Kobanê direnişi bir ayını doldurmak üzere, birkaç gün kaldı. İlk günden bu yana meseleye dair konuşacak, söyleyecek çok şey var. Oturup olan biteni düzenli yazmak yerine anı anına şiddeti ve sınırın bu yakasında olan bitenleri belgelemeyi daha doğru buldum. Bunu twitter üzerinden hala yapma devam ediyorum; çünkü başka çare yok. Burada her şey her an değişebiliyor.
Şu an bu yazıyı yazıyorum ama yarın yayına girdiğinde rahatlıkla boşa düşebilir. Haliyle bazı özel noktaların/vurgulamaların dışında genel bir değerlendirme olmaktan başka şansı yok.
Aslında olayımız çok basit. Bir kölelik ve özgürlük seçiminin arifesindeyiz. Bunun kararını vereceğiz.
İnsan doğasının varoluş hikayesi ve özü bu iki kavramdan ibaret. Kölelik hükmetme, iktidar ve güç istenci ile doğamıza enjekte edildi. Ama özgürlük doğuştan var. Hal böyle olunca bugün her yerde dayatılan köleliği ya kabul edersin ya da savaşırsın!
Özgürlük paha biçilmez bir duygu. Haliyle bedeli var…
Bu bedeli yıllardır ödeyen Rojava halkı, şu an Kobanê’de özgürlük kavgasını dünyaya haykırıyor. Dünya için de savaşıyor. Seçimim özgürlük ve onun kavgasıdır, diyor. Biz kafeste doğduğu için uçmayı hastalık sananlardan değiliz, diyor.
Her tarafından kuşatılmış olan Kobanê’de direniş büyüyor. IŞİD yönünü yine buraya çevirip şimdiye kadar aldıkları tüm yenilgilerin intikamını almak istercesine katliam derdinde.
Dünya buna sessiz.
Kanton hükumetinin kendisi de silahlandı. Kobanê ve sınır direnişine geçmeden önce bu katliam girişiminin başına dönmek, özet mahiyetinde tarihsel bir arka plan verme ihtiyacı hissediyorum.
Sonuç üzerinden değil, gelinen süreç üzerinden konuşursak bazı sorular kendiliğinden cevap bulacak.
Kürdistan’ın en küçük parçası/bedeni olan Rojava, 19 Temmuz 2012’de Kobanê’den tüm dünyaya Rojava Devrimi’ni armağan etti. Uzun yıllardır Suriye rejiminin işgali altında bulunan yaklaşık 3 milyon Kürdün kaderi, çok önemli gelişmelerin, alt üst oluşların yaşandığı ulus-devlet ve onun her tarafa sinmiş statükosuna karşı bir başkaldırı olarak ortaya çıkıp devrime dönüştü.
2011 Mart ayı ile birlikte Suriye’de başlayan protestolar çok geçmeden büyüdü. Suriye’de var olan iç savaşta taraf olmayan ve bunun yerine “üçüncü çizgi” olarak kendini tarihsel bir özgürlük çıkışı ile dayatan Rojava'da halk özgür yaşamın inşasına başlayarak ilk etapta Rojava Anayasası olarak kabul edilen Toplumsal Sözleşme’yi oluşturdu, akabinde Kobanê, Cizîr ve Efrîn kantonlarını ilan ettiğini duyurdu.
Dicle ve Fırat nehirlerinin geçişine ev sahipliği yapan Rojava'da Kürtler, Asurîler, Süryanîler, Araplar ve Ermenilerle Çeçenler kantonları halkların bahçesine ve yaşam alanlarına çevirdi. Ne var ki; kurdukları sistem deklare edildiği günden bu yana saldırılara maruz kaldı, kalmaya devam ediyor.
Demokratik Halk Devrimi büyüdükçe saldırılar arttı. Başta yerel güçler olmak üzere, uluslararası saldırılara maruz kalan Rojava; öz savunma ile saldırılara karşı koydu. 2004'te kurulan, 2011'de resmi ilanı yapılan Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve bu birlik içinde özgün olarak oluşturulan Kadın Savunma Birliği (YPJ) tüm Rojava hattında öz savunmayı hayata geçiren kurumlar oldu.
