Bu aralar çok şey olmakta. Kendi içimde çok şey değişmekte. Bu herşeye merakımı, her duruma şüphemi daha da artırıyor.
Etrafa bakarken, yeni konuşmaya başlayan bir çocuk gibiyim, kelimeleri tekrar etmekten usanmayan bir çocuk gibi, her gördüğüm şeyin üstünde bir soru işareti duruyor. Kendime ve etrafıma bakarken, hayatın altında ve üstünde duran ama fazla görünmeyen, konuşulmayan, dokunulmayan katmanların da farkına vararak tepki vermeme neden oluyor. Bu etrafımdaki insanlarla arama giren mesafeleri bazen kısaltıyor, bazen daha da uzatıyor.
Çoktandır sorgulamadan kabul ettiğim tanımların, tariflerin, durumların ötesinde bir yerde, hayatı hiç anlamadığım ve tersine anlamamaktan kaynaklı iyi hissettiğim ilk gençlik günlerime çakılmaktayım. Biliyorum ki, insan sadece bilmediği, görmediği ve yaşamadığı şeylerden korkar. Bu korkular büyür, kendine ve diğerlerine çektiğin setler, yapıştırdığın yaftalar, beslediğin-büyüttüğün önyargılar olarak geri döner.
Oysa bunlar okul, yol, su olsa... Bize geri dönse, -hizmet olarak. Bu ruh/merak halimi beni rahatsız eden bir başka meseleye de getirmek için anlatıyorum.
Geçen haftalarda Kadın ve Aileden sorunlu, sorumlu değil resmen sorunlu, Devlet Bakanı Aliye Kavaf'ın yaptığı bomba açıklamalar bana Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut hükümetinin vatandaşlarıyla kurduğu ilişkinin yeniden sorgulanmasının aciliyetini hissettirdi.
Size yazıya başlarken anlattığım ruh haliyle, VATANDAŞ'ı büyük harfle yazarak, yanına bir "?" koyuyorum. Devletin "eşcinsel ya da düzcinsel vatandaşını" tanımadığı, bilmediğini, yok saydığını; bu yüzden de "hasta" ya da "kaz" olarak gördüğünü belirtmek istiyorum. Daha da abartıp, devlet, bakan, aile, kadın, cinsellik, eşcinsel, hastalık filan gibi lafların üzerine ay yıldızlı desenlerle kaplı tasarım soru işaretleri koyarak, "eşcinselliğin hastalık olduğuna inanıyorum" diyen bakanı kurgunun gücüyle buraya davet ediyorum.
Kavaf, geçen yüzyılın yarısından itibaren resmen bitmiş bir tartışmanın, "eşcinselliğin hastalık olmadığının" yani artık -DAHİ konuşulmayan tarihsel bir yanlışı bugün bize kafa yapısını ele veren bir cehaletle savunurken, geri adım atmıyor. Belki de onun için üzerinden geçmemiz gereken başka tarihsel yanlışlar da var. Ne bileyim? Dünya bir tepsi değil, öküzün boynuzlarında durmuyor, yuvarlak. Kölelik kaldırıldı, filan.
Ama kendisi eski bir geleneği bugüne taşıyarak, bir anlamda "cadı avına" davet çıkardı. Ama burada "Kurtlar Vadisi" izleyen, buna da eleştirel bir bakış getirme derdi olmayan, resmen orada kendini bulan bir kadının erkek egemen iktidarla yaşadığı gel-git ilişkisini, penis hasetini ya da Polat-Alemdar-alter-egosunu sorgulayacak değilim. Tıp eğitimi almadığından, profesyonel olarak herhangi bir hastalığı teşhis edecek uzmanlığı bulunmamasından dolayı, biz kendisinden neyin hastalık-neyin sağlıklı olduğu konusunda açıklamalar yerine Devlet Bakanı olarak onu bekleyen görevleri yerine getirmesini bekliyorduk.
Artık sadece istifasını. Ayrıca, eğitimci geçmişinin olması beni hala Türkiye'deki okullarda nelerin-nasıl konuşulduğuna dair daha da büyük bir sükut-u hayale uğratmakta.
Penis haseti nedir ki? Onun da kolayı var! Takınız, taktırınız birtane. Cinselliğinizden bu kadar korkmayınız... En son ne zaman sağlıklı ve güzel bir cinsel ilişki yaşadınız!?! Zira Kavaf'a fazla yüklenmeye gerek yok, onun Alemdar dünyası sınırlı. Orada da, Polat'ın "birleştiği" her fani kadın-kızcağız öbür tarafı boylamadı mı? Yani en makbulü, cinselliğin hiç olmaması değil mi -bu kafalarda? Kavaf'ı geçelim, onun ayıbı ve siyasi tarihimize geçti. O bunla yaşayacak. Burada, yapılan açıklamaya kadın ve aile kavramlarının bizim kafamızda neye tekabül ettiğini yeniden düşünerek bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Demokrasi, sivilleşme ve açılım sözü ile liberal bir siyaset gütmeye çalışan ve her gün yeniden çakılan bu hükümetin içinden, Türkiye yürütme mekanizmasının en tepesinden gelen bu sesin sahibinin kişisel olarak ne düşündüğü beni pek ilgilendirmiyor, ama bunun yutturulmak istenmesi sinirimi bozuyor. Söyledikleri, sahibinin kişisel çukurundan.Kim bilir Meclis'te ağzından daha ne ballar damlayacaklar oturmakta. Ama beni bunu bu kadar yüksek sesle, bu kadar koyu bir inatla söyleyebilmesi, söyledikten sonra arkasında durabilmesi ve onun arkasında durulabilemesi ilgilendiriyor. Yani, beni söyledikleri değil, sesinin geldiği yer, tonu ve seviyesi ilgilendiriyor.
