12 Eylül 1980 darbesinin ardından 30 yıla yakın bir zaman geçti. Bu dönemin izlerinin silinmesine için yıllardır sürdürülen tartışmalara, gösterilen çabalara rağmen istenilen sonuçlara ulaşılamadı. Fakat asıl sorun olağanüstülüğe dair zihni dünyanın hâlâ büyük ölçüde bu dönem tarafından belirleniyor olmasıdır.
Böylesi bir çerçevenin ortaya çıkmasındaki en önemli etken, müdahaleye ilişkin yapılan teorik tartışmalarla birlikte o günleri yaşamış büyük bir kitlenin gündelik pratik içinde edinmiş oldukları bilinçtir. O günkü koşullarda darbeyi tanımlamak için kullanılan -olumlayıcı ya da olumsuzlayıcı- kavramların ve toplumsal algının gerçekliği ne kadar kavradığı/açıkladığı üzerine bugün bile bitip tükenmez tartışmalar yapmak mümkünse de tüm yaklaşımların ortak bir tespitine dikkat çekmekte yarar var. Gerek olumsuzlayıcı gerekse olumlayıcı bakan özneler darbeye destek konusunda iktidar bloğunun bileşenleri arasında geniş bir mutabakat bulunduğu noktasında buluşmaktadır.
Gruplardan biri bu mutabakatın halka karşı, diğeri ise halk için olduğunu düşünmesine rağmen müdahalenin karakterine dair de temel özelliklerden ikisi bütün taraflarca yakalanmıştır: Amaç her nasıl tanımlanırsa tanımlansın, iktidar bloğu içinde yer alanların ordu tarafından ortak bir paydada buluşturulduğu ve aralarındaki hiyerarşinin belirlendiği hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Öte yandan muhaliflerin olumsuzlayarak destekçilerin ise olumlayarak ifade ettiği bir diğer durum ise, halkın politika dışı tutulmaya çalışıldığıdır. Bu çaba iktidar adına önemli oranda başarıya ulaşmıştır.
Yazının çerçevesi gereği, 12 Eylüldeki darbenin gerekçeleri ve ortaya çıkan sonuçlar üzerine yıllardır yazılıp çizildiğini de dikkate alarak, söz konusu döneme özgü, bugün yaşanan iktidar içi mücadele bakımından da önemli olduğunu düşündüğüm özelliklerden sadece ikisinin altını çizmekle yetindim.
12 Eylül'den günümüze
12 Eylül darbesi müdahalenin koşulları, gerekçeleri, "amaçları" ve gerçekleştirilme biçiminden ötürü yerleşik askeri müdahale kavrayışına uygunluk gösterdiğinden ortaya daha net tanımlar konuldu. Fakat 28 Şubat 1997 (MGK Kararları) ve 27 Nisan 2007 (e-muhtıra) tarihinde yaşananlara dair ordunun bir tür "balans ayarı" yaptığı noktasında neredeyse bir görüş birliği bulunmakla birlikte yine de olup bitenler hakkında kafalar yeterince net değil.
Hele bir de son yıllarda gittikçe belirginlik kazanan ve yükselen kurumlar (siyasal alanın kurumları ile devlet kurumları) arasındaki çatışmayla birlikte kafalar daha da karıştı. Ordunun bu gerilim ve çatışmaların neresinde yer aldığına dair net tanımlamalar yapmak büyük bir çoğunluk için gittikçe zorlaştı.
Algılama ve tanımlama zorluğunun birçok gerekçesi bulunmakla birlikte, en önemli etkenlerden biri, çözülme süreci tamamlanmayan 12 Eylül'ün zihinsel dünyada üzerindeki belirleyiciliğinin sürüyor olmasıdır. Olağanüstü dönemin aşılarak demokratikleşmenin sağlanamaması ordunun varoluşunun ve eylemlerinin tarih dışı gibi algılanmasına uygun zemini daha da güçlendirdi. Kimi zaman açıkça kimi zaman da örtük biçimde gözlemlenebilen ordunun halka rağmen olduğu kadar koşullara rağmen de içselleştirdiği ideoloji doğrultusunda müdahaleleri gerçekleştirdiği inancı, zaman içinde, 12 Eylül darbesini iktidarın diğer güçlerinden ve koşullardan soyutlayarak ele alan yaklaşımların yükselmesinin önünü açtı. İktidar ilişkilerinin iktidar bloğu ile toplumun diğer kesimleri arasında olduğu kadar egemen güçlerin kendi iç mücadelelerini de içerdiği göz önünde bulundurulduğunda, hem 12 Eylül darbesi hem de tanımlanmakta zorlanılan diğer askeri müdahaleler daha anlaşılır hale gelecektir.
