Türkiye’deki siyasal temsil üzerine değerlendirme yapılırken, konuşulurken, genellikle siyasal temsil mekanizmalarında adalesiz ve demokrasi ile bağdaşmayan uygulamaların varlığı tespitinden hareketle belirlenen düşünsel çerçeve çıkış noktasını olarak kullanılmaktadır. Partilerin işleyişindeki demokrasi dışılığa yapılan bu baskın vurgu neticesinde zihinsel dünyada siyasal alana dair bütünlük koparken, öz ile biçim arasındaki gerçek ilişki zayıflamakta ve giderek yok olmaktadır.
Genelde doğunun özelde Türkiye’nin durağan karakterli bir geçmişe sahip yapılar oldukları şeklindeki yaygın önkabulün-inanışın ve Türkiye modernleşmesinin yukarıdan işleyen bir süreç olarak yaşanmasının doğrudan etkilediği düşünce dünyası, ülkedeki tüm gelişmelerin indirgemeci bir yaklaşımla, siyasal alandan hareketle kavranılmasına neden olmaktadır. Öte yandan, iktidar ilişkilerinin merkezinde yer alanlar hariç diğer sınıfların, toplum katmanlarının kendilerini ifade etme araçlarını şu ya da bu nedenle yeterince geliştirememesi, temsil düzeyinde partilerin önde bir yer tutmasına, bu durum da toplumun meşruiyet algısının şekillenmesinde -tüm eleştirilere rağmen- partilerin özel bir yer edinmesine yol açmaktadır. Partiler, kendilerini tabanlarına rağmen var eden yapılar olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Siyasal alanın kuruluşuna, işleyişine dair sorunlu algılama tarzı, partilerin demokratik olmayan yapılara dönüşmelerinde asli sorumluluğun liderlere yüklenmesi gibi bir sonuç doğurmaktadır.
Liderin –ya da yönetici kadronun- hırsları, demokrasi kültürünü içselleştirememesi, kendi –ve yakın çevresinin- çıkarlarına öncelik vermesi türünden gerekçeler sorunun gerçek nedeni gibi kabul edilmektedir. Partilerin demokratik sayılamayacak işleyişi tamamen öznel tercihlere/gerekçelere bağlanmaktadır. Yanlışları, eksiklikleri barındıran bu açıklama tarzı siyasal alanın yeniden üretimini sağlayan zihniyet dünyasını besleyen kanallardan biri haline gelmiştir. Partilerin demokratik işleyişe kavuşturulması için en yaygın kabul gören öneri, mevcut liderin –ve kadrolarının- değiştirilmesi ve yerine iyi niyetli, demokrasiyi sindirmiş yeni bir ismin liderlik koltuğuna oturtulmasıdır. Keşke çözüm bu kadar kolay olsaydı.
Oysa sorunun öznel olmaktan çok yapısal gerekçeleri bulunmaktadır. Bu konu çeşitli açılardan ve farklı düzeylerde ele alınabilirse de, yazıyı iki temel çıkarım-sonuç üzerinden kaleme alacağım: Bir; sistem içi partiler –en azından şimdilik ve yakın gelecekte- demokratikleşemeyecektir. İki; siteme muhalif sol partiler demokratik işleyişe sahip olmalıdır.
Sistem partileri antidemokrat olmak zorunda
Siyasal yaşamın ayrılmaz parçaları olarak tanımlanmaları partilerin (kimi partiler için aksi söylenilmekle birlikte) demokrasinin de ayrılmaz parçaları gibi algılanmasına yol açmaktadır. Farklı toplumsal dinamiklerin çeşitli alanlarda kendilerini temsil etmelerindeki yetersizlikler ve engeller, ikâmeci ve indirgemeci bir anlayışla partilerin kavranılması sonucunu doğurmaktadır. Kitlenin sistem içi partilerle kurduğu ilişki çoğu zaman platonik aşk düzeyini aşamamaktadır. Tabanın bu ilgisini kimi zaman hoş sözlerle kimi zaman da korku ile diri tutmaya çalışan partilerin merkezleri ise gerçekliğin sularında yelken açmayı sürdürmektedir. Gerçekliğin sularında yol alma çabası, bu partilerin demokratikleşebilmesinin sınırlarını da çizmekte ve söylem ile reel durum arasında büyük bir açının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sistem içi partilerin demokrasi ile bağdaşmayan varoluşlarının öznel değil de nesnel-tarihsel gerekçelerinin bulunduğunun kavranılması, bu partilerin demokratikleşme sürecinde üstlenebilecekleri rolün sınırlarını gözler önüne sereceği gibi, siyasal mücadelenin de daha fazla toplumsal çıkarlar doğrultusunda yürütülmesini sağlayacaktır.
Kurumlar değişime direnirler. Partiler de bu genel eğilime uygun bir hayat sürerler. Türkiye koşullarında, konumuz özelinde daraltarak ifade edecek olursak, partilerin değişime karşı direnmesinin/geç ayak uydurmasının, sadece kurumsal yapılarını koruma refleksiyle değil, aynı zamanda sistemin yeniden üretimiyle de doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. İnsanların toplumsal konumlarıyla uyumlu rafine hale gelmiş beklenti ve taleplerinin ürünü olarak biçimlenmiş sisteme-rejime dair uzlaşımsal bir alanın bulunmaması, partilerin konumlarını, işlevlerini ve rollerini doğrudan belirlemektedir.
Rejimi destekleyen ya da eleştiren siyasal öznelerin toplumun biraradalığının zeminini ortaya koymaya yönelik köşeli açıklamalarının daraltıcı çerçevesinin aksine insanlar (birey sözcüğünü bilerek tercih etmedim) çok daha esnek bir moral atmosfer içinde toplumla ilişkilerini tanımlamaktadırlar. Siyasal aktörler tarafından bu durumun kavranılamaması ya da gözardı edilmesi neticesinde, siyasal alanın dili, gerçekliği ifade etmek bir yana, daraltıcı ve dışlayıcı bir karaktere bürünmüştür. Muktedirlerin reel çıkarlarının sonucu olarak ortaya çıkan daraltıcı-köşeli tanımlamalar dünyası ile yönetilenlerin/yönetilmeye çalışılanların kontrol edilebilmesi-yönlendirilebilmesi için kurulan eklektik dil (aynı zamanda bu dil, farklı gerçekliklerin, öznelerine rağmen dizilişi anlamına gelmektedir) arasındaki uyum son derece kırılgan olduğundan partiler, oy desteklerini her an yitirebilecekleri korkusunu taşımaktadırlar. Hükümet ederek iktidarla doğrudan temasını sürdürmek isteyen partiler bu olasılığa karşı çekirdek bir kadronun açık ya da örtük antidemokratik (ya da her zaman demokrasi bağlamında sorgulanabilecek) egemenliği altında etkinliklerini sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Aşağıdan yukarı kurulacak işleyiş bilinçte ve pratikte sonuçlar doğuracağından, muktedirlerle ilişkilerini kopartmak istemeyen partiler, asli kabul ettikleri ilişkileri sürdürmenin yolu olarak lider –ve/veya kadro- sultasını görmektedirler. Fakat bu tarz yapılanma bile, partilerin, iktidarın asli güçleri ile ilişkilerini sürdürebilmelerinin garantisi olamamaktadır. Aldığı yüksek oylarla hükümet olmalarına rağmen bir süre sonra sönümlenen partilerin varlığı, bu ilişkinin ne kadar süreklilik kazanabileceğine dair yeterince ipucu vermektedir. Yaşanan bu sürecin açıklanmasında genellikle öznel yaklaşım sürdürülerek, büyümenin garantisi liderin yerini küçülmenin sorumlusu lider figürü almaktadır. Böylesi bir yaklaşım büyük bir kitle tarafından kabul görmekteyse de, gerçekte, siyasal alanın egemenlerden yana yeniden üretilmesine hizmet etmektedir. Yani bu partiler, egemen siyasal kültür ve bilinç nedeniyle, yükselirken de batarken de sisteme hizmete devam etmektedirler.
Devlet aygıtı, ekonomik sistem ve toplumsal yapı arasındaki eşitsiz gelişim sistem içi partilerin demokratik olmayan bir tarzda yapılanmasını zorunlu kılmaktadır. Gelişkin devlet aygıtı ve ekonomi arasındaki açı zamanla kapanırken, kadim devlet geleneğinin temsilcisi olma vasfına sahip bürokrasi kadar sermaye sınıfı da -kimi zaman sancılı da olsa- yerleşik iktidar etme biçiminin sürdürülmesini savunageldi. İktidar aktörleri arasındaki dengelerin değiştirilmesi zaman zaman talep edilmekle birlikte, siyasal alanın merkezinin ve siyasal aygıtların iktidar merkezlerinin toplumun çoğunluğuna kapatılması noktasında, söylemsel farklılıklara rağmen, bir uzlaşma bulunmaktadır. Bürokrasi ve burjuvazi arasındaki iktidar etme tarzına dair uzlaşma, toplumsal alandaki hızlı devinimin –bu devinim kendiliğinden sistemi değiştirecek karaktere sahip değildir- iktidar dengeleri üzerindeki sonuçlarının tam anlamı ile kestirilememesinden kaynaklanmaktadır.
