"Kardelen" kelimesi artık bu topraklarda yaşayan herkes için başka bir anlam daha ifade ediyor.
Bu toprakların farklı iklimlerinde ziyadesiyle farklı hayatlar süren bizlerin "kardelen" dendiğinde artık dağlarda açan çiçeklerden başka, bir de küçücük üzüm üzüm bakan kız çocukları geliyor gözlerimizin önüne.
"Haydi Kızlar Okula", "Baba Beni Okula Gönder" gibi medyadan aşina olduğumuz tüm bu sivil toplum projeleri isimleri sanırım hepimize benzer bir resmi çağrıştırıyor.
Şevkle, aydınlıkla, mütebessim bakan kız çocuklarının resmini. Bu şevke, aydınlığa, tebessüme tezat, içimize derin bir hüzün de taşıyan bir resmi...
Sanırım bu ortak hüznün kaynağı bu sorunu yaşayan çocukların içinde oldukları koşulları görmek kadar, bugün hala ülkemizde böyle bir sorunun ciddi boyutlarda var olduğunu bilmek de.
Aslında kız çocuklarının okullulaştırılması çabaları Osmanlı döneminde başlayan modernleşme tarihimiz kadar eski diyebiliriz.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ise, bu çabayı ülke genelinde yaygınlaştırmak, "yeni, ilerleyen, modern Cumhuriyet'in kadınlarını" yetiştirmek için atılan adımlar hızlandırılıyor.
O dönemki yaygın deyişle bir "eğitim seferberliği" başlatılıyor.
Kadınların eğitimine ve toplumsal hayata daha aktif katılımlarına yüklenen anlamı daha iyi anlayabilmek için, Cumhuriyet Türkiye'sinin üzerine inşa edildiği milliyetçilik ve modernleşme/Batılılaşma olarak özetleyebileceğimiz, iki ana ideolojik eksene bakmak oldukça açıklayıcıdır.
Bu eksenler üzerinden şekillenen söylem ve politikalara baktığımızda, özellikle "ulusun gelecek nesillerini yetiştirecek anneler" oldukları için kadınların eğitimine önem atfedildiğini görüyoruz.
Ayrıca eğitimli, toplumsal hayatta Batılı bir görünümle boy gösteren kadınlar, genç Cumhuriyet'in modernleşme iddiasında aldığı mesafeyi ivedilikle cihana gösterebilecek semboller oluyorlar. Cumhuriyet dönemiyle beraber zihniyet ve kurumlar anlamında kadınlara çok önemli kazanımlar sağlanmıştır.
Ancak bu alanın kendi içinde geleneksel, ataerkil toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üretme potansiyeli Türkiye'deki feminist araştırmacıların yoğun olarak tartıştıkları bir konu oldu hep.
Örneğin kız çocuklarının eğitim almasına yönelik teşvikler desteklenirken okul müfredatlarında tanımlanan kadınlığın daha çok ev içi alanda resmedilmesi, "iyi eş", "fedakâr anne" gibi kadını hep ikincil konumu üzerinden tanımlayan kalıpların sorunsallaştırılmaması eleştirilmiştir.
Bugün kız çocukların eğitimini öncelikli bir sorun olarak görüp gündemine alan projelerin kurgusunda da Cumhuriyet'e özgü bu milli-modernleşmeci anlayışın izlerinin belirgin olduğunu söyleyebiliriz.
Bu anlayış üzerinden belirlenen öncelikler sıralamasında eğitimin, özellikle kadınlar için bireysel gelişim ve özgürlük sağlaması, ekonomik bağımsızlık kazanmaya yardımcı olması vb olumlu etkileri daha tali amaçlar olarak düşünülebilmektedir.
(Tabi tüm bunları eğitim sistemine dair eleştirel bir yaklaşıma girmeden daha idealize edilmiş bir eğitim tanımı üzerinden söylüyoruz.)
Böyle bir yaklaşımın bu projelerin kurgusunda var olduğunu bana düşündüren en önemli veriler, bu projelerin en kapsamlılarından iki tanesinde aktif olarak çalışan gönüllülerle yaptığım mülakatlardı. Projelerin uygulandığı önemli üç büyük il olan İzmir, İstanbul ve Diyarbakır'da görüştüğüm gönüllülerin hemen hepsi bu projelerde çalışma nedenlerinin başında, tehdit altında hissettikleri Atatürk ilke ve inkılâplarını korumak ve sürdürmek isteklerini gösterdiler.
Kendilerini "Cumhuriyet kadınları" olarak gördüklerini söyleyen gönüllüler için, eğitim ama özellikle kız çocuklarının eğitimi üzerine çalışmak da ayrı bir anlam ifade ediyordu.
Bu çalışmalarını bugünkü toplumsal konumlarını borçlu hissettikleri değerlere sahip çıkmanın bir yolu, bir ifadesi olarak görüyorlardı.
Diğer bir deyişle dün Cumhuriyet'in kurtardığı kadınlar, bugün diğer kadınları kurtarmak için görev başındaydı.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında din baskısına ve eski rejime karşı toplumsal sahneye çağrılan kadınlar, bugün de benzer öncelikler ve idealler doğrultusunda "bir kadın hareketi" olarak gördükleri bu gönüllü projelerde çalışıyorlar.
Milli bütünlüğe ve bu doğrultuda ilerleme, Batılaşma ideallerine yönelik tehditler olarak algıladıkları din ve Kürtlük, gönüllülerin bu projeler aracılığıyla mücadele etmek istedikleri başlıca unsurlar oluyor.