İktidar ilişkilerine bakışımızı iktidar bloğunun iç mücadelelerini kapsayacak şekilde genişlettiğimizde, son yıllarda şiddeti gittikçe artarak yaşanan siyasal kurumlar ile devlet kurumları arası çatışmalar da gündelik, kısır siyasal çekişmeler dışında tarihsel bir anlam kazanacaktır. Elbette konuyu genişletmek mümkünse de çizilen bu çerçevenin ardından kurumlararası çatışmanın ne anlama geldiği üzerinde duracağım.
Kurumlararası çatışma
İlk bakışta kurumlar arasında başgösteren çatışmanın AKP (ve bu partiyi önceleyen partiler) ile başını ordunun çektiği blok arasında yaşandığı izlenimi doğmaktadır. Değerlendirmelerde öne çıkan ve halkın büyük çoğunluğunun algısına da denk düşen AKP'nin rejimin değerlerini savunan kurumlar içinde etkinlik sağlama mücadelesi verdiği türünden yaklaşımlar, bir mücadelenin yaşandığı noktasında doğru olmakla birlikte, derinden derine yaşanan iktidar güçleri arasındaki mücadeleyi gizleyici bir işlev de görmektedir.
Üstelik algı bulanıklığı, ideolojik çatışmaların ötesine taşan egemen sınıflar içi nesnel çıkar çatışmasını da barındıran bu sürecin, iktidar ilişkileri (iktidar içi hiyerarşinin yeniden şekillenmesi) üzerinde köklü dönüşümlere yol açma olasılığından ötürü içinde bir tür olağanüstü döneme gidiş potansiyelini de barındırdığının görülmesini engellemektedir. Mevcut durumu statükonun bozulmasından hareketle olağanüstü dönem olarak kabul edenler bulunmakla birlikte, bu çok da yerinde bir tespit değildir.
Onlarca yıldır var olan dengelerin bozulmasından çok iktidar güçleri arasındaki mücadelenin geleceğine ilişkin belirsizlik, yani iktidar hiyerarşisinin nasıl şekilleneceğine dair netliğin bulunmaması, ilerki zamanlarda ortaya olağanüstü bir rejim çıkması halinde bu günlerin, yeni bir olağanüstü dönemin gerçek önceleyicisi olarak tanımlanmasına yol açabilir.
Yani asıl sorun mevcut koşulların barındırdığı olağanüstülük potansiyelidir. Bu nedenle 12 Eylül darbesi üzerine konuşup tavır almayı sürdürürken, aynı zamanda bir süredir yaşanan kurumlar arası çatışma-gerilim üzerine biraz daha fazla kafa yormak gerekir.
Kurumlararası çatışma yerine kitlenin siyasal mücadelede aktif bir tarzda neden devreye sokulmadığı sorusu üzerine laf etmeden önce, bu çatışmanın hangi koşullarda ortaya çıktığı üzerinde durmak açıcı olabilir. Rejimle özdeşleşen ordu, yargı, üniversiteler-YÖK gibi kurumların iktidar içi mücadelenin somutlandığı alanlar olarak ortaya çıkmasına yol açan süreç üzerinde durmak ayrı bir öneme sahiptir.
Kurumlararası gerilimin-çatışmanın ortaya çıkması Türkiye kapitalizminin gelişim sürecinden ve üstyapıdaki yansımalarından bağımsız değerlendirilemez. Yukarıdan devrim sürecinin zamana yayılması ekonomik, siyasal, kültürel alanlarda (ve bu alanlar arasında) eşitsiz gelişime yol açarken, sınıfsal dengelerin değişmesi zaman zaman iktidar bloğu içinde de hiyerarşinin yeniden düzenlenmesini gerektirmiştir. Özellikle iktidarda kader birliği yapan bürokrasi ve özel sermaye arasındaki dengeler kapitalizmin niceliksel-niteliksel değişimine göre çeşitli dönemlerde yeniden kurgulanmıştır.
Özellikle 1946 (1950) ve 1980 yılları bu süreçte önemli eşiklerdir. Bu tarihler arasında da sınıfsal ilişkilere kimi müdahaleler olsa da bu iki tarih köklü dönüşümlere yol açması bakımından öne çıkmaktadır. 1950'li yıllarda özel sektör gelişmekle birlikte ithal ikameci birikim modelinin devam etmesi nedeniyle bürokrasinin ağırlıklı rolü devam etti. 24 Ocak/12 Eylül 1980 ile başlayan dönemde ise serbest piyasa ekonomisinin hedeflenmesi ve ithal ikameci birikim modelinin terk edilmesinden ötürü, askerler eliyle yürütülen bir süreç olmasına karşın bürokrasinin konumu önemli oranda sarsıldı.