Nüfus hareketleri
Ülkedeki siyasal temsil mekanizmaları ve partilerin varoluş biçimi üzerine düşünürken nüfus hareketlerinin gözönünde bulundurulması özel bir önem taşımaktadır. Ne kadar antidemokratik bir işleyişe sahip olurlarsa olsunlar, partiler kendilerini kitle ilişkilerini dikkate almak zorunda hissetmektedirler. Partilerin işleyiş tarzlarının nesnel bir zeminde açıklanabilmesi ve kitle ile ilişkilerinin kavranabilmesi için nüfus hareketlerine bakmakta yarar var:
Yukarıda aktarılan verilere bakıldığında nüfus dengelerinin birincisi nicelikçe ikincisi nitelikçe değiştiğini görmekteyiz. Her biri ayrı ayrı önem taşımakla ve siyasal alanda sonuçlar yaratmakla birlikte, asıl sarsıcı değişim, sınıfsal farklılaşmalar (oluşum-çözülme) yaratması nedeniyle nitelikçe yaşanan değişimdir. Cumhuriyet’in kuruluş tarihinden 1950 yılına kadar nüfus % 50’den fazla artmasına karşın, kent ve kır nüfusunun oranları neredeyse hiç değişmemiştir. 1950’li yıllardan itibaren kırdan kente göç dalgası başlamışsa da, 1980 yılına gelindiğinde bile kent nüfusunun toplam nüfus içindeki oranı ancak % 45’i bulmaktaydı. 24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül darbesi sonuçlarını göstermiş olmalı ki, kent nüfusu hızla artarak on yıl gibi kısa bir sürede (1980-1990 arası) % 43,91 den % 59,01’e yükselmiştir. 1980’li yılların ortalarında ilk kez kent nüfusu kır nüfusunu geçmiş ve 2007 yılı sonuna gelindiğinde kent nüfusunun oranı % 70’e ulaşmıştır. Bir başka ifadeyle, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında 3 milyon civarında olan kent nüfusu 50 milyonu yakalamıştır. Buna karşın aynı dönemde köy nüfusu 10 milyondan –yaklaşık- 21 milyona çıkmıştır. Nüfus dengelerindeki büyük ölçekli değişimin, ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarda sonuçlar yaratacağı muhakkak. Ekonomik, kültürel alanlarda yaşanan gelişmeleri bir kenara bırakıp siyasal alandaki kimi sonuçlarla (sınıfsal değişimi dikkate alarak) yazıyı sürdürmek gerekir.
Kırsal kesimden başlayacak olursak, kent dışı kitleler siyasal alandaki ağırlığını bu süreçte önemli oranda yitirmiştir. Hâlâ azımsanmayacak bir nüfus köylerde yaşamakla birlikte oy dengesi kentten yana bozulmuştur. Burada oyu esas almamın gerekçesi kırdaki sınıfların siyasal alanla en dikkate değer ilişki yolu olmasındandır. Kişiler ya da kurumlar tarafından geleneksel ya da modern aygıtlarla-söylemle oyları kitlesel olarak yönlendirilen kır nüfusunun toplam nüfus içindeki ağırlığının azalması partilerin ilişkilerini büyük ölçüde kentlere kaydırmasına yol açtı. Kırsal kesimdeki sınıfsal farklılaşma eski tarz ilişkilerin işlevselliğini azalttı. Kapitalizmin kırda kazandığı her mevzi siyasal alan ile kır arasındaki eski tarz ilişkiyi bir hayli geriletti. Bu durum siyasal işleyişte geçmişte önemli roller üstlenen kurumların etkinliğinin azalmasına ve kişilerin statülerinde gerilemelere yol açtı. 1980’den itibaren kitlesel propaganda aygıtlarının gösterdiği gelişme ve ideolojik aygıtların daha kapsayıcı hale gelmesi, siyasal alan ile kırsal kesim ilişkisinin dönüşüm sürecinde hızlandırıcı bir etki yaptı.
Yaşanan değişime ve siyasal alanla ilişkilerinin farklılaşmasına rağmen kırsal kesimdeki sınıflar -köylüler, çiftçiler ve toprak emekçileri- ne kendi çıkarlarını koruyacak bir örgütlenmeyi başarabilmişler ne de sınıfsal bilinçlerini rafine hale getirecek bir pratik süreçten geçmişlerdir (Çiftçi Sendikaları önemli bir deneyim olmakla birlikte henüz dengeleri değiştirmenin uzağındadır). Nesnel çıkarlar esas alındığında ortak paydaya sahip sayıca kalabalık bir topluluktan söz edilebilirse de, bu insanlar, sınıfsal bilince sahip olmadıklarından sadece bir kalabalık görüntüsü vermektedirler. Bu durum, iktidar güçlerinin stratejik hedefleri doğrultusunda yürüttüğü propaganda çalışmalarının sonuç vermesini kolaylaştırmaktadır.
Kendi çıkarlarını sınıfsal bilinçle, örgütlü biçimde ifade edemeyen kırsal kökenli “sınıf” üyeleri, yukarıdan –hükümet tarafından- kendilerine sunulanlarla yetinmek durumunda kalmaktadırlar. Zaten dünya pazarı ve ulusal pazar karşısında edilgen bir konumda bulunan bu insanlar, siyasal süreçlerde de, iktidar güçleri karşısında mutlak olarak ilişkinin alt tarafında yer almaktadırlar. Karmaşık ilişkiler dünyası (ekonomik-siyasal-ideolojik) ile gelişkin sayılamayacak algı ve bilinçle ilişki kuran insanlar kendilerine sunulan sınırlı (tek tek) çıkarları bütünsel/gerçek çıkarlarının yerine ikame etmektedir. Talep eden değil verilene razı gelen anlayış siyasal alanda yukarıdan ilişkileri meşrulaştırmak şeklinde bir sonuç doğurmaktadır. Verileni yetersiz bulup hükümete muhalefet edenler farklı siyasal aktörlere yönelseler de, özde bu ilişki tarzını üretmeye devam etmektedirler.
Otoriter yapıyı sorgulamak bir yana, çoğu zaman onun gönüllü parçası olan bu kitlenin, partilerin antidemokratik işleyişini eleştiriye tabi tutması dahi düşünülemez. Sınıfsal bilincin/davranış biçiminin gelişmediği bir ortamda, siyasal örgütlenmeler içindeki pozisyonlar daha çok bireysel rekabet düzeyinde kavranıldığından, parti içi demokrasi, biraradalığın değil ayrışmanın önünü açar. Dolayısıyla yol açacağı bazı kırgınlıklara rağmen, parti lideri (kadroları), bireysel çıkar ve gerginlikler arasında denge unsuru olarak öne çıkmaktadır. Bu konumundan ötürü lidere gönüllü boyun eğenler, zaman içinde parti mekanizmasını demokrasi bağlamında sorgulamayı akıllarından dahi geçiremez hale gelirler. Otoriter işleyişe sahip –en hafifi ifadesiyle demokratik olmayan- partiler, çıkarların sürdürülebilirliğinin teminatı olma özelliği kazanırlar. Özetle; algısıyla, bilincinin oluşumuyla, örgütsüzlüğüyle, biat eden konumuyla kırsal sınıflar, siyasal alanı demokratikleştirecek bir dinamik olarak sahneye çıkamamaktadırlar.
Kentli sınıflara gelince, siyasal alanda gün geçtikçe daha fazla ağırlıklarını hissettirmekle birlikte buna paralel kendi iç bölünmeleri de artmaktadır. Bu kısımda sermaye dışı sınıflar üzerinde duracağımdan, yeni burjuvalaşanlara dair birkaç noktanın altını kısaca çizeceğim. Ele alınan süreçte -özellikle 1980 sonrası- kimi sermaye grupları yükselirken sermaye fraksiyonları arasındaki dengeler önemli bir değişim gösterdi. Bu dönemde “burjuvalaşan” ya da elindeki sermayeyi güçlendirerek bireysel pozisyonunu pekiştirenler, kendi sınıflarının çıkarlarını temsil eden oda, dernek gibi kurumlar aracılığıyla sınıfsal aidiyetlerini kurup geliştirebilmişlerdir.