Bu sorunların cahillikten kaynaklandığını ve kız çocuklarının da eğitilmesiyle çözülebilir sorunlar olduğunu düşünüyorlar.
Ancak devlet refleksi olarak tanımlayabileceğimiz hassasiyetlerin gönüllüler tarafından "kırmızı çizgiler" olarak benimsenmesi çocuklar ve çocukların aileleriyle bu karşılaşmada önemli bir iletişim kopukluğuna, mesafeye de neden olabiliyor.
Örneğin, çocukların burs almak için girdikleri mülakatlarda kritik sorulardan biri çocuğun ve ailesinin dinle ilişkisi olabiliyor.
Özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerine ya da bu bölgelerden büyük şehirlere göç etmiş Kürt nüfusa yönelik olarak görülen kız çocuklarının okula gönderilmemesi sorunundan söz ederken gönüllüler hiçbir noktada Kürt ve Kürtçe kelimelerini kullanmamaya özen gösteriyorlar.
Bu durumda çocukların anneleri "Türkçe bile bilmeyen kadın", aileleri bildik bir tanımlamayla "Doğulular" oluveriyorlar.
Gönüllüler yaptıkları işi, eğitimli, üst-orta sınıf ama aynı zamanda "bilinçli yurttaşlar" olarak sorumluluk almak, "devletin yetemediği yerlerde devlete destek olmak" olarak açıklıyorlar.
Ancak kendilerine yönelik bu olumlu algı aynı zamanda bir negatif tanımlamasına da işaret ediyor. Çocukların aileleri, "çok çocuk doğuran", "her şeyi devletten bekleyen", "devlete yük olan", "cahil" kişiler olarak tanımlanabiliyor bu ak-kara gözlüğüyle.
Gönüllülerin hem sosyoekonomik ve kültürel açıdan çocukların ailelerine göre avantajlı konumda olması hem de resmi söylem içinden konuşabilmeleri onlara bu ilişkide bir üstünlük sağlıyor.
Ancak bu hiyerarşik ilişkinin, aileler ve gönüllülerin sorunu anlama ve çözme adına projelerde iş birliği yapma imkânına ciddi ölçüde zarar verdiği kanaatindeyim.
Bu projeleri hayata geçiren gönüllülerle yaptığım mülakatlarda gönüllüler, kız çocuklarının eğitimi ile yoksulluktan teröre, sağlıktan nüfus planlamasına pek çok büyük sorunun çözülebileceğine olan inançlarını ifade ettiler.
Gönüllülerin ifadesiyle kız çocuklarının eğitimiyle ülkenin kalkınması hızlanacak; "çocuklar köylerinde doğru sulamayı, doğru tohum seçimini öğretecekler".
Sağlık sorunlarının büyük oranda önüne geçilebilecek; "çocukları aşılatmaları, içtikleri suları kaynatmaları gerektiğini söyleyecek okumuş olan kızlar".
"Terör" böylelikle önlenecek; "onlar çocuklarına Atatürk'ü öğretecekler", "dağa çıkartmayacaklar çocuklarını". Eğitim verilemeyen yerlere daha rahat eğitim ulaştırılabilecek; "onlar kendi yaşadıkları sıkıntıyı bilerek okulları bittikten sonra kendi memleketlerine dönecekler, kendileri gibi kardelenleri yetiştirecekler".
Aile planlaması yaygınlaşacak; "eğitim aldıktan sonra onlar artık çok çocuk yapmayacaklar".
Eğitim bu noktada, yapısal sorunlara, sosyo-ekonomik olumsuzluklara rağmen bir dönüşüm vaat edebilecek adeta sihirli bir araç olarak tanımlanıyor.
Görüştüğüm tüm çocuklar için ise gönüllülerden oldukça farklı olarak aldıkları burs sayesinde eğitimlerine devam edebilmek daha iyi bir yaşam vaadi demekti.
Çok daha somut, gündelik hayat içindeki sıkıntılarına çözüm olacak beklentileri vardı eğitimden. Nerdeyse hepsi ailelerinin içinde olduğu sosyal güvencesizlikten söz etti.
İleride aileleriyle aynı zorlukları yaşamak istemediklerini, çocuklarını okula gönderebilecek paraya sahip olmak, korkmadan hastaneye gidebilmek istediklerini anlattılar.
Değindikleri başka bir nokta ise okurlarsa kendi hayatları üzerinde söz sahibi olabilecekleriydi. "Okursam eve girdiğim çıktığım saate kimse bir şey diyemez" diyordu mesela bir öğrenci. Bir diğeri için okumak, kocasını kendi seçebilmekti. Ama eğitim en çok, hem aileleri içinde hem de toplumda söz sahibi olmak, saygı görmek demekti.
Belki de Kardelenlerin şevkli yüzlerinde gördüğümüz o hüzün, tüm bu sorunların, politik çatışmaların ve beklentilerin ağırlığının küçük kız çocuklarının omuzlarına insafsızca yüklendiğini hissetmemizdendir. Sınıfa, etnik kökene, dine, cinsiyete dayanan ayrımcılıklara son verecek zihniyet değişimlerini, daha eşitlikçi, daha özgürlükçü, sosyal devletin gereği olan eğitim politikalarını, yeterince yüksek sesle talep edemediğimizi bilmemizdendir. Keşke artık kardelenler kalmasa. Her biri kırda zorluklarla cebelleşmeden bitiveren beyaz papatyalar olsa. (AGS/EZÖ)
* Ayşe Gökçe Susam, Siyaset Bilimi, Yüksek Lisans
** Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen) Kadın dergisi, Kasım sayısından alıntılanmıştır.