Gürbilek, dil devriminden, Orhan Pamuk'un Nobel'i alması ve Hrant Dink cinayetine kadar bir dizi olayın arkasında yatan zihniyeti edebiyat izleği üzerinden giderek değerlendiriyor.
Mesele, kitabı bahane ve vesile eden, kitaplara değerek, kitaplar üzerinden, bazen de kitaplara teğet geçerek Türkiye'nin edebi-siyasal-kültürüne 'soldan' müdahil olmayı amaçlayan, edebiyattan siyasete, kültürel çalışmalardan tarihe, teoriden denemeye, sinemadan tiyatroya bütün alanları kuşatmayı öngören bir 'kültür dergisi' olarak kısa zaman önce yayın hayatına başladı.
Derginin Nisan 2007'de yayınlanan dördüncü sayısında aşağıda bir kısmını yayınladığımız Gürbilek söyleşisinin yanı sıra Mustafa Ever'in Mehmet Eroğlu'nun roman tekniği, Hande Öğüt'ün İnci Aral üzerine, Hasan Bülent Kahraman'ın Samuel Beckett üzerine denemeleri ve Edward Said, Slavoj Zizek, Susan Sontag'ın çevirileri de bulunuyor.
Cumhuriyet'in Dil Devrimi'ni ilan edip Latin alfabesine geçilmesi kararıyla, 25 bin dolayında Osmanlıca eserin, azımsanmayacak bir kütüphanenin, belki de koca bir kültürün geçersiz kılındığı ilan olundu. Başka bir ülkede benzerine pek rastlanmayan böyle bir 'köklü kopuş' haliyle kültürel hayatı ve edebiyatı derinden etkiledi -her ne kadar bu sürece yönelik esastan eleştiriler çok az ve cılız kalsa da. Böyle bir düzlemde Cumhuriyet'in eski kültürün mirasçısı olmaktan kasten kaçınması, yeni kültürü örneğin, Türk Beşlileri gibi, geleneği dışlayan bir proje dahilinde yaratmak istemesi hangi kapsamda irdelenebilir?
Eleştiriler belki az ama olanlar çok da cılız değil aslında. Cemil Meriç'in eleştirileri, örneğin. Harf devriminin kütüphaneleri bir gecede 'tuğla yığını'na çevirdiğinden söz ediyor. Bunun hoyrat bir inkâr, görülmemiş bir Vandalizm' olduğunu söylüyor. Hatta bunu taşranın merkeze, yani Selanik'in İstanbul'a olan isyanına, irfandan yoksun olanların irfana duyduğu ha-sete bağlıyor. Bayağı sert eleştiriler bunlar. Cumhuriyet Türkçesi'nin devlet zoruyla beyinlere sokulan suni bir jargon, bir 'uydurca' olduğunu söylüyor. Cumhuriyet döneminin dil politikalarını, dilinden edilmiş adamın narsistik incinmişliğiyle hep bir haysiyet kaybı olarak değerlendiriyor.
Ama Cemil Meriç örneği yalnızca Cumhuriyet'in kültür politikasındaki vandalizme işaret ettiği için değil meseleyi bir haysiyet probleminden ibaret görmenin aradan geçen onca zamana rağmen hep oraya takılıp kalmanın, bunu hep bir gurur yarası olarak yaşamanın insanı nasıl hınçtan beslenen bir eleştiriye mahkûm ettiğini göstermesi bakımından da önemli, ister kabul edelim ister etmeyelim, artık geri dönme imkânı yok.
Kaldı ki, bastırılan bir biçimde geri dönse bile, bu başta bastırılan şey olmayacak. Meriç'te olduğu gibi 'Osmanlı mucizesi'ni yücelten bir muhafazakârlık ya da Osmanlıca sözcükleri dekoratif amaçlarla kullanmak olacak, ya da başka bir şey olacak. Yani bastırılan başka başka biçimlerde geri dönecek, ama asla bastırıldığı biçimiyle değil.
Cumhuriyet'in dil politikalarının yazarı uzun sürmüş bir çıraklığa mahkûm ettiği doğru, ama bence ne çıktıysa bu neredeyse yüzyıllık çıraklıktan çıktı. Tanpınar 'Bitmeyen Çıraklık'tan söz ediyordu. Orhan Koçak'in İkinci Yeni şiiriyle ilgili yazısının adı da 'Ustamız Çırak'.