Sınıfsal kimlikler
Devlet eliyle sunulan ideoloji ve sermayeyi temsil eden örgütlenmelerin sürekliliği bu insanların sınıfsal kimliklerinin kurulmasını sağlamaktadır. Hem neoliberal ideolojinin demokrasi karşıtlığı hem de ekonomik alandaki yüksek riskler ve politik alandaki dengelerin sık sık bozulup yeniden kurulmasının belirlediği tedirgin ruh hali, yeni burjuvalaşanların demokrasi kültürünü içselleştirmesini engellemektedir. Bu kesimler için kısa vadede burjuva demokrasisinin bir talep haline gelmesi son derece zor görünmektedir. Demokrasiden anladıkları ise, iktidarın diğer bileşenlerinin kendi çıkarlarını tehdit edecek girişimlerde bulunmasını engelleyecek bir dengedir.
İşçi sınıfına gelince; ekonomik alanda olduğu kadar iktidar ilişkilerinde de sonuç yaratıcı etkinlik içinde bulunma potansiyeline sahipse de, 1980’li yıllardaki travmanın etkilerinin atlatılabildiğinden söz etmek henüz son derece güç. Sermayenin neoliberal politikaları iktidarın genel egemen tercih durumuna getirmesinden sonra başlayan yoğun propaganda bu sınıf içinde de doğrudan sonuçlarını gösterdi. 12 Eylül’le birlikte başlatılan müdahalelerle ekonomik mücadele aygıtları önemli darbeler yiyen ve siyasal korunma mekanizmaları dağıtılan işçiler arasında egemen ideoloji önemli mevziler kazandı.
Bu sınıfın üyesi insanların sınıf kimliği erozyona uğradı. KİT’lerin özelleştirilmesinin gerekliliği yolundaki propaganda ideolojik gedikleri çoğaltırken, atılan somut adımlar sonuçlarını sadece mülkiyetin sahipliğine dair bir değişiklik şeklinde göstermekle kalmadı, işçi sınıfının bilincini de olumsuz etkiledi. Öte yandan, aynı dönemde işçileşen insanlar kendilerine sınıf kimliği kazandıracak, sınıfsal aidiyetini güçlendirecek örgütlülüklerin olmadığı (ya da etkisizleştirildiği) bir ortamda bu sınıfın parçası haline geldiler. Ekonomik ve siyasal mücadeleden yoksun biçimde yaşamlarını sürdüren işçiler arasında egemen ideolojinin etkileri gün geçtikçe daha fazla hissedilmeye başlandı. Bireysel çıkarlar elde edilebileceği inancı, sınıfsal mücadele üzerinden ekonomik ve siyasal çıkar elde etme bilincinin yerini aldı. Üyeleri sınıfsal kimlik sorunu yaşayan bu sınıfın demokratikleşme yönünde kısa vadede diğer sınıflara önderlik edebilmesi son derece güç görünüyor (Bu durum, üye sayısı arzulanan rakamın çok uzağında olan sendikaların etkinlik sağlaması ile karıştırılmamalı). Yazının sınırları gereği konuyu daha fazla açmadan anılan dönemin en aktif öznesi kamu çalışanları üzerine de birkaç laf etmek istiyorum.
1980’li yıllarda belki de kamu çalışanları kadar egemen güçlerin saldırısına uğramış, olumsuz propagandanın hedefi haline getirilmiş başka bir toplum kesimi yoktur. Neoliberalizmin yükseldiği dönemde mülkiyetin sahipliğini değiştirmeye –devletten şahıslara/özel sektöre- yönelik çalışmalar esnasında, tüm olumsuzlukların sorumlusu gösterilen kamu çalışanlarını hedefleyen saldırı o kadar etkili oldu ki, kendine dokunulmadıkça öteki kamu çalışanlarının hak kayıplarını doğru bulan bir yaklaşım kamu çalışanları arasında gelişti. Bu olumsuz koşullarda yükselen kamu çalışanlarının örgütlenme çalışmaları 1980 sonrası süreçte belki de en dikkat çekici girişimdi. Kamudaki sendikalaşma süreci, ekonomik-siyasal mücadele aygıtlarının olumsuzlandığı dönemde diğer toplum kesimlerine de moral kazandırmanın ötesinde, “sınıfsal” kimlik inşası bakımından da büyük bir anlam ifade etmektedir.
Tek tek devlet dolayımıyla varoldukları için aritmetik toplam gibi görülen kamu çalışanları, ekonomik-demokratik hak mücadelesi üzerinden kendi kimliklerini örmeye başladılar. Hükümetlerin muhalif sendikaları etkisizleştirmek için bazı sendikaları desteklemesi (önünü açması), kamu çalışanlarının “sınıfsal” kimlik kazanma sürecinin iktidar tarafından da tespit edildiğini göstermektedir. Kamu çalışanlarının doğrudan çıkarlarını temsil edecek bir siyasal örgütlenmeyi başarma ya da bütünsel siyasal bilinç yaratma yeteneği üzerine yapılabilecek tartışmalar bir yana, “sınıfsal” kimliğin oluşumunda siyasal boyutun eksikliği hemen dikkat çekmektedir. Özellikle sol-sosyalist siyasal özneler üzerinden politik mücadeleye katılanların varlığı, bu kitlenin, sınıfsal taleplerinin yoğunlaştığı bir siyasal mücadele üzerinden “sınıfsal” kimliklerini örmeye devam ettikleri anlamına gelmez (Sol-sosyalist siyasal özneler, kamu çalışanlarının çıkarlarını genel bir üst hedefe bağlayarak –bunun ne kadar gerçekleşip kitlesel karşılık bulduğu bir yana- bu “sınıf”ın konumunu tanımladıkları için, kamu çalışanlarının kimlik oluşumunda siyasal boyutun geliştirilmesi yönünde etkili bir rol üstlenememektedirler. Buradan hareketle, bu durumun olumsuz görüldüğü ve kamu çalışanlarının ayrı bir siyasal örgütlenmeye gitmesi gerektiği sonucuna ulaşılamaz).
Egemen sınıfın ideolojik mücadelesi ile malûl hale gelen kamu çalışanlarının azımsanamayacak bir kesiminin bireysel bilinci, kendisine dokunulmadığı takdirde özelleştirmeleri savunacak tarzda biçimlenmiştir. Karakteri gereği bütünsel davranması son derece güç olan bu “sınıf” üyeleri, kendi varoluş koşullarını yok sayan politikaları savunan partilere yönelebilmektedir. Kendi varoluş koşullarının yeniden üretimini sağlayan yapının korunmasına/güçlendirilmesine yönelik sistematize edilmiş bir bakışı bulunmayan ve bütünsel taleplerin tanımlanmış-açık politikalar olarak ortaya çıkmasını başaramayan kamu çalışanları, egemen ideoloji tarafından belirlenip iktidar tarafından yönlendirilebilmektedirler (Bir kez daha belirtecek olursam, solun kamu çalışanları arasındaki sendikal etkinliği bir başka anlama gelmektedir. Bu nedenle, solun belirleyici olduğu sendikal örgütlenmeleri açıklamaların merkezine oturtmuyorum).
Sermayeye rağmen kendini var ettiği kabul edilen ve bu nedenle de iktidar ilişkilerinde bağımsız özne gibi algılanan bürokrasi, onlarca yıldır -kendi iç hiyerarşisine göre- en üstten en alta kadar aynı ideolojiyi içselleştirmiş gibi algılandı. Bu algıyı ve değerlendirmeleri güçlendirici somut karşılıkların bulunması, zihinsel dünyada iktidar ilişkilerinin yanlış kurulmasına yol açtı. Bürokrasinin kapitalist sistemin ve iktidar ilişkilerinin yeniden üretimindeki rolü toplumun bilincinde yerli yerine oturmadığı gibi, bürokrasi, kimi zaman, egemen sınıfa rağmen ve onları da yönlendiren bir güç gibi algılandı. Özellikle 1980 sonrasında yaşanan gelişmeler bürokrasinin gerçek işlevini ortaya çıkartmakla birlikte, bu durum yeterince bilinç düzeyine taşınamadı. Bürokrasinin iktidar ilişkilerinde asli belirleyici bölümleri bürokrasinin bütünü üzerinde egemenliğini arttırıp bu “sınıf”ın daha bütünsel bir nitelik kazanmasına yönelmek yerine, iktidar ilişkilerinin yeniden şekillenmesine yönelik süreçte asli rollerini üstlendiler.
