Yahudi kökenli Alman felsefeci Hannah Arendt, 1960 yılında Arjantin’de yakalanarak Kudüs’te yargılanan Nazi savaş suçlusu Otto Adolf Eichmann’ın yargılanışını, "yüzyılın davası" olarak niteler.
“Kötülüğün Sıradanlığı Üstüne Bir Çalışma: Kudüs’teki Eichmann” adlı eserinde Arendth, Yahudi soykırımı sırasında Avrupa’nın her yerinden toplama kamplarına getirilen Yahudilerin nakledilmesiyle görevli Eichmann’ın, mahkemede yaptığı savunmada söylediği “sadece, yasalara uygun olarak görevimi yerine getirdim” cümlesinin ardında yatan “devlet memuru” mantığını da farklı bir biçimde eleştirir.
Arendt bu kitapla, “görevini yerine getiren yurttaş” söyleminin sıradanlığını ve bu sıradanlığın ardında yatan milliyetçi ulus-devlet idealizminin kötülüğünün derinliğini tüm dünyaya gösterir.
“Bürokratik, sığ ve basmakalıp bir cümle kurmaktan öteye geçemeyen aciz bir insan” olarak tanımladığı Eichmann’ın duruşmalar sırasında yasalara dayandırdığı soğukkanlı açıklamalarını, “kör bir itaat” olarak niteleyen Arendt; Eichmann’ı suçlu yapan şeyin, “asla aptallıkla aynı olmayan saf bir düşüncesizlik” olduğunu belirterek, bütün bir Nazi Almanya’sının ve gerisinde yatan, tüm dünyaya model olan bürokratik sistemin, dünyanın her yerinde daha nice Eichmann’lar çıkaracağını da yalın bir ifadeyle anlatır.
“Kötülüğün Sıradanlığının” bir göstergesi olan bu ne yaptığını düşünmeden ve bilmeden yapma halinin dayanağı olan kamu ahlâkı ve politik yargının gerisindeki insan yaşamını kuşatan sistemi de açığa çıkarır.
Bugün tüm dünyada kabul edilmiş Yahudi soykırımının işleyişi sırasında sadece terfi etmek ve “iyi vatandaş” olmak için görevini sorgulamadan yerine getiren Eichmann’ın cinayetleri, şeytani bir zekanın ürünü olarak gerçekleşmez. Akıl dışı ve kahramanca bir vatan savunması da olmayan bu eylemler, daha iyi ve diğerlerinden yalıtılmış bir toplum yaratmak üzere gerçekleştirilir.
“İyi birey, iyi devlet memuru ve iyi vatandaş”
İdama giderken bile “bayağılığını ve sıradanlığını” koruyan cümlelerini, ezberinden tekrar eden Eichmann’ın kötülüğü; insan doğasında var olan felsefi bir arayışın dış dünyada vuku bulan bir tezahürü değildir.
Eichmann’ın cinayetleri, “iyi birey, iyi devlet memuru ve iyi bir vatandaş” olması istenen bir toplumun öngördüğü biçimde yaşayan sıradan bir insanın, elinde bulundurduğu gücü ve konumu; kişisel vicdan ve bireysel yetisini kullanmadan otomatik bir şekilde hareket ederek, “olağandışı bir durumda” uyguladığı kararlarının bir sonucudur.
Görünürde hiçbir suç işlemeyen ve yasal prosedüre göre davranarak işini yapan “devlet görevlisi” Eichmann’ın, işlediği insanlık suçunun vahametini “olağandışı durum” ortadan kalktığında dahi anlayamamasının nedeniyse, görevine olan bağlılığı ve Hitler Almanya’sının belirli bir dönemde çıkardığı diktatörlük yasalarının meşruluğuna olan inancıdır.
Bu meşruiyet, o dönemde SS subayı Nazi Alman çoğunluğun elinde bulunarak kamusal alanda meşruluğunu ilan etse de, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı atmosfer biter bitmez tüm dünyayla birlikte Almanların Nazilerin dışında kalan bireyleri (tümü Yahudi olmasa da) Yahudi katliamının sorumlularının yakalanması için çaba göstererek, Eichmann’ı yargılatabilmiştir.
Hitler’e, bütün Yahudileri gaz odalarına ve fırınlara gönderme yetkisini sağlayan güç, iktidar mekanizmasının yarattığı sonsuz Tanrısal ve politik doğruluğun ardında yatan illüzyonun kırılmasıyla birlikte, “banal kötülüğünü” gösterir.
Bütün bir Avrupa siyasi düşüncesinin temelinde yatan sömürgeci ulus devlet mantığının meşruiyetini, Aydınlanma düşüncesinin Tanrı’nın yerine insan aklını koyarak, insanı “ben” ve “ötekiler” olarak ikiye bölen düalizminden alan yasallığı; bütün bir toplumu yasa koyucu hak sahibi resmi görevliler ve bu hakkın uygulandığı kurbanlar olan itaatkâr sivil bireyler olarak ikiye böler.
Eichmann’ın savunmasında görülen inançlı devlet görevlisi mantığı da, bu bölünmüşlüğün bir yansıması olarak devlet adına suç işlemeyi meşrulaştırır ve suçlanmak yerine takdir beklediği açık olan Eichmann’ın suçlarını hafifletmez.
Bir dönüm noktası olarak Eichmann davası
Yasaların, uygulayıcısına vicdan payı bıraktığı meşruiyet; köklerini gerçekte kamusal vicdan ve ahlâktan alır ki bu da, evrensel ahlâk ve vicdan yasalarına göre dış dünyaya bakarak, karar verme yetisinin tekilliğini sağlar. Bu tekillik ise, insanlık adına “devlet görevlisi” kimliğiyle değil, insan olarak “öldürmemeyi seçiyorum” demeyi ve Hitler Almanya’sının Nazi soykırımına suç ortaklığı etmemeyi gerektirirdi.
Ancak, Eichmann vakası, bu durumun tam tersini göstererek; yüzyılın en korkunç savaş suçlarından birini işleyen Otto Adolf Eichmann’ın “iyi bir vatandaş” olarak hem yasal hem de politik anlamdaki haklılığını, “başka bir olağan durumda” doğrulayamadı ve Eichmann, binlerce Yahudi’nin ölümünden sorumlu tutularak idam edildi.
İnsanlık tarihinin bir dönüm noktası olan bu dava; bugün tüm dünyada yaşanan sessiz katliamların, günün birinde başka olağan ve mümkün yargılamalarda, başka bir adaletin var olabileceğini insanlığın ortak hafızasına örnek teşkil edecek şekilde gösterir.
Bu davayı, 19 Ocak’ta planlı bir saldırı sonucu yaşamını yitiren Hrant Dink’in 13 Ekim 2008’de yapılacak duruşması öncesi insanlık, vicdan ve ahlâk adına hatırlamak/ hatırlatmak gerek.
13 Ekim sabahı, Hrant Dink cinayetinin bu ülkenin vicdanın da nasıl bir dönüm noktası yarattığını hep birlikte hatırlamak için, herkesi Beşiktaş İskelesi’nde görmek gerek. Adaletin bir an önce tecellisi için, insanlık için, Hrant Dink için…(YK/EÜ)