Bejan Matur, Zaman gazetesinde yayımlanan 12 Ağustos 2009 tarihli yazısında, Ermeni müziğinin değerli ismi Aram Tigran'ın yaşamını yitirmesi sonrasında başlayan Diyarbakır'a defnedilememesiyle ilgili polemikle ilgili çarpıcı bir ifade kullanmış. Matur'un bu ifadesi, sarkastik bir Türkiye gerçeğini bir defa daha anımsatıyor acı bir biçimde.
Yalnızca Türkiye'ye özgü olmasa da "ölünce kabul görmek" meselesi, bir çok totaliter yapının ölüm gibi büyük ve acılı olaylardan sonra açığa çıkan boşlukları "sinsice doldurma" anıdır "ölünce kabullenmek sanatçılarını, aydınlarını ya da sıradan sistem muhaliflerini."
Ancak Matur'un belirttiği gibi, Aram Tigran'ın vasiyeti üzerine çok sevdiği Diyarbakır'a defnedilme isteğinin reddedilmesi ve gerekçe olarak da "olası provokasyonları önleme tedbirinin" gösterilmesiyse; bir ülkenin, sanatçılarına verdiği değerin, o sanatçıların dillendirdiği sıradan insanlara verdiği değerle aynı orantıda olduğunu gösteriyor ne yazık ki!
Yaşarken yok sayılmayı, yaşarken yok sayılan diğerlerinin acılarını ve sevinçlerini aktararak yaşamayı seçmiş bir büyük sesin, sözlü tarihin kıymetli bir tanığının, Aram Tigran'ın bir ülkenin bürokratlarınca salt "provokatif bir defin" konusu olarak anılması ise, o ülkenin siyasi geleneğinden hiç de uzak değil.
Vatandaşlıktan çıkarılanların, sürgünde hasretle ölüme gidenlerin, iadeyi itibarla geçiştirilmeye, palas pandıras bir yerlere monte edilmeye çalışanların ve evine/ işine üç adım kala kör bir kurşuna hedef gösterilenlerin zaten bu ülkede yeri, sözü ve gözü vardı elbette. Eceliyle öleni bu ülkenin ta dibine, kendi toprağına sokmayan ülkeden hiçbir şey beklemediler onlar!
Kafkas Tebeşir Dairesi
Aksine bu ülkeye nefeslerini, ruhlarını ve gönüllerini; emekleri, sanatları ve sonsuz çabalarıyla verenleri, Türk, Kürt, Ermeni, Çerkez ve daha sayamadığım diğer halkların insanı olarak ayırt etmeden, birbirine bağlayan ve gitmek yerine kalmayı seçtiren şeydi bu ülkenin toprağında gözü olmak.
Ve, planlı bir suikasta kurban giden sevgili Hrant Dink'in sözüydü; "bu topraklarda gözü olmak" ve bu cümleye bile tahammül edemeyenler, kasten anlamama yolunu seçenlere Brecht'in "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyununu hatırlatarak şu soruyu sormak lazım: kim bu ülkeyi daha çok sevdi?
Brecht'in, dünyaya getirdiği bebeğini savaş sırasında terk etmek zorunda kalan asil bir annenin, bir gün çocuğunu onu bulup, yetiştiren yoksul kadından almak istemesi üzerine başlayan bir davayı konu edinir. Davanın, bilge hakimi çocuğun gerçek annesini bulmak için iki kadına kadim bir oyun önerir: bir tebeşirle çizilen "Kafkas tebeşir çemberinin" ortasına konulan bebeği kim çekip kendi tarafına alabilirse çocuk onun olacaktır. Ancak, bebeği doğuran değil, büyüten kadın çocuğa zarar vermemek için bu oyunu durdurur ve hakkından vazgeçer.
Bunun üzerine bebeği büyüten kadına verir hakim hiç itirazsızca. Ve, "Hak denilen şey, doğurmakla değil, gerçek sevgiyle gelir." der bilge adam. Yurt sevgisinin annelikle sembolize edilmesi kaçınılmaz olan ulus devletlerde bu sorunun bir defa daha sorulması kaçınılmazdır tabii ki: kim bu ülkeyi daha çok sevdi?
"Sapılmayan Dönemeçler" ve "Unutulan Açılar"
Bu ülkede yaşamayı seçerek ölümü göze alanlar ile bu ülkenin dışında yaşamını yitirerek çok sevdikleri topraklara gömülmeye bile "hak" kazanamayanlar mı? Yoksa bu ülkeyi sözde ve maddi olarak sahiplenmekte en önde yer alanlar ile onların gözde ve "öz" tetikçileri mi? Bu orantısız denklemi çözmek için belki bir soru daha eklemek gerek:
Vaktiyle, "bu ülke için kurşunu atanda kurşunu yiyende bizdendir." diyen zihniyetin sahiplerine, kurşunu atanların "suçlu" olarak kabul edilerek yargılandığı ve cezalandırıldığı bir ülkenin hayalini gören genç nesiller için; "kurşunu yemek tabirinin bile kullanmayacağı" ve değiştirilmesi için çok geç kalınan ama hâlâ gerekli olan bu jargonun altında yatan, "banal milliyetçiliğin" bir ürünü olan cinayetleri meşru kılmanın hiçbir mümkünlüğünün olmadığını hakaret işitme ya da tehdit edilme endişesi olmadan söyleyebilmenin bir yolu mutlaka olmalı.
Bu ülkenin aydın emekçilerini kapılarının önünde faili meçhul cinayetlerle susturmayı bir yol ve yöntem olarak görenlere; bir zamanlar hafızaları darbelerle, bin bir türlü unutturmaya yönelik incelikli politik oyunlarla kırılarak yepyeni bir tür "tabula rasa" zihin olarak tasarlanılan gençlerin, bugün artık her türlü yanılsamayı -akıl sağlıklarını korumak için- kırarak geçmişi bugünün içinde gördüklerini söylemek gerek!
Ve, tabii ki, neden hâlâ 1915'in izini sürmekte, tartışmakta ve ısrarla başka gözlerin nazarından bakmaktasınız diyenlere de net bir cevap: bir ülkede sanatçıların ve onların dillendirdiği insanların ölenleri, cenazeleri ve yasları bir provokasyon sorunu olmaktan öteye gidemiyorsa sorun zaten "baştadır!"
Bu bağlamda, 1915 yılında yaşanan olaylardan ötürü özür dilemek üzere hazırlanan bir metne, içerisinde çok değerli isimler olmakla birlikte, kesinlikle hiçbir şekilde fikrimin ve düşünce sistematiğimin uyuşmadığı ve hatta şiddetle eleştirdiğim insanlarla birlikte neden imza attığım sorusuna da J. Winterson'dan esinlenerek cevap veriyorum:
"Her metin, kendi içinde bir başka metni saklar, ama her metinde sapılmayan bir dönemeç unutulan bir açı kalır." Bu cevapta, içrek metinleri Heiddegger'den öte görebilenlere...(YK/EÖ)