Sanatın her alanına yansıyacak ne çok olay yaşıyoruz. Dolayısıyla yeni ve bağımsız ekip ya da kişilerin yaptığı işler beni epey heyecanlandırıyor. Özlem Erben de, bu isimlerden biri.
İstanbul’da sahnelenen ilk oyunu ‘Külkedisi Öldü’ vesilesiyle tanıştık Özlem Erben’le. Dokuz Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık ve Dramaturji Bölümü’nde eğitimine devam eden Erben, 15 yıldır oyunculuk yapıyor ve son dört yıldır ise yazıyor.
Sahnelenen üçüncü oyunu ‘Külkedisi Öldü’de Türkiye’den farklı dört kadının; profesör, beden işçisi, Güneydoğulu ve oyuncu bir kadının hikayesine yer veriyor. Ve kaçınılmaz olarak şiddete maruz kalışlarını ve acılarını anlatıyor.
Sözünü sakınmayan bir oyun sahneye koyan oyun yazarı ve yönetmeni Özlem Erben'le oyunu yazma sürecini ve kadına şiddeti konuştuk.
Yeni bir oyun yazarken kadını odağına almaya nasıl karar verdiniz? Malum önemli ama bir yandan da hassas bir konu.
2015 yazında ÖBTT’nin kurucusu (Öteki Beriki Tiyatro Topluluğu) sevgili arkadaşım Yasemin Tüzün benden bir kadın oyunu yazmamı rica etti. Tam da bu konuda ne yapılabilirim diye düşünürken, böyle anlamlı bir teklifle karşılaşınca hemen kabul ettim. Kadınların maruz kaldığı şiddetin her geçen gün arttığı malum. Gerek basının gerekse toplum vicdanının artık ne acıdır ki ‘alıştığı’ bir durum haline geldi. Kadına yönelik fiziksel şiddete tepki olarak sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştirilmeye çalışıldı. Şiddet görmüş kadın portreleri basında sıkça kullanılarak, kadınlara yapılan bu zulüm kınandı. Fakat kimse ötesini merak etmedi. Halbuki şiddetin insan ruhunda yaratmış olduğu yıkım tarif edilemez boyutta. Bu durumda olan çoğu kadın, psikolojik destek alarak normal hayatlarına dönme mücadelesi veriyor. Diğer taraftan onlara sağlanan ikna edici bir korunma da söz konusu değil. İşte bu ve buna benzer nedenlerden dolayı fiziksel şiddetten çok bu şiddetin kadın ruhunda yarattığı tahribatı anlatmaya karar verdim.
Her ne kadar gözümüzün önünde yaşandığı için birçok acıya tanık olsak da, araştırma sürecinde neler yaptınız?
Gazetelerin üçüncü sayfaları kadına yönelik şiddet ve bu şiddetin ulaştığı boyut hakkında size bilgi veren başucu kitabı niteliğinde bir kaynak maalesef. Tabii bunun yanında şiddet, şiddeti doğuran sosyolojik, psikolojik ve toplumsal durumlar ile şiddete maruz kalmış insanların psikolojik durumları hakkında araştırmalar da yaptım. Çünkü genetik ve biyolojik faktörlerden, eğitime, kişilik patolojisinden, iletişim teorisine kadar şiddeti değişik boyutlarda ele alabiliriz. Kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda akla ilk gelen fiziksel şiddet yani dayak, yaralanma ve hatta cinayettir. Ama bunun yanında kadın sözel ve cinsel şiddete de maruz kalıyor. Bugün, fiziksel, duygusal/psikolojik, ekonomik, cinsel şiddet veya şiddet tehdidi yüzünden her kesimden milyonlarca kadın baskı altında yaşıyor. İstemediği bir evlilik yapmak zorunda bırakılıyor, dayak yüzünden sakat kalıyor ve dahi öldürülüyor.
Tüm bunların nedenlerini sorduğumuzda cevapları size sadece patoloji, sosyoloji ya da genetik faktörler vermiyor. Şiddetten ve şiddetin insan psikolojisinde yarattığı sorunlardan bahsedebilmek için ‘şiddet’ in ne olduğunu iyi bilmeniz gerekir. Eskiden televizyonda şiddete uğramış insanlar hakkında yapılan haberleri şaşkınlıkla izler, gazetelerin üçüncü sayfalarını içimiz acıyarak okurduk. Artık tüm bu vahşetin doğal gelmesi, şiddetin doğallaşmış olduğunun bir kanıtı. İşte bu gerçekten ama gerçekten insanın kendi eliyle kendini öldürmesine eş değerdir. Çünkü vicdan dediğimiz ve bizi insan olarak tanımlayan o duyarlılığı yitirmeye başladığımızın bir göstergesi bu.