Dolayısıyla, geçmişte resmi ideoloji ile özdeş gibi görülen bürokrasinin ideolojisi eski kapsayıcılığını yitirdi. Bu değişim, kamu çalışanlarının özellikle egemen sınıfın ideolojik yönlendirilmelerine açık hale gelmelerine ve siyasal alanda bireysel olarak farklı siyasal öznelerin destekçileri durumuna düşmelerine yol açmaktadır. Konu daha fazla açılabilirse de yazımızın sınırları gereği bu kapsamdaki açıklamaları bitirirken özetle şunu söyleyebiliriz: Kamu çalışanları “sınıfsal” kimliklerine siyasal boyut kazandıramadıkları için bütünlüklü olarak siyasal alana müdahale edememektedirler. Bu durumda siyasal temsilin demokratikleşmesini sağlayacak bir dinamik görevi görmeleri de sözkonusu olamamaktadır. Solda sendikal mücadeleyi sürdürenlerin özgünlükleri bu tabloyu değiştirmek için yetmemektedir.
Haziran 2008 verilerine göre odalara kayıtlı esnaf sayısı 1.885.620 (http://www.tesk.org.tr/tr/calisma/sicil/4.pdf)’dir. Aileleriyle birlikte düşünüldüğünde azımsanamayacak bir sayıya ulaşan esnaf, geçmişten günümüze siyasal yaşamda önemli bir yer tuttu. Genellikle sağ partilerin olağan tabanı kabul edilen bu kitle, 1950’li yıllardaki hızlı kapitalistleşme sürecinde önce kendini dernekler aracılığıyla ifade etti ve ardından 1960’ların sonu 1970’lerin başından itibaren MNP-MSP ile anılmaya başladı. Aynı dönemde bu kitlenin diğer ilişki kurduğu parti AP’dir. Gerek AP gerekse MSP esnafı en fazla temsil eden partiler olarak kamuoyu tarafından algılanmakla birlikte, AP, temsil piramidinde büyük sermayenin altında bir yerlerde esnafın pozisyonunu tanımlayarak ekonomik-politik kararları alıp uyguladı. MSP ise genel ithal ikameci politikalarla uyumlu, koşullar gereği devleti öne çıkartan bir kapitalistleşme projesi içinde esnafı konumlandırdı (Söz düzeyinde küçük ölçekli sermaye-esnaf ve zanaatkâr öne çıkartılmakla birlikte, yoğun kapitalistleşme hedefinin pratikteki sonuçlarının bu sınıfın çıkarları ile ne kadar uyumlu olacağı tahmin edilebilir). Birikim modelinin değiştirilmesine yönelik 1980’de başlatılan süreç –dış ticaretin gelişmesinin yarattığı bazı olanaklardan küçük ölçekli sermayedarlar da yararlanmakla birlikte- fiilen büyük sermayenin lehine işledi. Anılan dönemde orta sınıfa yönelik söylem tutturmalarına rağmen hükümetler büyük sermayeden yana tutum takındılar.
Esnaf
Ekonomik sıkıntı ve krizde olma durumu esnafın söyleminde süreklilik gösteren vurgulardır. Dili belirleyen kültürel gerekçeler bulunmakla birlikte, özellikle 1980 sonrasında kapitalizmin kazandığı yeni ivme bu sınıfın sıkıntıları derinden hissetmesine yol açtı. Yerli ve yabancı sermaye grupları ile rekabet etme (edememe) durumuyla karşı karşıya kalan esnaf, yerleşen tüketim kültürünün büyük sermaye tarafından şekillenen mekansal yansımaları (büyük marketler, alış veriş merkezleri, tatil köyleri gibi) nedeniyle belirli bir niceliğin üzerinde gelir elde eden insanları da müşteri olarak kaybetti. Özellikle ucuz ithal ürünleri satan esnaf bazı dönemlerde ciddi kazançlar sağlamışsa da, bu, esnafın yaşadığı yapısal dönüşümü engelleyen bir durum değildir.
Yaşanan yapısal dönüşüm, esnafın bilincinde ve politik taleplerinde paralel bir değişimin ortaya çıkıp çıkmadığı sorusunu daha da önemli kılmaktadır. Ülke koşullarına göre uzun sayılabilecek bir süredir örgütlü bulunan esnaf (1), çıkarları doğrultusunda kısa vadeli taleplerini (hiper ve grosmarketlere karşı korunma, sosyal güvenlik, mesleki eğitim, istihdam, vergi, finansman, haksız rekabetin engellenmesi, vb. http://www.tesk.org.tr/tr/guncel/talep.html) kendi örgütleri aracılığıyla dile getirmektedir. TESK (Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu) tarafından dile getirilen ekonomik talepler elbette uzun yıllardır örgütlü olmanın sonucudur. Bu talepler, sistematik bir şekilde ifade edemiyor olsalar bile, tek tek esnaflar tarafından da savunulmaktadır.
Fakat, ekonomik taleplerin dile getirilmesini sağlayan bir bilincin varlığına rağmen, politik bilincin aynı gelişkinlikte olduğunu söyleyemeyiz. Siyasal temsil için mutlaka ayrı bir parti çatısı altında toplanması zorunlu değilse de, kendisini tahrip edecek ekonomik politikaları savunan partilerin ardına şu ya da bu gerekçe ile takılıyor olması, esnafın politik bilincine dair önemli ipuçları vermektedir. Siyasal çıkarlarını şekillendirmek ve bunu bir siyasal partiye kanalize etmek –ya da ayrı bir siyasal oluşuma yönelmek- bakımından esnaf iki önemli deneyim yaşadı (esnaf her iki süreçten de bilinicini değiştirecek sonuçlar çıkartamadı) : Bunlardan ilki, 1991 yılında Zonguldaklı maden işçilerinin Ankara’ya doğru başlattıkları yürüyüş, diğeri ise, 2001 yılındaki kriz döneminde yaşanan yaygın esnaf gösterileri. Malûm, 2001’deki ekonomik kriz, dar bir kesim hariç toplumun tamamını doğrudan ve olumsuz etkiledi. Olumsuz etkilenen toplum kesimlerinden biri de esnaftı. Kriz karşısındaki yer yer şiddet noktasına ulaşan tepki biçiminin ardından esnafın taleplerinin önemli oranda farklılaşarak siyasal alanda doğrudan sonuçlar yaratması beklenirdi. Fakat görünen o ki, esnaf bir kez daha kendisi aleyhine sonuçlar doğuracak politikaları savunan partilerin şemsiyesi altında yer almayı tercih etmişti. (2) Bu tercihin ortaya çıkmasında adaletsiz seçim sistemi gerekçe gibi sunulabilirse de, esnafın ekonomik korumacılık ötesini öngörebilen bir sınıfsal bilinç geliştirememesi asıl sebep gibi görünüyor.
Sınıf mücadelesinde kendine gerçek müttefikler aramak yerine büyük sermayenin temsilcilerine yönelmeyi tercih etmesi, esnafın eski algılama ve politika yapma tarzını aşamadığını düşündürtmektedir. Siyasal alanda gerçek çıkar temelli ilişkiler üzerinden etkinlik gösterebilmesi bakımından, esnaflar adına –belki de işçiler kadar- bilinç düzeyinde önemli sonuçlar yaratması gereken olay, 1991’deki maden işçileri yürüyüşüdür. Maden işçilerinin yaşadığı ekonomik sorunların derinleşmesi ve madenler hakkında kentin kaderini değiştirecek iktidar merkezli tercihlerin ortaya çıkması, gerçek çıkarlar üzerinden bir dayanışmanın yükselmesini sağlayabildi.
O tarihte esnafın da madencilere doğrudan destek vermesi, gelişkin bir politik bilincin varlığına denk düşmüyorsa da, esnafın sınıfsal duruşunu, söylemlerini, taleplerini oluştururken gerçek müttefik ilişkisini kimlerle kurulabileceğinin ipuçlarını sunuyordu. Medyada sık sık rastladığımız esnafın sermayesinin yetersizliğine rağmen işçi, memur ve diğer mağdurlara veresiye üzerinden nasıl destek olduğuna dair haberler, siyasal alanda esnafın mücadele yürütürken hangi sınıflara doğru açılım yapması gerektiğini de ortaya koymaktadır. Esnaf mal alımı sırasında büyük ölçekli sermayeye mahkûm olsa da, ticaretin diğer ayağına baktığımızda, gerçek müşterileri orta ve alt gelir gruplarıdır. Dolayısıyla bu sınıfların ekonomik durumlarındaki değişim esnafı da doğrudan etkilemektedir. Esnaf, mal alımı, finansman konusunda farklı sermaye gruplarına karşı çıkarını korumaya çalışırken, öte yandan, aktif biçimde müşterisi durumundaki sınıfların da çıkarlarını gözetmeli, siyasal bilincini ve mücadelesini de bu eksene oturtarak genel ekonomik politikalara müdahale etmeye çalışmalıdır.