Bu saldırıların boyutu sadece askeri değildi; hukuksal, sosyal, basın-yayın, insanî açıdan da hedef yapılarak yalnızlaştırılmak istendi. Askeri saldırıların genelini Irak Şam İslam Devleti (IŞİD/DAİŞ) yaptı, Kürt halkını boğmaya, yok etmeye odaklanarak düzenli olarak Rojava’ya saldırmaya devam etti. Sistematikleşen bu saldırılarda ağır silahlar kullanıldı.
Aradan geçen üç yıllık süreçte herhangi bir şey elde edemeyen IŞİD, Ortadoğu’daki açık/dolaylı ve uluslararası destekçilerinin planı ile 2014’te, devrimin yıl dönümüne az bir süre kala tüm güçlerini seferber ederek en küçük ve stratejik konumda bulunan Kobanê Kantonu’na saldırdı. Türkiye’de de çokça yankı uyandıran ve halkı sokaklara, sınırlara döken bu saldırılar yine YPG savaşçıları ve halkın kendisi tarafından püskürtüldü.
IŞİD Kobanê’de direnci kırılınca 2 Ağustos’ta (2014) Rabia’da işgallere başladı ve bir gün sonra yani 3 Ağustos günü Ezidi Kürtlerin yaşadığı Şengal'e saldıdı ve Şengal'i ele geçirdi.
Tüm dünya tarafından izlenen ve 10 Haziran 2014’te Musul'u tek kurşun sıkmadan işgal eden IŞİD, Musul’un düşmesinden sonra yönünü yine Kürdistan’a çevirdi. Yüz binlerce insan, hızlıca evlerinden çıkarak, göç yollarına düştü. Çok geçmeden Birleşmiş Milletler denetimdeki Maxmûr Kampı’na da top atışları ile saldırı başladı. Yaklaşık 15 bin kişinin siyasi saiklerle kaldığı kamp boşaltıldı.
15 Eylül’de başlayan süreç ise şu an konuştuğumuz ve Ortadoğu’nun kaderini ciddi etkileyecek doneler içeren Kobanê savaşı…
İŞİD diğer iki kanton arasında kalan buraya göz dikerek üç koldan saldırmaya başladı. Ekonomik, psikolojik ve askeri pek çok açıdan onlar için önemli bir merkezdir burası. Çünkü YPG’den en büyük darbeyi yediği yerlerin başında geliyor. İtibarlarının yerle bir edildiği belki de ilk mekandır.
Kobanê’de bu kadar insanın göç etmesinin sebebi işte Şengal deneyimi yatıyor. Benzer bir korku öz savunma pratiğinin tam gelişmediği köylerde yerini korkuya bıraktı.
Şunu rahatlıkla ifade edebilirim: İŞİD yeni yeni savaşıyor. Birkaç gün oldu savaşa gireli. Bugüne kadar ilerleyişi boşalan köylere yerleşip tanklarla top atışı yaparak ilerlemek oldu. Bu şekilde ilerleye ilerleye şehrin dibine kadar geldi.
Son dört-beş gündür de aktif savaşta. Kısa menzil silahlar konuşuyor şu an. Şehir savaşı başladı ve artık birkaç hafta önce sürekli gördüğümüz duyduğumuz top sesleri kesildi.
İŞİD fenomenleştirildi ve bunun nimeti sonuna kadar kullanılıyor. Geçtikleri her tarafta bir 'yıkım' algısı veriliyor. Bir gürültü hareketi doğmuş oldu. Gürültü, ümitsizler için umut demektir. Bu umudun arkasında koşan binler tatmini düşleyecektir. Çünkü vaat var o gürültüde. Cennet ile süslendirilmiş bu ''gürültü'' Kobanê’de refaha erişmenin, huzurun reçetesi olarak sunulup insanlara cehennemi yaşatmaya kalkışıyor.
Bu reçetenin alıcısı hem maddi hem manevi anlamda bol. Yüzbinlerce insanı dağlara, başka şehirlere ve sınırlara yığan; çoluk çocukların, yaşlıların ölümlerine sebep olan ve herkesin gözü önünde gerçekleşen bu Halepçe’nin modern demosu niteliğindeki Kürt kıyımları insanların yüreğinde yaralar açmaya devam ediyor.
Bir açık katliam kitlesi olarak kendine sınır koymayanlar, daha çok insan ve kanı arzularken; bu kanı görüp arkasına dönenlerin, satılmış medyaların müthiş işbirliği ile de sofralarını zenginleştiriyorlar. Yani “Kobanê ha düştü ha düşecek” diyorlar.
