba. Dolayısıyla “biz” dediğim insanlar için hiçbir olay "kınayıp geçilecek" bir şey değil.
Ve işte bir de o kırmızı çizgileri yılmadan çizenler ya da çizilmiş çizgileri muhafaza etmek için yaşayanlar var anladığım kadarıyla. Bıkıp usanmadan baskıcı ve ayrımcı politikalara çeşitli meşruiyet zeminleri uydurarak "bizim" hem politik alanımızı hem de yaşam çemberimizi sürekli daraltma hakkını kendinde görenler... "Radikal bir hareketi bütün Müslümanlara mal edemezsin" dememizi istemeyenler de ve çoğunlukla "Je suis Charlie" diyebildikleri rahatlıkla "Ez Ümit im", "Poloris Hrant Enk" diyemeyenler.
Özellikle benim seslendiğim kısım ise tam da Zeynep Atikkan'ın "Avrupa Benim: Batı Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişi" kitabında Alain Badiou'dan aktardığı durumda bahsi geçen solu temsil edenler. Badiou, Avrupa'da göçmen işçilerin yaşama hakkına sınırlama getirenlerin, taşralı yoksul Fransızlar değil, Sosyalist bir başbakan ve onun izinde giden sağcı siyasetçiler olduğunu söylüyordu. "Sol"un ise bu esnada toplumun güvenlik endişelerini bahane ederek yasalara destek verdiğinin altını çiziyordu üstelik. Bu hikâye bizim için de çok tanıdık ve bilin bakalım işin aslı ne? İşte maalesef, bu yazının “onlar”ı belki de toplumun alt kademesinde görmeye alıştıkları insanlarla ilgili bir suçlama konusu olduğunda dünyayı başımıza yıkarken, onların mağdur oldukları çoğu duruma tepki vermiyor, hesap vermiyor, işlerine gelmeyen katliamları inkar etmekte beis görmüyorlar.
"Hayat tarzı fetişizmi"nden öte bir politikayı hayatlarına sızdıramamışların tepki verecekleri ölümler ancak bu hayat tarzını tedirgin eden ölümler olabiliyor. Başka ölümler, tutuklamalar, hak ihlalleri ise teferruat diyerek kolayca göz ardı edilebiliyor. Tartışmanın sınıfsallaşması, verilen tepkilerdeki ırkçılığın ifşa edilmesi keyiflerini kaçırmasın, kendi alanlarının garantisi sarsılmasın ve aman ortam muğlâklaşmasın, herkes yerini bilsin diye sindirebiliyorlar belki "tatava yapan"ları susturmayı.
Çember dar, hem de çok. Onlar sınırları çizdikçe daha da daralıyor. Hiç önemli değil. Kim ne derse desin, köktenciliğin şiddetini kınamak, ırkçılıktan kaçmak, sınıf çatışmasını haykırmak, yabancı düşmanlığıyla mücadele etmek zorundayız, sonuna "ama"lar getirmeden! Ama'sız görmek zorundayız hiçbir olayın, sadece “o an”dan ibaret olmadığını. Özgürlüğe yapılan en basit müdahalenin de en korkunç saldırının da insan hakları çerçevesinden kınanması için ısrarcı olmalıyız. Neyin özgürlük olup olmadığına devletin ve baskın ideolojilerin ya da sesi en çok çıkanın karar vermesine, bu ideoloji bize yakın da olsa, uzak da olsa karşı çıkmak zorundayız. Ve bu sesleri susturma refleksi göstermeye çalışanlara da sormak zorundayız belki artık: "Peki hiç hesabı verilmek zorunda hissedilmeyen bir Ermeni Soykırımı, bir 90'lar, bir Dersim ve burada yazmaya başlasam sığmayacak kadar katliam ne olacak?" Korkmayın, insan aynı anda bütün katliamlara üzülüp, onları kınayıp, aynı anda da hakkaniyetli olabiliyor.
Son olarak üzerinde elimizden geldiğince yürümeye çalıştığımız kırmızı çizgiden onlara, yine Badiou'dan bir alıntıyla seslenmek istiyorum.
"İşte tam da onlar, azmış faşizmin yükselişinin zihinsel gelişimini sürekli teşvik etmiş olanlar, bu yükselen faşizmin şu anda hesabını vermek zorunda olanlardır!"2 (BA/HK)
* Fotoğraf: Fatma Esma Arslan - Paris / AA
1) Atikkan Zeynep, 2014, Avrupa Benim: Batı Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişi, Metis Yayınları, İstanbul
2) http://www.sendika.org/2012/05/aydinlarin-irkciligi-alain-badiou/