Adeta tarih esnafın üstüne tüm ağırlığıyla çökmüş gibi. Hem ülkenin genel tarihi hem de bu sınıfın özel tarihi esnafın bugünkü konumunu doğrudan etkilemektedir. Politik tercihler geçmişin doğrusal uzantısı gibi dururken, iktidar tarafından kullanılan tarihsel yarılma –diğer birçok sınıf gibi- bu sınıfın davranış biçimini de belirleyebilmektedir. Ülkede 1980’li yıllarda değiştirilen birikim modeline ve üretim ilişkilerine rağmen esnaf, sınıf mücadelesine kendini yenileyerek dâhil olamamıştır. Dolayısıyla oy gücüne karşın büyük sermaye tarafından çeşitli mekanizmalarla kontrol edilip yönlendirilebilmektedir. Kendini bağımsız biçimde ayrı bir parti ile ifade edemeyen esnaf, çatısı altında yer aldığı partilere de, gerçek çıkarlara dayalı müttefik tanımlaması yapamadığı için, demokratikleşme yönünde etkide bulunamamaktadır (Eski varoluşunu sürdüren esnaf için değişim belki de emek merkezli bir partinin esnafa yönelik açılımı sayesinde gerçekleşebilecektir.)
Göç
Daha önceki yıllarda yaşanan değişim bir yana 1980’den günümüze nüfusun % 25’inden fazlası kırlardan kente doğru yer değiştirdi. Göç eden nüfusun sayıca büyüklüğü ve bu nüfusun ekonomik alanla ilişkileri kadar dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta, kente geldikleri döneme ait özelliklerdir. Yaşama koşulları, kentle ne kadar bütünleşebildikleri, kırla devam eden ilişkileri, gelir elde etme biçimleri üzerine çok şey söylenebilirse de bu kitleyi tanımlayan asli özellik geçiş karakteridir. Zaman içinde tek tek bireyler farklı sınıfsal pozisyonlara sahip olabiliyorlarsa da, süren göç nedeniyle büyük bir kitle geçiş karakterine sahip bir yaşam sürmektedir. Yarı kentli kitle, yaşam koşullarındaki farklılaşma, gelecek beklentileri, sınıfsal kimliğin netleşmemesi nedeniyle ve ideolojik aygıtların belirlemesi altında radikal dönüşüm talebini dillendirmek bir yana, sistemle bütünleşme yönünde umut taşımaktadır. Nesnel koşulları gereği daha farklı davranması son derece zor olan bu kitlenin olgunlaşmış siyasal talepler yükseltememesinde 1980’li yıllardaki antidemokratik sürecin önemli bir payı bulunmaktadır.
Siyasal-demokratik-ekonomik mücadele aygıtlarının dağıtılması ve/veya baskılanması nedeniyle yeni kentli kitle önemli oranda sistem içi partilerin (ve diğer örgütlenmelerin) doğrudan ya da dolaylı kontrolü altında gündelik yaşama pratiğini ve kültürünü geliştirmişlerdir. Siyasal alanın merkezine doğrudan etki etme mekanizmalarına sahip olmayan bu kitle siyasal aygıtların ve iktidar ilişkilerinin demokratikleştirilmesi yönünde müdahalede bulunacak bir kültürel birikim yaratamamıştır. Kimi partilerin yeni kentlilerin moral değerlerine hitap edip desteklerini alma noktasında başarı göstermelerine karşın bu dil aşağıdan yukarı işleyen bir sürecin-baskının sonucunda kurulmamıştır. Parti örgütlerinin alt düzeyinde merkezde yer alan politikacı profiline uymayan figürlerin bulunması da demokrasinin göstergesi değildir. Farklı figürlerin öne çıktığı alt oluşumlar, merkezin bir başka şekilde üretildiği yapılar olup, yukarıdan kontrol edilen aracı rolündedirler. Bu ara mekanizmalardaki isimlerin zaman içinde farklı partilere geçmesi ilişkinin özünü değiştirmemektedir. Partiler arası transferler, anılan kitleyi demokratikleşme yönünde etkilemek yerine, en fazla, aracı konumlara (kişilere) sistem içi partilerle ilişkilerinde görece özerklik sağlayabilir. Bu kısa özetten hareketle, yeni kentli kitlenin siyasal alanın ve siyasal aygıtların işleyişinin demokratikleştirilmesi yönünde etki edebilecek bir dinamik görevi –en azından şimdilik- göremeyeceği söylenebilir.
Kadınlar
Siyasal alan üzerindeki etkilerinden ötürü farklı toplumsal dinamiklerin dikkate alınması zorunlu olmakla birlikte, kadınlara, konumuz bağlamında çalışma yaşamı dışındaki kadınlara –evkadınlarına- özel bir yer ayırmak gerekir. Kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ele alınışında kadın bütünsel sistemin parçası olarak kabul edilirler. Ekonominin ve toplumsal yaşamın doğası gereği yaş faktörü, cinsiyet farklılıkları bu tür toplumlarda üretim dışında tanımlanmaya çok fazla elvermemektedir. Son derece düşük olan bağımlılık yaşı nedeniyle nüfusun büyük bölümü (egemen sınıf dikkate alınmamakta) –elden ayaktan düşmüş yaşlılar hariç- üretim sürecinin birer parçasıdırlar. Kapitalist üretim tarzının egemenlik kurması ile toplumun azımsanamayacak bir bölümü –kapitalizmin vahşice geliştiği dönemlerdeki özel durumlar gözardı edilmeden- üretim sürecinin dışında tanımlanmaya başlandı. Zamanla bağımlılık yaşının yükselmesi ile çocuklar, gençler ve üretim sürecinden kopan yaşlılar ekonomi dışı kategoriler haline gelmeye başladılar. Öte yandan, bizim gibi ülkelerde kapitalist doğrudan sömürü çarkı içinde konumlanmayan evkadınları ekonomi dışı niceliksel anlamı olan bir topluluk gibi algılanmaktadır.
Türkiye’de sayıları milyonlarla ifade edilen evkadını bulunmaktadır. Evkadınlığının çözülmesi yönünde agresif bir tutum takınılmamasının gerekçeleri bir tarafa, evkadınlarının toplumsal rollerinin, geleneksel toplumsal ilişkiler ve kültürden hareketle açıklanması çok da olanaklı görünmemektedir. Aile ekonomisinin kapitalist üretim sürecinde yer alınarak oluştuğu aile yapılarında, çalışmayan kadınlar doğrudan değilse de sisteme eklemlenmektedir. Kapitalist sistem içinde çalışan aile bireyleri üzerinden konumu –ve ev içi emeği- farklılaşan evkadını sistemin parçası haline gelmektedir. Evet, kapitalizmde artıdeğere üretim sürecinde ekonomik yollarla el konulmaktadır. Bu nedenle evkadınları kapitalizm dışı kabul edilebilirlerse de, gerçekte sistemin yeniden üretimi bakımından –düşük ücret ev ekonomisi ilişkisi- ciddi roller üstlenmektedirler. Her konuda saldırganlaşabilen sermayenin Türkiye’de evkadınlığının çözülmesi için köktenci müdahalelerde bulunmamasının onların öznel tutumları ile hiçbir alâkası bulunmamaktadır. Evkadınlarının kimlikleri, ekonomik alanla ilişkileri, toplumsal rolleri üzerine söylenilebilecek çok şey bulunmakla birlikte, konumuz bağlamında siyasal alanın demokratikleşmesi yönünde etki edebilecek bir dinamik olup olamayacağı sorusunun karşılığını vermeye çalışacağım.
Evkadınları siyasal alanla ilişkilerini daha çok maddi-ekonomik çıkarların sağlayıcısı eşi/erkek dolayımıyla kurmaktadır. Çünkü, aileye giren gelir erkek üzerindendir. Ev bütçesine giren gelirdeki dalgalanmalar ve bu değişimin çalışan erkeğin bilincine yansıması –kültürel faktörlerin de etkisiyle- evkadınının zaten siyasal alanla zayıf olan ilişkisini de önemli oranda belirlemektedir. Evkadınlarının çalışma yaşamından etkilenmesi içsel bir süreç olmayıp (evde yapılan elişçiliği, kayıt dışı hizmet gibi işler göz ardı edilmemekle birlikte konumuzun sınırları gereği dikkate alınmadı) daha çok sonuçlar üzerinden bir ilişkilenişten söz edilebilir. Üretim ilişkilerine dahil olmayan kadınlar sınıf mücadelesinde de etkin bir özne olarak yer alamamaktadır. Daha çok üzerinde hegemonya mücadelesi yürütülen bir nesne konumuna indirgenmektedir. Siyasal algısı ve tercihleri genellikle eşi üzerinden şekillenen evkadınları bilinçli bir tercihle ortak hareket edebilen bir sınıf/gurup durumuna gelememektedir. Ekonomik mücadele aygıtları içinde yer alamamaları nedeniyle sistemle eksikli bir ilişkinin ötesine geçememektedirler. Erkeklerin ekonomik alandaki duruşunun-bilincinin-örgütsüzlüğünün, üzerinde doğrudan ya da dolaylı etkiler gösterdiği evkadınlarının siyasal alanda olup bitenler karşısında bağımsız bir bilinç geliştirmesi son derece güç görünmektedir. Evkadınlığı sistem tarafından kapsanmakla birlikte, evkadınlarının bilinci-kültürü iktidar tarafından yürütülen ideolojik mücadele ile dışsal yollarla oluşturulmaya çalışılmaktadır. Tüketim boyutu hariç sistemle dolayımlı ilişki içinde olan evkadınları üzerinde yürütülecek hegemonya kurma çabası iktidar mücadelesi bakımından önem taşımaktadır.