Bahsi geçen bir bakansa, konuşmadan bir kere daha düşünmesi gerekmez mi? Yanına aldığı zavallı destekler ve hatta İnternet sitelerinde ona destek veren birkaç psikiyatrist ve psikolog dahi sinirimi bozamıyor. Beni Kavaf'ın söylediklerini protesto edenlere, hiçbir monopol medyanın yer vermemesi, medyanın bu durumdan kaçması, medyada bu tartışmanın yüzölçümü ilgilendiriyor. Daha da açalım:
Kavaf'ın açıklamalarını ağzı sulanarak "patlatırken" aynı ilgiyi ve merakı Kavaf'ı protesto eden, -İnsan Hakları Vakfın'dan Türk Tabibler Cemiyeti'ne kadar ciddi anlamda- bu toplumun en önemli sivil örgütleri olan 53 tane sesten esirgeyen; bu protestoları gazetesine, televizyonuna, radyosuna taşımaktan üşenen monopoller ilgilendiriyor. Bütün bunlarla ilgili olarak kocaman bir soru işareti koyuyorum, MEDYA lafının üzerine.
Siyasetin ve kimliğin imaj ile olan ilişkisini de düşününce, bugün hasta olanın kim olduğunu teşhis etmek için En Çok Satan gazetenin sayfalarına bakıyorum. En çok okunanlardan birinin kim olduğunu; Haydar'ın Dümen'de olduğunu görünce de, gemiyi yürütenlere şöyle sesleniyorum: Cinselliği ve bireysel özgürlüğü ne kadar bastırırsanız, etiketlerseniz ve toplum dışına atarsanız, korku dolu, sevgiden uzak bir topluma o kadar yaklaşırsınız. Ondan sonra Ahmet Yıldız'ın babasını mahkemeye getiremezsiniz, Münevver olayının vahametini üzerinden atamazsınız, geceleri uyuyamazsınız. Kurtlar gibi ulursunuz.
Hastane, hapishane, akıl hastanesi, okul gibi kurumların kontrol mekanizmaları olarak toplumu nasıl denetlediğinin-yeniden üretmesinin analiziyle "iktidar" kavramını mikro-makro düzeyde analiz eden Foucault, iktidarı tek yönlü ilerleyen bir kavram olarak almıyor ve onu durağan kabul etmiyor. Yani, güç dengeleri değişebilir ancak bu, üretilen karşı-söylemlere bağlıdır. Bana bu resimde umut veren tek şey, Kavaf'ı protesto edenlerin neşesiydi. Kavaf'ın kuklasının etrafında, üzerinde "eşcinselkıran" yazan oyuncaklarını gelen geçene sıkan "Ghostbusters" arkadaşlar Türkiye'deki birçok kere tıkanan bir şeyin önünü açtı.
Onların neşesi önümüzü tıkayan siyaset diline-politika dinine en güzel cevap! Gey ve öfkeli olmanın 'extacy'siyle, siyasi zeminin nasıl dönüştürüleceğini gördük. Keşke buna medya DA sahip çıksaydı. Bu eylemin tonu ve rengi bana 11. İstanbul Bienali'nde çalışmış Amerikalı bir sanatçının yakaladığı üslubu düşündürüyor.
Kavaf'ı protesto eden sivil insiyatifin dilinde tanıdık, güzel bir melodi var. "Aşk bizi değiştirir, -eğer inanırsak" diyen Sharon Hayes'in kaydını internetten dinleyecebileceğiniz (www.shaze.info), geçen sene elinde mikrofonla yaptığı bir performansı (I March In The Parade Of Liberty, But As Long As I Love You I'm Not Free. Performance, The New Museum, New York, NY, December 1 - January 27, 2008) var, ki sanatçı terkeden sevgilisinin cevap vermediği telefon mesajlarından ve mektuplarından sonra çareyi sokağa çıkmakta buluyor.
Savaş politikaları ile aşk diskuru arasında, siyasi duruşunu cinsel kimliğiyle ilişkili olarak özgürlükçü bir tavırla sahiplenmeye çalışan Hayes, savaşın yıkıcılığının karşısına aşkın gücünü koyarak, eğer bir şey devrilecekse, -bu aşkla olur, diyor. Kavaf'ın da bir gün aşk, sevgi, cinsellik, aile ve zevk kelimelerinin üzerine bir soru işareti koyması umuduyla burada kesiyorum!