Başarılı yazar ve dramaturg Ceren Ercan’ın oyuncu-yazar Gülce Uğurlu ile birlikte kaleme aldığı ‘İstenmeyen’, geçtiğimiz Mayıs ayında 19.Tiyatro Festivali’nde prömiyerini yapmıştı. Oyun; aileden yola çıkıyor ve yaşamımızdaki birçok kavramı farklı şartlara göre sorguluyor.
Bahar, Khaled ve Barış, Türkiye için önemli bir günün akşamında 2013’ün 31 Mayıs’ında bir araya geliyor. Cumhuriyet ideolojisine sahip bir ailede büyüyen genç bir kadın olan Bahar ve Mısırlı pilot eşi Khaled, bir süreliğine, bebeklerinin geleceği için Kahire’den Türkiye’ye dönüyor. İkili, kıyısında yaşadıkları politik rüzgardan etkilenmemeye ve aşklarını diri tutmaya çalışıyor. Tam bu dengeyi sağlamaya çalışırken, Amerika'ya okumaya giden Bahar’ın kardeşi Barış'ın gelmesiyle ortam, kaosa dönüşüyor.
Oyunun yazarları Ceren Ercan ve Gülce Uğurlu ile hem oyunu hem Türkiye’deki genel tiyatro ahvalini konuştuk.
Oyunu ne zaman ve hangi duygularla yazdınız?
Ceren Ercan: Oyunu, Gezi sürecinden sonra Eylül 2013 gibi yazmaya başladık. Türkiye’nin Gezi’de açılan dinamiklerine baktığımız yerle ilgili bir oyun. Birkaç fikir birbirinin içinden doğdu aslında. Şehrin merkezinde yoksul ve zengin, çok fazla Ortadoğulunun bulunuyor olması bugüne dek kültür, sanat ve eğlence hayatının kalbi olan merkezi sahiplenen bizler için özellikle kimlik pratiği açısından yeni bir deneyimdi. Şehrin popülasyonunun ve İstiklal’in değişiyor olmasını hepimiz gibi biz de konuşuyorduk.
Siz bir oyun yazmayı planlarken Gezi Parkı direnişi gerçekleşti. Ve aslında oyunda Gezi’yi merkeze almadan Gezi’ye çok farklı açıdan bakıyorsunuz.
Ceren: Gezi’yle ilgili aslında önemsediğimiz şey şuydu; hem muhalefet kanadında durup hem de aile olarak bir arada durabilmek, hem o aileyi korumak hem aileyi koruyarak muhalefet etmek. Önemli bir şeydi. Sanki Türkiye’de muhafazakar kanadın dışında kalan şehirli, eğitimli aile yapısı ilk kez birarada durarak sokakta muhalefet etmeyi deneyimledi.
Oyunda da aslında Gezi’de var olan muhalefeti sorgularken yeni düşünme, dönüşme biçimleri de arıyor gibisiniz...
Ceren: Türkiye’nin yüzünü batıya dönen kesiminde acaba bu tür bir tecrübe gelenekle barışma ve sonucunda yeni bir aile modeli yaratma olanağı oluşturur mu diye düşündük. Böyle bir muhalefet etme biçimi, cumhuriyet ideolojisine uygun bir aile içinde de bir kök bilinci yaratır mı, aslında bu sosyolojik olarak toplumu değiştirir mi dönüştürür mü, muhafazakar kanattan öğrendiğimiz bir şeyler olabilir mi, gibi şeyler düşündük hep.
Peki oyunu yazmaya karar verdiğinizde bir Mısırlı, cumhuriyet ideolojileri içinde büyümüş bir kadın ve o kadından farklı bir karakterdeki erkek kardeşi nasıl çizdiniz?
Ceren: Bu iki kanadı düşünürken; cumhuriyet ideolojisiyle yetişmiş bir aile modelinin içine bir anda, göbeğine bir şey oturtsak, bu şey evde nasıl bir çatışma ortamı yaratır diye düşündük. Ve bu Gezi’nin olduğu süreçte olsa ne olur? O zaman yüzünü Ortadoğu'ya dönen Yeni Türkiye'den mutsuz bir ailenin iki çocuğu ayrı yönlere gitse, Ortadoğulu bir damat olsa ve evden ayrılarak Amerika'ya yerleşen erkek kardeşin odası bu damada verilse bu bize bu dönemdeki halet-i ruhiyemizi anlamak için sağlam bir hikaye anahtarı verir mi diye düşündük. Bu çocuk Gezi olayları sırasında elinde bavulla sokaklarda sürüklenirken cebindeki anahtarı hatırlayıp aile evine dönüyor. Odasında karşılaştığı ilk şey odasında bebeğine Arapça ninni söyleyen bir adam. Acaba küçümsediği bu Ortadoğulu adam Barış'a hiç sahiplenmediği odasını sevme imkanı sunar mı dedik kendimize. Barış'ı o odaya getiren Gezi'nin rüzgarına selam çakarak.
Birbirini tamamlayan çemberler gibi. Acaba bu, o parçalanmış aileyi yan yana getiren bir unsur olur mu? Barış Amerika’ya gitmiş. Barış’ın batılı referanslarla yetişmiş olması, sanki kendi cevaplarını orada arıyor olması, kendini gerçekleştirmek için oraya gitmesinin gerekli olması gibi noktalarla durumu eleştiriyoruz da aslında. Ve Barış’ın bu uzaklaşmasının aslında aileyi nasıl etkilediğine bakıyoruz. Barış'a kendini gerçekleştirmenin yolunu Amerika'da aratan şey de ailenin kendisi aslında.