Tabandan geleneksel kültür/ilişkiler ve yukarıdan ideolojik aygıtlar tarafından baskılanan evkadınlarının kimlikleri, –genel olarak- sistem dışı politikalara kapalı bir şekilde oluşmaktadır. İktidarın ideolojik hegemonyası nedeniyle sistemle bağları esnek ama güçlü olan evkadınları, çalışma yaşamına girdiklerinde sistemle yeni bir kanaldan ilişki kurmaktadırlar. Bu durum, sadece sistem içi alan değişimi anlamına gelmektedir. İktidar güçleri, üretim sürecinde bulunmamalarına rağmen gelecek için potansiyel emekçi olarak kabul ettikleri evkadınlarını, sistemin yeniden üretim sürecinde ciddi bir nicelik olarak görmektedirler.
Yukarıda kısaca değinilen özellikler bağlamında evkadınları ve siyaset ilişkisine dair birkaç söz edebiliriz. Nesnel konumları gereği bir sınıf karakteri kazanma şansı bulunmayan evkadınları, kendilerine özgü talepleri aşağıdan ve içsel süreçlerle oluşturup politik alana etki edememektedirler. Dolayısıyla bilinçleri, siyasal alanla ilişkileri daha çok yukarıdan işleyen süreçlerle kurulmaktadır. Ekonomik alanla ilişkileri dolayımlı yürüyen ve siyasal kültürü yukarıdan süreçlerle oluşan evkadınlarının partilerle olan bireysel ilişkileri de, demokratik bir açılım sağlamak yerine merkezin hegemonyasını güçlendirici bir işlev görmektedir. İktidar tarafından yükseltilen kadının ekonomik bakımdan özgürleşmesi gerektiği söylemi, özgürleştirici bir işlev görmekten çok, kadının sömürüye muhalefet etmeden sisteme katılmasını sağlamaktadır. Evkadınlarının sistemle dolayımlı bağlantısı kadar çalışma yaşamına girerek çözülmesi durumu da kendiliğinden demokrasi bilincini geliştirmemektedir.
Bu bölümde farklı sınıf ve toplum kesimlerinin siyasal yaşamın demokratikleştirilmesi adına baskı oluşturmanın çok uzağında olduğunun altını çizdim. Bazen toplumun demokratikleşme yönünde kısmen de olsa hareketlendiği izlenimini yaratacak gelişmeler yaşanmakla birlikte, bu devinim çoğu zaman iktidar mücadelesi sırasında yukarıdan yapılan müdahaleler sonucunda ortaya çıkmaktadır. Toplumun genel hali ortada olmakla birlikte, sistemiçi partiler, kontrolü elden kaçırmamak için, seçmenin, partilerin demokratikleştirilmesi yönünde baskı yapma yollarını da önceden kapatma ihtiyacı duymaktadır. Partilerle egemen sınıf ilişkilerinin sürdürülmesinde bu durum neredeyse önkoşuldur. Sistemin-rejimin yeniden üretilmesi bakımından son derece önemli sayılabilecek genel uzlaşımsal alana dair toplumsal bilincin sorunlu hali ve oluş sürecinin devam etmesi nedeniyle, değişen/dönüşen alt bilinç –gerçekte böylesi bir amacı bulunmamakla birlikte- sistemin dengelerini bozma potansiyelini barındırdığından, siyasal alana demokratik katılım yerine bireylerin kontrol altında tutulmasını sağlayacak mekanizmaların kurulması gerekmektedir. Partiler, kontrol kabiliyetleri ne kadar yüksekse o kadar hükümete gelme şansını yakalamaktadırlar.
12 Eylül sonrası
1980 sonrası döneme bakıldığında farklı partilerin yüksek oylar alıp hükümete geldikleri, fakat bir süre sonra oylarının eridiği ve hatta bu partilerin yok olup gittikleri görülmektedir (Bazen de tam tersine, az bir oy yüzdesinden oylarını yukarılara tırmandırıp hükümete gelen partiler oldu). (3) Buradan hareketle, partilerin antidemokratik yapılarına rağmen kitlenin kontrolü bakımından tam bir başarı gösteremediği düşünülebilirse de, seçmenin genel davranış biçimi-yönelimleri dikkate alındığında ve parti seçmen ilişkisi oy dağılımı dışını çıkılıp daha kapsamlı bir alanda, yani sistemin yeniden üretimi bağlamında değerlendirildiğinde, iktidar güçleri adına sorun edilecek bir durumun bulunmadığı görülmektedir. Oy dalgalanmalarını seçmenin demokrasi bilincinin sonucu olarak sunan propaganda dilini bir kenara bıraktığımızda görülecektir ki, seçmen verdiği oyla hükümet edecek siyasal özneyi değiştirmekle birlikte sistemin yeniden üretimini sağlamaktadır.
Siyasal öznelerin etkinliğinin değişmesi karşısında itiraz sesleri, egemen sınıfın politikalarını uygulayan/uygulamayı vadeden, fakat koşulların değişmesi ile eski konumunu kaybeden profesyonel politikacılardan gelmiştir. Egemen sınıf tarafından oluşturulan genel politikaların görüntü düzeyinde de olsa halk desteği alarak uygulanabilmesinde bir tür aracılık rolü üstlenen partiler, tabanın baskısının genel politikaları etkileyecek düzeye ulaşmasını engellemek bakımından bir tampon görevi görmektedirler. Sınıfsal bilinçle hareket eden seçmen sayısının azlığı, vaatleri ve icraatları arasında kısa sürede büyük bir açının oluşmasına rağmen partilerin arkasındaki desteğin ancak zamana yayılarak çözülmesi sonucunu doğurmaktadır. Parti içi temsildeki antidemokratik işleyiş bu sürecin daha da uzamasını sağlamaktadır. Aşağıdan yukarı işleyecek parti içi karar alma süreçlerinin varlığı durumunda sınıfsal bilinçle hareket etmese de gündelik çıkarları doğrultusunda sesini yükseltecek partililerin, egemen politikalarla parti merkezleri arasında kurulan dengeyi bozma olasılığı bulunmaktadır. Bu durum ne egemen sınıf ne de partilerin egemenleri tarafından kabul edilebilir.
Sistemin yeniden üretimi bakımından partilerin antidemokratik yapılanması önemli bir işleve sahiptir. Özellikle hızla değişen toplumsal dengelerin siyasal alanda yaratacağı çalkantılara karşı, aşağıdan yukarı işleyen siyasal mekanizmaların çalıştırılmaması, egemen sınıf adına siyasal istikrar için neredeyse bir teminattır. Halkın algısı ve davranış biçiminde kısa süre içinde ortaya çıkan dalgalanmalar her ne kadar sistemin değiştirilmesi yönünde bir sonuç yaratmayacaksa da, egemen sınıf içindeki farklı bölümler arasındaki dengeleri değiştirebileceği gibi, kurumların ağırlıklarını da farklılaştırabilecektir. Egemen sınıf içi dengelerin kısa aralıklarla değişmesi, iktidar içi hiyerarşide daha üstte konumlanmak isteyen kesimlerce de tercih edilmeyecektir.
Yukarıda değinildiği üzere göç dalgası hâlâ hızını kesmeden devam etmektedir. Bu durum sınıflar arası dengelerin günbegün değişmesine yol açmaktadır. Göç ile yaşanan sadece niceliksel bir değişim değildir. Zaten problemli olan sınıfsal aidiyet ilişkileri –sınıfsal bilincin gelişmesindeki gerilik- içinden çıkılamaz bir hale geldi (gelmeye devam etmekte). Sınıfsal bilinçten uzak seçmenin davranış biçimini belirleyen etkenler çeşitlilik gösterdiği gibi, bazen tek bir faktör dahi tercihin ortaya çıkmasını sağlayabilmektedir (Bu nedenle, seçmenin tercihlerine yönelik kestirimlerde bulunmak için başvurulan çok boyutlu ve çok katmanlı bilimsel açıklama girişimleri -burada kastedilen anket çalışmaları değildir-, gelişmeler karşısında başarısız kalmış gibi görünebilmektedir). Dolayısıyla sistem içi partiler ne kadar demokrat, halktan yana görünürse görünsünler sistemin-rejimin selameti için, siyasal sürece halkın aşağıdan yukarı demokratik katılımını kabul etmeyeceklerdir. Hükümete gelmeye aday partiler sistemin-rejimin meşruiyetini sağlamak-güçlendirmek için iktidar ve halk arasında bağlantı kurma iddiasını da taşımaktadırlar.