Peki bu şiddeti ve ötesini sahneye koymanızın sizin için zor yanları var mıydı?
Türkiye’de 100 kadından 42’si eşinden veya birlikte olduğu kişiden fiziksel veya cinsel şiddet görüyor. Bu çok yüksek bir oran. Kısacası bu acı hakikati sahneye taşımanın hiçbir zorluğu yok. Acı olan, bizim ülke olarak bu hakikati değiştirmekte zorlanıyor olmamız. Biraz durup düşünmemiz gerekiyor artık. Her şeyden önce insana; bir kadın, bir erkek ya da sahip olduğu toplumsal statü için değil de sadece insan olduğu için değer verebilme yetimizi bir tartmamız gerekiyor. Oyunda sistem eleştirisi de var. Çünkü hepimiz bu sistemin içinde yaşayan bireyleriz neticede.
Oyunda farklı karakterler var. Güneydoğulu bir anne, bir trans birey... Karakterlerden bahseder misiniz? Onların hikâyelerini nasıl biriktirdiniz?
Hepsinin hikayesi gazetelerde, televizyon ekranlarında, hemen kapı komşumuzun hanesinde. Karakterlerin hepsi farklı kadınlar ama her birinin tek bir ortak noktası var. O da şiddet görmüş olmaları. Şiddetin birden çok tanımı var ama neden olduğu ruhsal tahribat bir. Oyunda farklı sosyal statüye sahip kadınlara yer verdim. Çünkü her kesimden, her statüden kadın şiddete maruz kalıyor. Kadınların sustuğu, yaşadıkları şiddete ses çıkarmadıkları söylentisine inanmıyorum. Onlar sürekli konuşuyor ama biz duymuyoruz ya da duymamayı, görmemeyi seçiyoruz. Güneydoğu’da kadınlar yaktıkları ağıtlarla, dokudukları kilimlerle, işledikleri kanaviçelerle durmadan haykırıyor aslında. Öyle fazla uzağa gitmeye gerek yok. Bugün her kadın içinde biriken bu acıyı başka bir kadının gözlerinden rahatlıkla okuyabilir. Ama pek çoğumuza bu okumayı yapmak yerine, sosyal ağlarda şiddete lanet okuyarak vicdan rahatlatmak daha kolay geliyor sanırım.
İlk karakter bir profesör. Ekonomik özgürlüğünü eline almış, dominant bir kadın. Ama psikolojik ve sosyolojik şiddetten kaçamıyor ne yazık ki. İkinci karakterimiz bir Anadolu kadını. Hem fiziksel, hem sosyolojik, hem ekonomik, hem de cinsel şiddete maruz kalmış bir kadın. O nedenle hiç olmazsa ölümünü kendisi için yaşamak istiyor ama nafile, o da gerçekleşmiyor. Üçüncü karakterimiz bir beden işçisi. Pavyonda büyümüş genç bir kız. Pavyonda çalışan bir kadının gördüğü şiddetle, bir ev hanımının ya da bir öğretmenin gördüğü şiddeti farklı yorumluyoruz. Halbuki her birine aynı vicdani duyarlılıkla yaklaşmak gerek. Bu toplumsal ikiyüzlülüğün farkında olmamız gerektiğini düşüyorum.
Sahneye çıkan son karakteriniz bir kadın oyuncu rolünde...
O da meselesini kendini en güvenli hissettiği yerde canlandırıyor. Bir oyuncu olarak tüm bu kadınlara hayat veriyor sahnede. Ama kendisi de her kadının yaşadığı gibi aslında gerek psikolojik gerekse sosyolojik şiddetle mücadele eden bir kadın. Her bir karakter bu ülkenin toprağında yaşayan birer insan. İstedim ki bu oyun onların sesini biraz da olsa duyurmaya çalışan bir oyun olsun. Hepimiz durup kendimize soralım: Bundan sonra ne olacak? Biz ne zamana kadar bu şiddetin tanıklığını yapacağız? Kadına yönelik şiddete dair törpülenen ve artık maalesef kanıksanan toplumsal duyarlılığın yeniden oluşması için, bu toplumun bir ferdi olarak yapabileceğim şey yazmak ve bu kadınların sesini en iyi bildiğim yer olan sahneden duyurmaktı. Umarım başarılı olabilmiş, bu zulme dur demenin bir yolunu bulabilmişimdir. (NB/NV)
‘Külkedisi Öldü’ 13 Şubat Bo Sahne Cihangir 20.30