Fotoğraf: Hikmet Adal/ bianet
Makalenin İngilizcesi için tıklayın
Senin suçun olmayan bir felaketin ortasında kalmak nasıl bir şeydir? Bildiğimi sanırdım ama yanılıyormuşum.
On yıldır mültecilerle çalışan biri olarak bugüne kadar yüzlerce kişiyle deneyimleri hakkında konuştum. Şimdi anlıyorum ki mültecilerin başına gelenlerle ilgili fikirlerim tamamen sığ ve yetersizmiş.
Sınırlarını neredeyse kapatan ülkem Kanada’dan uzakta, yurt dışındaki sevdiklerimden koparılmış hissettiğim, onların esenliği ve kendi esenliğime dair derin endişelere kapıldığım bu günlerde, felaketlerin ortasında kalan insanların deneyimlerine ilişkin yeni ve içgüdüsel bir anlayış edindim.
Milyonlarca kişinin kaçmaya zorlandığı Suriye ve Venezuela gibi ülkelerdeki tarifsiz acıları ve yıkımı önemsizleştirmek niyetinde değilim.
Küresel salgının etkilediği birçok ülkede olup bitenler, bu durumlarla hiçbir şekilde kıyaslanamaz.
Ancak varlıklı ülkelerde yaşayan milyonlarca kişi, nitelik ve şiddet bakımından tamamen farklı felaketlerin ortasında kalan diğer insanların yaşadıklarının çok zayıf bir yansımasını ilk kez bu küresel salgın nedeniyle yaşıyor olabilir.
Dünyanın dört bir yanındaki müreffeh ülkelerde, bugüne kadar tanıdık ve güvenli olan yerler (otobüsler, mağazalar, restoranlar) korku ve tehlike mekanlarına dönüşmüş durumda. İnsanlar uyandıklarında maaş çeklerini alıp alamayacaklarını, çocuklarının okula gidip gidemeyeceğini veya marketler ve eczanelerde temel ihtiyaçları için yeterli malzemenin olup olmadığını bilmiyor.
Daha önce pasaportlarıyla dünyanın neredeyse tüm ülkelerine girebilen kişiler artık seyahat edemiyor. Birçok kişinin geçimi ciddi risk altında. İleri yaştaki ve hastalıklara karşı savunmasız durumdaki kişiler, hayatlarının tehlikede olabileceğinin farkında.
Bu yaşananlar, mülteci olmanın nasıl bir şey olabileceğine dair daha doğru bir anlayışın gelişmesini sağlayabilir mi? Bu benzersiz durum, evlerinden ayrılmaya zorlanan insanlara yönelik şefkat ve empati yaratabilir mi? İmkansız değil.
1930’lardaki Büyük Buhran örneğini hatırlayın. Ekonomik kriz, dünyanın dört bir yanında büyük bir ıstıraba neden olmuştu. O dönemde birçok ülkede sosyal refah sistemi olmasına rağmen, bunlar sorunun boyutları yanında tamamen yetersizdi. Ekonomik krizin boyutları ve şiddeti ortaya çıktığında devletler nihayet tüm toplumun esenliğini korumakla yükümlü olduklarını kabul ettiler. Kolektif bir zorluğa karşı parçalı ve ülke ölçeğiyle sınırlı tedbirler almanın yetersizliğini anladılar.
Hepimizin; kişilerin, toplumların ve devletlerin önünde bir seçenek duruyor. Güçsüz değiliz. Dayanışmayı ve şefkati seçebilir, aramızdaki en savunmasız kişileri koruyabilir, onlara destek olabilir ve daha kapsayıcı bir ortak fayda etrafında hareket edebiliriz. Birçok insanın hayatını kurtarabiliriz.
Bugünkü kolektif zorluk karşısında hepimizin eşit olduğunu ve dayanışmanın galip geleceğini göstereceğimizden umutlu olmak için birçok neden var. Örneğin bu sabah Londra’da, büyük bir süpermarket zincirine ait bir markette, müşterilerin ve çalışanların yalnız başına alışveriş yapan yaşlı bir kadına yardım ettiğini gördüm. Marketin sorumlusu kadının numarasını aldı ve temel ihtiyaç ürünlerini onun için ayıracağını söyledi.
Bu kriz geçtiğinde, hatta krizin tam ortasındayken bile süregelen başka zorluklarla karşılaşacağız ve seçimler yapacağız. Felaketler diğer insanların başına geldiğinde onları feci koşullardaki kamplarda mahsur mu bırakacağız, üzerlerine biber gazı mı sıkacağız, çocuklarından mı ayıracağız, kendileri ve aileleri için daha güvenli bir hayat kurmaya çalışma ‘suçu’ndan mı yargılayacağız? Yoksa kendimizi savunmasız ve güçsüz hissettiğimiz, temel ihtiyaçlarımızı karşılayıp karşılayamayacağımızdan endişe ettiğimiz, pasaportlarımızın değersiz olduğu, zorlu bir kaygı ve belirsizlikle hareket edemez hale geldiğimiz zamanları mı hatırlayacağız? Korkuyu mu sevgiyi mi seçeceğiz? Seçim bize kalmış. (AS/DB)
* Bu yazı amnesty.org.tr'da yayımlandı.