Fikir adamları romandan beslenmelerine rağmen Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren ne romanı sevdi aslında, ne de romancıyı. Bir dolu yazarın hali: Mehmet Akif, Halide Edip, Refik Halit, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, vs. Kurucu ideolojisine uymayan, bir şekilde itiraz edip kafa tutan her roman yazarını -Yaşar Kemal'den Orhan Pamuk'a uluslararası ünü ne olursa olsun ve bu gibi isimleri karsısına alması kendine uluslararası planda ne derecede itibar kaybettirîrse ettirsin- aforoz etmekten bir an bile çekinmedi. Kemalizm zaten hiç yürekten sahiplenmediği romanı ve edebiyatı artık iyiden iyiye öcüleştiriyor mu?
Aslında bunun en azından bir bölümünün Türkiye'ye özgü. olduğunu sanmıyorum. Hiçbir devlet kurucu ideolojisini sorgulayanı sevmez. Türkiye'ye özgü olan, kurucu ideolojinin galiba çok da kurucu olamamış olması; hassasiyetlerinin hep fazla büyük, yaraların en ufak bir hadisede yeniden kanamaya müsait olması. Bu durumda muhalif yazarlar ya da farklı düşünen her kimse, hassas dengeleri bozan, dolayısıyla da tehlikeli biri olarak görülüyor; başlarına da gelmedik kalmıyor.
Bunun romanla değil, doğrudan doğruya muhaliflikle ilgisi var. işin romancıya duyulan antipatiyle ilgili kısmıysa biraz daha farklı bence. Hatta bir tezat oluşturacak kadar farklı. Türkiye'de roman yazarlığı, eğer yazar siyasetle doğrudan bağlantılı denilse, eğer bîr cemaatin sesi olmaya aday değilse, siyasi elitin eğitme gayretinin bir parçası değilse, bir tür züppelik gibi algılandı işin başında. Mesela, Halit Ziya'nın ilk önemli Türk romancısı olduğu söylenir; söylenir ama alttan alta da sanki memleket meseleleriyle uğraşmadığı, dar bir alanda kalem, oynattığı için biraz züppe olduğu ima edilir. Tanpınar'ın 'kırti-pilliği' de biraz böyle bence.
Aslında tuhaf bir ikilem var burada. Memleket meseleleriyle uğraşıp muhalif laflar edenler sevilmiyor, başlarına gelmedik şey kalmıyor, ama diğer yandan memleket meseleleriyle değil, başka konularla ilgilenen romancılar da aslında memleketin nabzını elinde tutan ya da tuttuğuna inananlarca pek sevilmiyor; hani hayattan kopuk, cemaate yabancılaşmış, fazlasıyla ince işlerle uğraşan kişiler olarak görülüyor. Resmi çevreler tarafından, bazı köşe yazarları tarafından.
Bence burada Türkiye'de romanın doğuşundan bu yana kendini hissettiren bazı yargılar, bazı önyargılar, bazı savunma refleksleri de var. Romanın Batı'yla ilişkili bir tür olması, Batı'nın en azından başlangıçta kadınsılıkla özdeşleştirilmesi, Batılılaşmanın birçok yazar tarafından bir erillik kaybı şeklinde yaşanmış olması, bir efemineleşme olarak algılanmış olması, züppenin yalnızca bir taklitçi olarak değil, aynı' zamanda bir efemine olarak algılanması gibi birçok şey çakışıyor burada.
Aslında bunu doğrudan Kemalizme bağlamak da doğru değil. Tanzimat'ta başlayan, Cumhuriyet edebiyatıyla devam eden ir şey bu. Zaman zaman iyice alevleniyor. Örneğin, 80'lerden bu yana mizahın temel konularından birine dönüşen 'entel' tiplemesiyle de bir alevlenme oldu. Entel dediğin, sabahtan akşama gereksiz meselelere kafa yorar; hayattan uzaktır, hayat adamı olamamıştır, cemaatten kopuktur, vs. Böyle imalar var bunun arkasında. 'Entel dantel'deki 'dantel' lafı da hem ince işi hem kadınsılığı aynı anda çağrıştırıyor.