Bu işlevin en azından belirli bir süre istikrar içinde yerine getirilebilmesinin yolu da partilerin demokrasi dışı işleyişinden geçmektedir. Zamanla halkın oyları sistem muhalifi partilere değilse de diğer partilere kitlesel halde kayabilmektedir. Bazen seçmenin neredeyse yarısının oylarını alan bir parti silinirken bazen de bir parti asgari oy düzeyinden hükümet kurabilecek sayıya ulaşabilmektedir (3 nolu dipnota bakınız). Egemen sınıf adına kısa vadeli çıkarlar bakımından yer yer sorun yaratmakla birlikte bu dalgalanmanın sistemin yeniden üretimi bakımından önemli bir işlevi bulunmaktadır. Sınıfsallıktan uzak oy kaymaları radikal arayışların önünü almaktadır. Çünkü, başarısızlık halkın gözünde parti merkez kadrolarına aittir. Partilerin söylemleri ve reel hedefleri-işlevleri arasındaki açının bilince taşınamaması, başarısızlıkların öznel gerekçelere bağlanmasına yol açmaktadır. Dönemsel oy dalgalanmaları, sistemin yeniden üretilmesi adına önemli bir işlevi bulunduğundan, güncel çıkarlar bakımından yarattığı kimi sorunlara rağmen, egemen sınıf adına kabul edilebilir bir durumdur. Özetle ifade edecek olursak: Partilerin antidemokratik yapılanmasını belirleyen temel etken öznel tercihler ve bireysel hırslar değil, siyasal alanın varoluş koşullarıdır. Siyasal alanın varoluş koşulları değişime uğramadığı taktirde partilerin antidemokratik işleyişi egemen sınıfın güvencelerinden biri olmayı sürdürecektir.
Sol muhalif partiler demokrat olmak zorunda
Sisteme içi partiler gibi sistem muhalifi partilerin de demokratik bir yapılanmaya sahip olması bir zorunluluk değildir. Partilerin demokrasiyi savunmasının ve demokratik yapılanmayı tercih etmesinin çeşitli gerekçeleri bulunmakla birlikte bu konu yazımızın çerçevesi içinde yer almadığından sadece ilgili noktalar üzerinde durmakla yetineceğim.
Siteme muhalif sol partiler farklı mücadele yöntemlerini kullanarak siyasal faaliyetlerini sürdürdüler. Çeşitli dönemlerde sıçramalar yaratabilmek için girişimlerde bulunuldu. Fakat gelinen aşamada görülmektedir ki amaçlara ulaşılamadı. Ne arzulanan kitlesellik yakalanabildi ne de iktidar mücadelesinin belirleyici öğelerinden biri haline gelinebildi. Bu durumu açıklamak için nesnel ve öznel çok sayıda gerekçe sıralanabilir. Bunların her biri özel bir önem de taşıyabilir. Bu gerekçeleri tek tek ele almak yerine yazının bu bölümünde sol partilerin neden demokratik bir yapılanmaya sahip olması gerektiği üzerinde duracağım.
Kısa bir giriş yapmak gerekirse, yazının ilk bölümünde anlatılan sistem içi partilerin neden demokratik bir yapılanmaya sahip olamayacağına dair gerekçeler, solun neden demokrat olmak zorunda olduğunu anlamanın zemini durumundadır. Emek merkezli dünya idealinin hâlâ güçlü bir şekilde geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum. Tasavvur edilen gelecek üzerine elbette tartışmalar sürecektir. Sürmeli de. Bu durum, zaaf gibi görülmesi bir yana tersine teorik zenginliğin işareti sayılmalıdır. Fakat bu gün çok daha yakıcı sorunlarla karşı karşıyayız. Geçmişten geleceğe uzanan tarihin sürekliliği için bu gün yaşanan sorunların aşılması gerekmektedir. Genellikle ilk akla gelen çözüm, mevcut sol yapıların bir araya gelmesidir. Bu yaklaşım çerçevesinde atılan adımlar elbette önemli bir değere sahiptir. Fakat yaşanan deneyimler göstermektedir ki, bir sonraki aşamaya geçilerek kitleselleşmenin başarılması noktasında çabalar tıkanmakta, ardından bir moral bozukluğu dalgası yükselmekte ve dağılma süreci yaşanmaktadır. Artık siyasal öznelerin biraradalığının ötesine geçilerek, toplumsal dinamiklerin -mümkünse özneleşerek- partiyle bütünleşmesini sağlayacak temsil mekanizmaları yaratılmalıdır. Elbette tüm toplumsal dinamiklerin sol muhalefetle bütünleşmesi mümkün değildir. Bazı toplum kesimleri doğası gereği sola kökten muhalif bir pozisyon tutacaklardır. Buna karşın kimi dinamikler ve toplum kesimleri (sınıf, tabaka, ...) sol hareketle bütünleşme potansiyeline sahiptir. Ayrıca solun hegemonik yaklaşımı sayesinde kapsanabilecek dinamikler ve ortak hareket edebilecek toplum kesimleri de bulunmaktadır. Farklı siyasal öznelerin, temsil etme iddiasında bulundukları kesimleri ne oranda temsil edebildiklerine bakılmaksızın bir arada durmaları ilk elde atılabilecek adımların başında gelmektedir.
Kitleyi temsil düzeyleri her ne olursa olsun Türkiye koşulları böylesi bir adımı zorunlu kılmaktadır. Yeterli kitlesel gücü bulunmamakla birlikte bu özneler zaman zaman etkin olmayı başarabilmişlerdir. Bu gerçeği unutmamak gerekir. Tüm siyasal örgütlenmelerin aynı çatı altında toplanmaları bir zorunluluk değilse de bir arada faaliyet gösterme olasılığı bulunan çevrelerin bir araya gelmesinde-ortak hareket etmesinde büyük bir yarar vardır. Fakat bu biraradalık, herhangi bir siyasal öznenin mevcut nicelik arasında kendi tabanını genişletmesinin aracı olarak görülmemelidir. Bunun yerine mevcut niceliğin büyütülmesi samimiyetle savunulmalıdır. Ayrıca parti dışı –sendika, dernek, vakıf, kooperatif, platform, ...- (mevcut ve olası) dinamiklerin ve örgütlenmelerin yoğunlaştırılmış bir ilişkileniş üzerinden parti politikalarının şekillendirilmesinde etkin olmalarının önü açılmalıdır. Öte yandan, mevcut dinamiklere ve örgütlenmelere rağmen politika yapma çabasının da sonuç verici olmayacağı ortadadır. Dolayısıyla, bitip tükenmez tartışmalara girmek yerine, öncelikle bir arada bulunması gerekenler birlikte yürümenin yolunu bulmalıdır. Fakat daha da önemlisi, solun kitleselleşebilmesi için, olası dinamiklerin ve örgütlenmelerin partiyle eşit ilişkiye geçmesinin önü açık tutulmalı ve mümkünse dinamik bir bütünleşme süreci yaşanabilmelidir.
Türkiye gibi son derece devingen, sınıfsal dengelerin sürekli bozulup yeniden kurulduğu bir ülkede olası dinamikler ve örgütlerle ilişki kurmayı öngörmek neredeyse bir zorunluluktur. Aksi taktirde nesnel bakımdan solun doğal bileşeni olabilecek toplum kesimleri öznel gerekçelerle sistem partilerinin tabanına itilecek ve iktidar tarafından kontrol edilen güçler haline dönüşeceklerdir. Sol partiler, demokrasiye gerçeklik kazandıracak mekanizmalar kurarak, ilişkiler geliştirerek sınıfların-tabakaların kendilerine dair bilinçlerinin gelişmesine katkı yapıp, dönüşüm halindeki toplumun değişimini doğrudan belirleyecek bir süreç yaşanması için çaba sarfetmelidir. Aksi taktirde toplumsal değişim sola rağmen yaşanmaya devam edecektir. Hızlı değişim birçok sınıfın çözülmesi, etkinliğini kaybetmesi anlamına gelmekle birlikte, çözülen sınıfın üyeleri yeni toplumsal konumlarını, korkudan çok hayallerini gerçekleştireceği düşüncesiyle umut içinde kabullenmektedirler. Sürecin bu şekilde seyretmesinde, -iktidarın yürüttüğü propagandanın etkisi varsa da- solun toplumsal bağlarının zayıflığının son derece önemli bir payı bulunmaktadır.