Tuz yedirilip bekletilen hayvanların suya olan açlıkları gibi, öyle saldırı için bekliyorlar, alenen uluslararası destek alıyorlar. Bu gürültü hareketinin kaynaklarına dair, hareket alanlarına dair nedense pek bilgi geçmeyenler gün boyu sözde haber adı altında "İŞİD böyle yaptı, şöyle etti, buraya girdi, şu sayıda insan öldürdü, kafa kesti, kaçırdı" diyorlar.
En son manevraları ise “İŞİD geri çekildi” demek oldu. Türkiye geneline sıçrayan ateşi bu haber servisi ile dindirmeye çalıştılar. Oysa bir önceki gün İŞİD vuruyor, alıyor diyorlardı.
McLuhan’ın 60’larda ortaya attığı 'Araç mesajdır' tezi ne kadarda haklı. Neyi nasıl ve nereden verdiğiniz meseledir. Bunu servis ederken nasıl ettiğiniz ise işin, mesajın özüdür. Bu bağlamda IŞİD'i her gün besliyorlar teknoloji çağı ile. Ulusal medya tomaların önünde yayın yaparak güya savaş gerçekliğini gösteriyor. Sınır boyunca devlet açısından tam bir akıl tutulması var.
Polis/askerin bu bir aylık süre zarfında doğaya bıraktığı gaz miktarı atmosferin dengesini bozacak güçte. Devletin katı, sıvı ve gaz hallerini sınır boyunca görmek yetmiyormuş gibi ilçe merkezde de aynı şey geçerli. Suruç müthiş bir ablukada.
Her gün bir başka terane ile politik hat çiziyor. Sürekli duyulan ambulans sesleri, sokağın her tarafında kaldırımları işgal etmiş polis görüntüsü, darbe döneminin tankları artık sıradan bir hal. Yani burada OHAL çok erken ilan edildi…
Peki, sınıra akın eden halk burada ne yapıyor?
İlk günlerde hep beraber hareket ediyorduk ama saldırılar çok olunca ayrılıp gücü farklı noktalara dağıtma kararı aldı ana koordinasyon. Yaklaşık 30 km hat boyunca yedi sekiz ayrı sınır köyünde (Elîzer, Kop, Behtê, Dewşan, Etmankê, Boydê, Siwêdî vb.) nöbete başladı.
Her yere farklı iller aktarıldı. Ondan sonra hangi ilden geliniyorsa onların olduğu tarafa yönlendiriliyor. Bu sistem hala devam ediyor. Halk kendi yiyecek içeceğini kendisi ile getirmesi bir tarafa her köyde de üç öğün yeme-içme sağlanıyor.
En stratejik köylerden olan ve Kobanê’ye en yakın yer olan Etmankê şu an canlı savaşın mermileri altında. Köyde iken yan eve havan topu düştü. Şu an ise vızır vızır kurşun sesleri geçiyor. Çünkü savaş tam karşısında. Köy yasaklanarak boşaltıldı. Devlet diğer köylere de düzenli olarak saldırıyor. Halkın sınırda durmasını istemiyor. Ne gariptir ki “sizin güvenliğiniz için” diyerek gaza boğuyor, gerçek mermi kullanıyor ve vur emri veriyor.
Sınırdaki nöbet devletin adım atması için bir çağrıdır. Ayrıca herkesin malumu sınırdaki ihlallere ve İŞİD’lilerin açık açık kullanmasına izin vermemek içindir. Günlerdir bu iki temel düstur için buradayız. Bizim dışımızda, her taraftan gelen korkunç bir izleyici kitlesi de var.
Dünya, teknoloji sistemleri ile Suruç’a gelenler ise çıplak gözlerle savaşı izliyor. İzlemek modern bir cehennemdir. YPG vurduğunda alkışlar yükseliyor. Sloganlar atılıyor. Bir stadyumdayız sanki. Her şey birazdan bitecek ve evlerimize dağılacağız gibi.