Hani bazen gerçekten önemsiz meseleler mi bunlar diye soruyor insan, ama sonra bakıyorsun, televizyonda beş adam oturmuş, bir futbol maçındaki tek bir pozisyon üzerine beş saat konuşabiliyor, üstelik dünyanın en önemli meselesini konuşuyormuş gibi büyük bir hararetle kapışıyorlar. Şimdi bir edebiyat programında şairler bir dize üzerine beş saat konuşsa ya da bir roman kahramanı üzerine beş saat konuşulsa insanların nasıl dalga geçeceklerini düşünün, ama futbol sırf kitlelerce izleniyor diye bir pozisyon üzerine konuşmak züppece değil çok mühim, çok hayatın içinde bir şeymiş gibi duruyor. Sanki bir oyun üzerine değil de çok önemli bir memleket meselesi üzerine konuşuluyormuş gibi.
Böyle bir ikilik var işin içinde. Orhan Pamuk'a gösterilen tepkiye dönecek olursak, oradaki hoyratlıkta bence bunların her ikisi de rol oynadı. Yani, memleket meseleleri üzerine söz aldığında muhalif şeyler söylediği için tepki topladı Orhan Pamuk, ama söz almadığında, odasına kapanıp İşini yaptığında, yani roman yazdığında da alttan alta halk adamı olmadığı, entel dantel işlerle uğraştığı, aslında roman gibi Önemsiz bir iş sayesinde bu kadar öne çıktığı için tepki topladı; özellikle bazı köşe yazarlarının tepkisini üstüne çekti.
Ama bütün bu tepkilerin hoyratlığa dönüşmesinin esas sebebi, Orhan Pamuk'un her iki özelliğiyle, yani hem muhalif kimliği hem. de aslında hayattan kopukluğuyla, yani roman yazarlığıyla Batılıların takdirini kazanmış olmasıydı. Batı, Türkiye'yi takdir etmiyor, ama Orhan Pamuk'u ediyor; bunu bir türlü hazmedemedi birçok insan.
(...)
Türk edebiyatındaki 'kötü' hep tartışıldı duruldu; ama bizdeki kötülüğün çoğun naif ve melodramatik kötülük olarak kaldığı, kötünün sinemadaki popüler karşılığı Nuri Alço'nun her zaman cezasını bulduğu da söylenegeldi. Edebiyattaki bu 'kötü' anlayışından hareketle, günümüz yazarının "has kötü"yü, kazananın kültürüne sahip kötülüğü yazma/yansıtma şansı ne derece geçerlilik bulabilir?
Tartışmayı başlatan Şerif Mardin'in Ülgener'le ilgili yazısıydı. Demonik aydın yoktur, Türk edebiyatı kötülüğü ancak dışsal bir güç olarak ele almıştır, bu yüzden de yüzeysel ve güdük kalmıştır gibi tezler öne sürüyordu orada Mardin. Bu tezler de tabii bir doğruluk payı var. İçindeki kötüyü çok dinlemiş, ona kulak kabartmış, onu dillendirmiş, bunu yapabilecek kadar yerleşik bir iktidara doğmuş bir tür olarak başlamadı Türkiye'de roman. Daha savunmacı, daha ideolojik; marazı, tereddüdü, şüpheyi bir an önce içinden kovmaya çalışan, topu hep başkalarına atan bir tür olarak başladı.
Ama başka bir damar da var Türk romanında. Halid Ziya var, sonra Nahit Sırrı Örik var, sonra Sabahattin Ali var. Sonra Atılgan'dan Vüs'at O. Bener'e, Bilge Karasu ya, Leyla Erbil'e kadar uzanan bir dizi yazar var. Mardin'in söylediğini genel-geçer bir açıklamaya dönüştürdüğünüzde, bütün Türk edebiyatının yüzeysel olduğu gibi bir sonuca varırsınız ki bu çok genel-geçer olduğu gibi doğru da değil. Evet, bir Ivan Karamazof ya da Stavrogin yok, ama başka tipler var. Mesela, Atılgan'ın üzerinde pek az düşündüğümüz Zebercet'i var. Aylak Adamın kahramanı da bence çok olumlu bir kahraman değildir; tamam, orta sınıf değerlerinin dışındadır, onları sorgular, ama narsistik açıdan yaralı, dahası epey hınçlı, her an kavga çıkarmaya müsait biridir.