Birlikte bir oyun yazma niyetiniz var mıydı, Gezi dönemi mi sizi etkiledi?
Gülce Uğurlu: Biz, daha önceki ekibimiz Oyun Deposu’nda da birlikte yazıyorduk, orada da beraber yazmakla ilgili bir fikrimiz vardı. Oyun Deposu’nda biraz daha oyuncunun malzemesinden yola çıkarak, doğaçlamalardan yola çıkarak yazılıyordu. Bu biraz daha Ceren’le yan yana gelip hiç oyuncular olmadan beraber yazdığımız bir süreçti. O süreç hepimizi çok etkiledi aslında. Biz o zaman zarfında, oyun yapmak istiyorduk ve o yapmak istediğimiz şeyin üstüne Gezi oldu. Çok sarsıcı bir şeydi. Herkes kendi hayatına da dönüp baktı. Evde, ilişkide ne yaptığına baktı.
Oyuna dair kimi soruların hala zihnimizde yer alması ilginç değil mi?
Ceren: Evet. “Şuna değindik, şöyle bir mesajımız var” gibi değil. Hala oyunun bizde açtığı soruların içindeyiz. Oyunda yan yana getirdiğimiz şeylerle ilgili bir çekirdek bulmuş olmak heyecan verici geliyor.
Oyunun kurgusuna, aile yapısına ve karakterlerine nasıl karar verdiniz?
Ceren: Şöyle bir şey oldu. Benim bir arkadaşım Kahire’ye gitti ve orada bir pilotla evlendi. Arada bir geliyordu Türkiye’ye. Onlarla o süreçte, görüştüğüm dönemlerde yaşadıklarından çok etkilendim. Evin içinde baya gece gündüz ülkede olan şeylere reaksiyon verilirken, evden tam tersi istikamete gidiyor olması... O mesela çok kışkırtıcı bir şeydi üzerine düşünmek için. Hem duygusal olarak hem insanı anlamak hem de bu ülkedeki dinamikleri anlamakla ilgili.
Oyunda Tahrir’de yaşananlara dair de çok detaylar var. Nasıl araştırmalar yaptınız?
Gülce: Tahrir bizim hiç bilmediğimiz bir derya. Orayla ve Ortadoğu ile ilgili çok şey okuduk, izledik. Parallellikler kurmaya çalıştık, burası orası üzerinden.
Ceren: Çok çalışkan bir süreç geçirdik. ‘Meydan’ belgeseli iyi bir döneme denk geldi. Kadınların tecrübelerine dayanan ve arkadaşımın bize yolladığı bilgiler çok önemliydi.
Oyunun etrafında dolaştığı konulardan biri de Gezi Parkı. Gezi’ye nereden bakıyorsunuz oyunda?
Ceren: Bu süreçte Gezi ile ilgili meselelere girmek kenarından köşesinden de olsa, dikkat çekiyor. En son Altın Portakal’da yaşadık. İçeriğinin önemi yok, senin nerede olduğun bir şey söylüyor yani. Aslında Gezi’ye bakmak ve oranın içiyle ilgili mesafe almak gerektiğini düşünüyorum. Sokağın içinden merkezinden bakmak için biraz daha zamanımız var.
Türkiye’deki genel tiyatro atmosferi nasıl sizce? Şehir ve devlet tiyatroları, TUSAK ve bağımsız tiyatroların durumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Ceren: Ödenekli kurumların içinde oldukları durum çok üzücü. Ama hayatın bir dengesi var. Ödenekli kurumların arka arkaya merkezden çekildikleri süreç, devlet tiyatrolarından kendilerinin çekilmesi, şehir tiyatrolarının uzun süre tadilat nedeniyle Harbiye’de olmaması öyle bir atmosfer yarattı ki, Taksim’deki tiyatro ihtiyacını aslında küçük bağımsız tiyatrolar karşılamaya başladı. Bir taraftan kapılar kapandı evet, ama diğer taraftan çoksesli işler var. Tiyatrolar insanların bir şekilde söylemek istediklerini söyledikleri bir yer. İşin niteliği bir tarafa, bunun oluşmuş olması çok önemli.
Gülce: Bilmiyoruz gerçi TUSAK’la ilgili neler olacak ama kurum tiyatrosunun lağvedilmesiyle birlikte çok ciddi bir sıkıntı olacak. Zaten destek olan yok. Salonlar giderek küçülüyor, 40 - 60 kişilik salonlar. Büyük salonları kaybedince daha az kitlelere ulaşmış oluyorsunuz. Bu çok ciddi bir problem. Bunun sonuçlarını göreceğiz ama mutlaka başka şeylere dönüşecek mutlaka.
Bağımsız ekipler zor şartlarda ilerliyorlar, hatta direniyorlar ama söylemek istediklerini söylemeleri konusunda özgürlükleri muazzam. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ceren: Sevdiğin şeyi çok kıran bir şey, zor şartlar. İstedikleri şeyi söylüyorlar, çünkü bağımsızlar. Sektör şart, sektörleşmesi çok önemli tiyatronun ama bir taraftan da bu da başka bir dinamizm getiriyor. Bu iktidar kaldığı sürece ve kurumsal tiyatrolara bu bakış devam ettiği sürece, bunun böyle devam edeceğini düşünüyorum.
Gülce: Zaten öyle bir eğrisi var bence de böyle devam edecek. (NB/NV)
* Ceren Ercan'ın yönettiği, Bedir Bedir, Gülce Uğurlu ve Deniz Celiloğlu'nun rol aldığı İstenmeyen 18, 19 Kasım D22’de, Aralık ve Ocak ayı boyunca Salon’da.