Devletin ekonomideki ağırlığı azalırken serbest piyasanın önü ideolojik, kültürel düzeylerde olduğu kadar fiili adımlarla da açıldı. Kapitalizm içte genişleyip derinleşirken, sermaye, dünya pazarı ile de daha yoğun bir ilişkiye girdi. Dünya pazarı zamanla iktidar bloğu içindeki kesimlerin konumlarını doğrudan etkileyecek bir dinamik görevi görmeye başladı. Bu süreçte, bir yandan bürokrasinin sermaye karşısında etkinliği azaltılmaya çalışılırken, öte yandan sermaye fraksiyonları-grupları arasında da bir mücadele yükseldi ve şiddetlendi. Yaşanan bu gelişmelerin iktidar hiyerarşisi üzerinde sonuçlar doğurmaması olanaksızdır. İşte bu noktada kurumlar arası gerilim-çatışma yükseldi.
Fakat akıllara gelen soru, kitlelerin neden bu gerilim içine aktif biçimde sokulmadığıdır. Aşağıda anlatılacak gerekçelerle kitleleri siyaset sahnesine sürmekten kaçınan iktidar güçleri kurumları mücadelenin alanına dönüştürmüştür.
Yeniden yukarıdan dönüşüm
12 Eylül sonrası dönemde amaçlanan ve büyük oranda da başarılan kitlenin depolitizasyonu sürecinin ardından kitlelerin demokratikleşme talebiyle daha fazla siyaset sahnesine çıkması beklenirdi; olmadı. Öte yandan çeşitli sorunları aşma iddiası ile hareket eden AKP hükümetlerinin demokrasiden sık sık söz etmesine, karşıtlarını anti-demokrat olarak göstermesine karşın toplum iktidar mücadelesinde yine siyaset sahnesine çıkartılmadı.
28 Şubat sürecinde ve daha sonra "Cumhuriyet Mitingleri"nde meydanlarda büyük insan toplulukları (DTP etkinliklerindeki ciddi katılımları yok saymasam da farklı bağlamlardaki anlamı daha baskın olduğu için değerlendirme dışı tutuyorum) görünmekle birlikte bir süreklilikten söz edilemez. Söz konusu kitlelerin hassasiyetlerini dikkate alan/kullanan sistem içi siyasal öznelerin kitleleri -en azından şimdilik- siyaset sahnesine sürmeye yönelik güçlü bir isteklerinin bulunmadığı da ortada. Bu tavrın nedeni iktidar güçlerinin öznel tercihlerinden çok nesnel zorunluluklardır.
İktidar güçleri arasında, iktidar hiyerarşisinin yeniden yapılandırılması yönünde güçlü bir talep bulunmakla birlikte, bu sürece kitlenin dahil edilmesi kendi adlarına çeşitli riskleri barındırmaktadır. Kitlelerin sahneye çıkması iktidar güçleri adına ekonomik-siyasal alanda genel bir sıkıntı yaratabileceği gibi, bu güçlerin kendi aralarındaki dengenin kurulmasında, grupların, nesnel güçleriyle uyuşmayan (lehte ya da aleyhte) bir etkinlikte konumlanmalarına yol açabilir. Böylesi bir risk tespiti iktidar güçleri tarafından da yapılıyor olmalı ki, gerek ülke içine gerekse dışına yönelik farklı alanlarda yürütülen çalışmalar (kimi zaman demokratikleşme kimi zaman açılım olarak adlandırılan girişimler) özellikle hükümet tarafından demokrasinin önünü açacağı iddia edilmesine rağmen aktif bir halk desteği üzerinden sürdürülmemektedir.
Bu girişimlerin bir tür art niyet barındırdığını, girişimlerin demokratikleşme ile ilgisinin bulunmadığını söyleyen sistem içi muhalefet de kitlesiz bir mücadele tarzını seçmiştir. Halkın büyük bir çoğunluğunun demokratikleşme tartışmaları ile çok da fazla doğrudan ilgilendiğini düşünmemekle birlikte, siyasal özneler tarafından bir itici güç olarak devreye sokulmamasının gerekçesi bu ilgisizlik değildir. İnsanların gündelik yaşamı üzerinde doğrudan sonuç doğuran ekonomik sıkıntılar, işsizlik, yoksulluk, yoksunluk gibi konuları merkeze koyan bir siyasal mücadele hattı yaratma çabasına söylemlerindeki tüm sertliğe rağmen sistem içi muhalefetin yönelmemesi gerçek gerekçeyi ortaya koymaktadır.