Yazının ilk bölümünde ele alınan toplum kesimlerinin önemli bir kısmı başta olmak üzere birlikte hareket edilebilecek tüm sınıflar-tabakalar ile ilişki kurmanın bir gereklilik olduğu kabul edilerek adımlar atılmaya özen gösterilmelidir. Diğer unutulmaması gereklerden biri de sınıfların da bir tarihinin bulunduğudur. Böylesi bir bakış açısının siyasal mücadelede yeni açılımlar yaratacağı ortadadır. Örneğin geçmişte kapitalizmin gelişkinlik düzeyi esnafın sağ partilerin çatısı altında toplanmasını sağlıyordu. Esnaf, yaratacağı sermaye ile gelecekte sistemin merkezine kayma umudunu taşıyordu. Fakat gelişen kapitalizm artık esnafı varoluş mücadelesinin içine atmıştır. Büyük sermayenin önderliğinde hareket etmesinin koşulları neredeyse tamamen ortadan kalkan esnaf, artık büyük sermayeye rağmen yaşamaya çalışmaktadır. Orta alt ve alt gelir gurubundakiler esnafın doğal müttefiki durumuna gelmiştir. Belki esnaf anılan toplum kesimleri ile bütünleşip aynı parti çatısında buluşamayabilir. Fakat sol, bu sınıfın yaşadığı köklü dönüşümü görerek, en azından kendi politikalarını bu sınıfa önderlik edebilecek şekilde yapılandırabilir ve nesnel çıkarlar temelinde esnafın siyasal tercihlerinin şekillenmesinde etkili olabilir.
Kırsal kesimde yaşayan insanların sözcülüğünü üstlenmek bakımından sola kritik bir rol düşmektedir. Çünkü 1950’li yıllardan bu yana yaşanan kırdan kente göç dalgaları sadece demografik göstergeleri değiştirmemektedir. Komple sınıfsal yapı alt-üst olmaktadır. Kırsal kökenli insanlar ya kente göçerek sistemle bütünleşme biçimini değiştirmeye zorlanmakta ya da kapitalizmin kır üzerindeki vahşi uygulamalarına maruz kalmaktadırlar. Başka bir yaşamın mümkün olduğunu düşünenler, kıra yönelik kapitalizme direniş yollarını kapsamlı bir şekilde kurgulayarak yaygınlaştırmak durumundadırlar. Bu hedefi önüne koyan sol partiler, kırsal kesimdeki geçmiş deneyimleri ve bugünkü çabaları temsil etme kabiliyetinde olan kurumları ve bireyleri doğrudan muhatap alarak parti politikalarını oluşturmak zorundadırlar. Diğer toplum kesimleri gibi kırdaki insanlara da yukarıdan belirlenmiş politikaları dayatmak yerine onların kapitalizme karşı gerçek duruş ve ilişkiler üzerinden özneleşmelerinin (bireysel-sınıfsal) yolu açılmaya çalışılmalıdır.
Yazının ilk bölümünde nicelik bakımından büyük bir öneme sahip evkadınlarının sistemle ilişkilerinin değişime uğradığının altını çizmiştim. Üretim sürecinde yer almadıkları için ekonomik sistemle bağlantıları görmezden gelinmeye çalışılan evkadınları kapitalizmin bütünsel yeniden üretimi bakımından gözardı edilemeyecek bir işleve sahiptir. Üstelik sisteme farklı düzeylerde eklemlenirken evkadınlarının dönüşüm süreçleri de kontrol altına alınmaktadır. Sol partiler, evkadınlarının konumu, işlevleri ve değişim süreci üzerine daha fazla düşünmek zorundadırlar. Milyonlarca evkadınının kapitalist ekonomik süreçlere dahil edilerek “özgürleştirilmesini” savunmak, kuzuyu, kurda teslim ettikten sonra onun elinden kurtarmak için çaba göstermeye benzer. Oysa sol, gerçekten yeni bir dünya kurmak istiyorsa, henüz kapitalizmin çukuruna gömülmemiş olanları farklı yollarla gelecek düşlerinin parçası haline getirmelidir.
En geniş anlamı ile emekçilerin –potansiyel emekçiler ve yeni kentliler dahil- sol partiler ile ilişkisinin ve aktif katılımının savunulması noktasında en geniş mutabakat sağlanacağı için, bu toplum kesimleri üzerine fazlaca laf ederek yazıyı daha fazla uzatmanın gereği yok.
Bitirirken
Sitemin yeniden üretimi konusunda yapılan demokrasi vurgusunun yoğunluğuna rağmen, genelde siyasal yaşamda özelde siyasal partilerin işleyişinde demokratik sayılamayacak tarzın egemenliği sürmektedir. Demokrasi, siyasal söylemin aksine daha çok iktidar mücadelesinin araçlarından biri kabul edildiğinden, demokrasiye kurumsallaştırmaktan söz eden partiler bile icracı konumuna geldiklerinde farklı bir tavır sergilemektedirler. Demokrasinin kitlesel bir talep olarak yükselip siyasal alanın demokratik ilkelere göre yapılandırılamamasının çeşitli gerekçeleri bulunmakla birlikte, yazının sınırları gereği sistem içi partilerin neden “demokratik” bir işleyişe kavuşamadığına dair bir özetle yazıyı bitirmek gerekir.
Kısaca belirtmek gerekirse: sistem içi partilerin “demokratik” bir işleyişe kavuşamamasının nesnel gerekçeleri bulunmaktadır. Ülkenin devingen yapısı ve sınıfların oturmamışlığının siyasal alan üzerinde yaratacağı dalgalanmaların önünün alınabilmesi için, tabanı kontrol edebilen ve süreklilik arzeden parti merkezlerinin bulunması egemen sınıflar adına sınıfsal mücadelede teminatlardan biridir. Her dönem ayrı bir parti tarafından hükümetin kurulması bir zaaf gibi gösterilmekteyse de, işleyiş ve yapılanma bakımından benzer karaktere sahip farklı bir partinin hükümete gelmesi, kitlenin sistem dışı partilere kaymasını engelleyip iktidarın yeniden üretimini sağladığı için egemen sınıf tarafından tercih edilir bir durumdur. Partilerin merkezinde yer alan lider kadrosu da bu durumun bilincinde politika yapmaktadır. Yani, sistem içi partilerin antidemokratik tarzda yapılandırılmasın gerekliliği üzerine, egemen güçler ve parti merkezleri arasında yazılı hale getirilmemiş bir mutabakat bulunmaktadır. Özetlenen gerekçelerle, sistem içi partilerin demokratik bir yapıya kavuşmaları konusunda yoğun tartışmalara girmek çok anlamlı görünmüyor.
Sistem muhalifi partilerin ne tarz bir yapılanmaya sahip olması gerektiği konusunda kimseye akıl verme gibi bir niyetim yok. Fakat, kitlesel mücadele yürütme iddiasını taşıyan partilerin şu konjonktürde demokratik bir yapılanmaya yönelmelerinden başka bir çare yok gibi görünüyor. Yaşanan deneyimler göstermiştir ki, toplumla buluşma sorunu yaşayan benzer özelliklere sahip siyasal öznelerin bir araya gelmesini sağlayacak modellerin kurulması tek başına kitleselleşme için yeterli değildir. Devingen toplumsal yapı nedeniyle ve sınıfsal aidiyet ilişkilerinin oturmamışlığından ötürü, değişim ve oluş halindeki kitleyi de kapsayacak modeller hayata geçirilmelidir. Aksi taktirde, toplumsal dinamiklerin büyük bir kısmı sistem partilerinin kontrolü altında dönüşerek sisteme daha güçlü bir şekilde eklemleneceklerdir.(SŞ/EÜ)
Dipnotlar
1) “18 Kasım 1943 tarihinde 4355 sayılı Ticaret ve Sanayi Odaları, Esnaf Odaları, Ticaret Borsaları Kanunu yayınlanmıştır. 25 Nisan 1949 tarihinde 5373 sayılı Esnaf Dernekleri ve Esnaf Birlikleri Kanunu çıkarılmış ve esnaf ve sanatkarlarımızın bağımsız ilk örgütlenmeleri sağlanmıştır.” http://www.tesk.org.tr/tr/hakkinda/cum.html
2)1996 yılında yapılan bir anket çalışmasında sorulan “bugün seçim olsa kime oy verirsiniz?” sorusuna esnaf ve zanaatkarın verdiği yanıtlar bu sınıfın zihni dünyasına ve politik tercihlerine dair önemli ipuçları sunmaktadır.
Oy verilecek parti Esnaf/Zanaatkar
----------------------- --------------------
RP 24,5
ANAP 12,5
DYP 8,6
DSP 12,5
CHP 5,8
MHP 8,4
HADEP