Sonra Atay'ın Hikmet Benol'u da bayağı bir 'küçük kötülük' kapasitesine sahiptir. Sonra Leyla Erbil ve Bilge Karasu'nun da kötülükle az uğraştığı söylenemez. 'Türk edebiyatında kötülük yoktur' gibi bir önermenin büyüsüne fazla kapılırsak bütün bu edebiyatı yok saymış oluruz.
Siz "Kötü Çocuk Türk" adıyla bir kitap yazdığınız gibi, başka kitaplarınızdaki başka makalelerde de 'büyümeme eğilimini, kadınsılaşma telaşını, etkilenme endişesi'ni mütemadiyen dile getirdiniz. Eğer öyleyse bugün Hrant Dink'e kurşun sıkan 'iyi çocuk Türk' tiplemesi için ne diyebiliriz?
Edebiyatta kötülükten söz edince kötülüğü bir yasatanımazlık, orta sınıfın ahlâki değerlerine bir meydan okuma olarak algılamaya yatkınız. Başına buyruk, şeytani bir zekâ olarak algılamaya. Ama bir de bayağı, sıradan kötülük var. Hannah Arendt'in 'kötülüğün bayağılığı' dediği şey. Hannah Arendt bu ifadeyi, milyonlarca Yahudi'nin öldürülmesinden sorumlu Nazi subayı Adolf Eichmann'ı anlatmak için kullanmıştı.
Shakespeare'in şeytani kahramanları gibi, örneğin İago gibi ya da Macbeth gibi şeytani bir figür, Dostoyevski'nin yasaya karşı çıkmak için kan dökmeyi göze almış kahramanları gibi kibirli biri değildir Eichmann. Tersine, fazlasıyla sıradandır. Cinayetlerini görev duygusuyla, iyi bir vatandaş olma isteğiyle, hatta terfi etme çabasıyla işlemiştir. İago'da Kudüs'teki yargılanması sırasında da ısrarla bunu söyler. Kendisine verilen görevi yerine getirmiş, yasaya boyun eğmiş, emirleri uygulamıştır. Amirlerinin memurudur.
Hrant Dink'i vuranın da böyle sıradan bir 'iyi çocuk' tarafı var. Ağabeyleri ne diyorsa itaat etmiş, belli ki bu cinayet sayesinde büyük ihtimalle ağabeylik örgütünde terfi etmek, ilerde emir alan değil, emir veren konumuna gelmek istemiştir. Yine de bu isin yalnızca bir yönü. Böyle bir 'iyi çocukluktan, böyle bir itaat boyutundan çok daha fazlası var çünkü orada. Taşranın hayal kırıklıklarıyla ulusun gurur yaralarının çakışması sonucunda ortaya çıkmış, epey zamandır medya tarafından da kışkırtılan delikanlılık- kahramanlık-hınç karışımı bir tepki. Bu da 'kötülüğün bayağılığı'nın bir başka, üstelik oldukça bildik bir biçimi.
(...)(BT/OA/EÜ)
* Nurdan Gürbilek 1956 yılında Kütahya'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi ve aynı bölümde master yaptı. Akıntıya Karşı, Zemin, Defter ve Virgül dergilerinde yazdı. İlk kitabı Vitrinde Yaşamak'ta (Metis, 1992) 80'li yılların Türkiyesi'ndeki kültürel değişimi konu aldı. Yer Değiştiren Gölge (Metis, 1995) ve Ev Ödevi (Metis, 1999) adlı kitapları edebiyatla ilgili denemelerine yer verir. Kötü Çocuk Türk ise (Metis, 2001) Türkiye'nin yakın tarihinde öne çıkmış kültürel imgeler üzerine denemelerden oluşur. Gürbilek'in Walter Benjamin'in yazılarından derleyip sunduğu Son Bakışta Aşk Metis Seçkileri'nde yayımlanmıştır (1993).