Modernleşme sürecinin yukarıdancı geleneğinin savunucuları ile onlara muhalefet edenlerin aynı tarzda siyaset yapmaları salt genel siyasal kültürle açıklanamaz. Elbette bu kültürün payı hiç yok değil, ama asıl önemli olan iktidar mücadelesinin bu tarz da ilerlemesine yol açan koşullardır. Ekonomik çıkarlarını maksimize etmek isteyen sermaye grupları/fraksiyonları bunun paralelinde iktidar içi hiyerarşinin yeniden kurulmasını da kapsayan bir üstyapı düzenlemesini talep etmektedirler, ama halka rağmen.
Halkın riskler nedeniyle sürece dahil edilememesinden ötürü iktidar bloğunun parçaları siyasal mücadeleyi kurumlar arası gerilim, hatta çatışma üzerinden yürütmeye çalışmaktadır. Şöyle ya da böyle rejimin kuruluşundan itibaren ortaya konulan düzenleyici ilkeler ile dönemsel eklentilerinin ve sistemin yeniden üretimini sağlayan kuralların temsilcisi/teminatı kabul edilebilecek kurumlar, iktidar güçlerinin kendi varoluş zeminlerini güçlendirme mücadelesinin bir alanı haline gelmiştir.
Devlet kurumlarının çatışmanın merkezinde kalmasında bürokrasinin gücünün geriletilmesine yönelik onlarca yıldır sermayenin sürdürdüğü mücadelenin önemli bir payı bulunmakla birlikte gerçekte, sermaye fraksiyonları-grupları bu kurumları kendi lehlerine karşıtlarının ise aleyhine olacak şekilde yeniden yapılandırmak istemektedir. Çatışma uç boyutlara taşınarak yıkıcı bir düzeye taşınmak yerine kurum içi yeni dengeler kurulmaya çalışılmaktadır. Çünkü mücadelenin yıkıcı bir nitelik kazanması toptan iktidar bloğunun (ve sistemin-rejimin) genel varoluş zeminini parçalayabilir ya da erozyona uğratabilir.
Sistemin genel yeniden üretim koşulları ve kitle arasında sıkışan iktidar mücadelesi çatışmanın şiddetini azaltıcı mekanizmaların zayıf olmasından ötürü yer yer çok sert bir görüntü altında yürümekteyse de herkesin sınırların farkında olduğuna da kuşku yok.
Olağanüstü dönem riski
Yukarıda altı kısaca çizilmeye çalışılan kurumlar arası gerilim ve kurumların kendisinin mücadelenin alanı haline gelmesi göstermektedir ki, görünürdeki iktidar mücadelesi sahici bir karaktere sahiptir ve kurumlar arası çatışma, içinde olağanüstülüğün potansiyelini barındırmaktadır.
İktidar güçleri arasındaki mücadele sorunun aşılması ile sonlanmazsa (ya da gerilim dondurulup sorunun çözümü ertelenmezse), meydanlara çıkartılmayan halkın devletin varlığına, güvenliğine dair hassasiyetleri harekete geçirilerek kurumlar arası çatışmanın sonucu gibi algılanacak yeni olağanüstü dönemin meşruiyet zemini kurulabilir.
Böylesi bir süreç, sermayenin bürokrasinin gücünü geriletmeye yönelik hedeflerinin aksine özellikle bürokrasinin silahlı kesiminin konumunu güçlendirecekse de, sistemin yeniden üretimini sağlayan genel zemininin varlığını korumasından ötürü iktidar güçlerinden en geniş desteği bulacaktır.
Bununla birlikte, Türkiye'deki iktidarın zafiyete uğramasının küresel ve bölgesel düzeyde yol açacağı gelişmelerden olumsuz etkilenecek devletler (ve uluslararası kurumlar) de, bu zamana kadarki söylemleri ne olursa olsun, olağanüstü rejime açık ya da örtük destek vereceklerdir. Görünen o ki, üzerinden bunca yıl geçen 12 Eylül'ün çözülmesine yönelik söylemlere ve çabalara karşın yeni bir olağanüstü döneme girilme riski bulunmaktadır. (SŞ/TK)