Oysa gerçek öyle değil. Gerçek, yeni bir Kürt destanına işaret ediyor. Modern direniş tarihi güncelleniyor gencecik kahraman Kürt çocuklarının ellerinde ve sırtında…
Sınır ve Kobanê’de son duruma dair bir iki kelam etmek gerekirse; durum kritik…
Pentagon’un Perşembe günü yaptığı açıklamalar bu iş uçak vuruşları ile hal olmayacak kara hareketi lazım idi. Şu an taktik savaşı var. Özellikle doğu cephesinde saldırı çok yoğun. Oradan da sınır kapısına ulaşarak nefes alınan, yardım ve yaralıların geçişine kısmen izin verilen tek yeri de boğma derdindeler. Günlerdir en çok bu noktada çatışma var. Diğer tüm kollardan da savaş devam ediyor. Güney ve batı cepheleri durmak bilmiyor. Savunma oralarda da var.
Kobanê Halk Meclisi Eş Başkanı Ayşe Efendi (eşi Salih Müslim) açık açık “Biz su ekmek gıda değil, silah istiyoruz” dedi. Evet çok orantısız dengesiz bir savaş var. Bir tarafta Musul, Rakka’dan alınan binlerce en üst düzey savaş aracı, cephane diğer tarafta elinde keleş, roket gibi araçlar dışında pek silah olmayan YPG… YPG’ye silah desteği olması durumunda savaş kısa sürede biter. Bunu herkes diyor. Burada kabul edilen tek gerçek…
Bir diğer önemli durum yaralılar konusu. Kobanê'de yaralanan halk oradaki hastanede tedavi edilirdi ama artık o şans yok. Hastane tahliye edildi. Şimdi yaralı herkes sınır üzerinden Türkiye tarafına geçiriliyor. işte bu noktada devlet bunu koz olarak kullanıyor. Her şeyi bu yaralıları alıp almama üzerinden değerlendirebiliyor.
Kapıda bekleterek ölümüne sebep olduğu (kan kaybından) kişi sayısı şu an 12... Bu daha da artacak gibi! Çünkü almıyor. Keyfiyet ile bürokrasi uyguluyor. Sadece 112 acil ambulanslarına izin var. Özel şirket ambulanslarına geçiş yok. Hatta "Kürt ambulansları" diyerek etiketlediği ve dışladığı çalışanlar var. Vekiller valilik ile görüşerek bu durumu tam bir anlaşmaya bağlamaya çalışıyor.
Toparlarsak; Ortadoğu’da hakikat parçalanıyor. Merkezi iktidar, kurduğu hegemonya ile başta din olgusu olmak üzere, her edimi bir yok etme dürtüsü etrafında halkların başına bela etmektedir.
Ortadoğu’da yaşayan halklara karşı yapılan soykırımlar ulus devlet eksenlidir. Bu eksenin izlediği ve gözü karartarak, her şeyi yok etme pahasına yaratmaya çalıştığı ulusal homojen toplum çılgınlığı, bu halklara sürekli felaket getirdiği açıktır. Yine bir toplum için en büyük felaket, kendisi hakkında düşünce ve eylem gücünü yitirme eşiği kabul edilir.
Bu bağlamda Rojava’da hayata geçirilen demokratik ulus tezi, Ortadoğu gerçekliğinde baş gösteren hastalıklara panzehirdir. Parçalanan hakikatin koruyuculuğudur. Başta ezilenler olmak üzere Mezopotamya’nın bahçesine sığınmış tüm halklar için çözüm modelidir. Toplumsallığın, beraber yaşamanın, geleceğin ve barışın teminatıdır. Bu açığa çıkmış durumda.
Acıma ile herkes kaybeder, çünkü herkes başkalarının kederli halini görerek kederlenir. Bu kuşkusuz doğal bir duygumuzdur, ama onu ahlaki bir buyruğa dönüştürmemek gerekir; çünkü bu köleleştirici ahlak herkesi güçsüz kılmaya eğilim gösterir.
Başkalarına gerçekten yardımcı olmak isteyen birinin onlara biraz güç kazandırmaya, özerklik vermeye çalışması onlara acıyıp durmasından daha iyi değil mi? diye sorar Spinoza.
Yıllar yılıdır Kürtlerin yaşadığı trajedinin bize öğrettiği en önemli şeylerden biri de sürekli birbirimize sarılmamız, daha çok sarılmamız. Birbirine acıyarak değil, dayanışma kültürünü esas alarak, birbirine güç vererek ve mücadeleyi yükselterek karşı koymamız. Kobanê şimdilik bunun doruk noktasıdır. Bunun adıdır. Suruç sınırı da bunun adresidir. Buraya gelin, güç katın… (ÖA/NV)