Benim büyük televizyon kanallarında rastlamadığım ama bir belgesel çalışmasının görüntülerinde izlediğim sahne şöyleydi:
Hatırı sayılır sayıda çevik kuvvet polisi meydanda yerlerini alıyorlar. Az sonra saldırıya geçeceklerini, gaz maskelerini, kasklarını takışlarından, panzerin alana yerleşmesinden anlıyoruz… Daha sonra geriye doğru açılan kamera, kimisi yere çökmüş kimisi ayakta yaklaşık 100-150 kadından oluşan topluluğu gösteriyor. Onlar da kendilerince az sonra gelmesi muhtemel saldırıya karşı ellerindeki limonları yemenilerine sıkıp ağız ve burunlarını kapatsın diye yüzlerine bağlayarak hazırlık yapıyor.
Tazyikli su –en kırmızısından-, gaz maskeleri, panzerler, robokoplar, coplar... Sıkılmış limonlar, tülbentler, yere çökmüş tedirgin ama kararlı bekleyen genç-yaşlı kadınlar…
Polisin panzeri gerginliği, kadınların direniş çadırı kararlılığı resmediyor
Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) kentsel dönüşüm projesi gündeme gelip de Başıbüyük dendiğinde barınma hakkı, yıkımlar gibi konular dışında bir de kadınların çetin mücadelesi ve polis şiddeti gelir oldu aklımıza.
Yıkım ekiplerinin gelişine ve TOKİ’nin şantiyesinin kurulmasına direniş gösteren böylece mahalleli polis şiddetiyle tanışmış oldu.
Mahallenin muhtelif yerlerine yerleştirilmiş panzerler ve özellikle şantiye etrafında devriye gezen polis grupları o günden beri Başıbüyük’e yerleşen gerginliğini, mahallenin meydanına kurulmuş ve kadınların hakimiyetindeki direniş çadırı ise kadınların evlerine sahip çıkmaktaki kararlılığını iyi özetliyor.
Kentsel dönüşümün Başıbüyük’ten sonraki durağı olarak düşünülen Gülsuyu Mahallesi’nden Erdoğan Ağabey, “Aslında kadınların bu kadar direngen olması hiç de mucizevi bir şey değil” diyor.
“Diyelim ki cebimizde 100 bin lira paramız var Maltepe’den bir daire alalım kendimize. Bir de burada 20 yılda bir daire yapalım. Aylıklarımızdan artırdıklarımızla, çocuklarımızın eğitim masraflarından kıstıklarımızla yaptığımız daire. Hani bu dairenin yıkılmasıyla 100 bin lira verip yaptığınız dairenin yıkılması arasında o kadar büyük fark var ki… Buraya biz bütün ömrümüzü verdik. Kadınlar bizlerden de çok ömürlerini verdi.”
“30 sene evlere temizliğe gittim de yaptım o evi”
Arkadaşlarımın Başıbüyük'te çekimini sürdürdükleri o belgeselin görüntülerinden izlediğim bir teyzenin sözleri aklıma geliyor:
“Ben 50 yaşındayım kızım. 30 sene evlere temizliğe gittim de yaptım o evi. Bir 30 sene daha çalışabilir miyim ben? Bak bana.”
Bakıyorum…
Çamaşır suyundan derisi çatlamış sertleşmiş ellerini gösteriyor kameraya. Bir başkası anlatıyor temizliğe gittiğini, yeri geldiğinde çocuklarını sıcak suya ekmek doğrayarak doyurduğunu, öylece arttırdığı parayla bir torba çimento aldığını...
“Bizim çocuklarımız özel okullara, kreşlere gitmedi” diyor bir diğeri…Devam ediyor:
“Çocuklarımın üzerine kapıyı çekip işe gittim yıllarca. Şimdi bizim evlerimizi elimizden almak içlerine sinecek mi?”
Bu, öfkelerine tuhaf bir utançla yerden göğe hak verdiğiniz kadınlar aslında bir başka hikaye daha anlatıyorlar. Göçle büyük şehre gelmiş, ancak gecekondularda barınabilmiş yoksul ailelerin kadınlarının hikayelerini.
Hani pek görülmeyen, hem eve hem işe hem çocuklara yeten “kadın emeği” görünürleşiyor bu öfkede. Yine her yükün daha çok kadınların, alt sınıftan kadınların sırtına bindiği gerçeği. Bu savaşta da, göçte de, yıkımda da böyle.
“Gaz bombası atıyorlar, bebekle direnişe gidemem”
Erdoğan Ağabey’in diğer söyledikleri geliyor aklıma:
“Kadınlar yaşıyor mahallede, erkekler sabah 08:00’de gidip akşam dönüyorlar, oysa kadınlar 24 saat buradalar. Kadınlar evsizliğin ne olduğunu erkeklerden daha iyi biliyorlar. Bütün işin yükünü, o sıkıntıyı çeken kadınlar. Dolayısıyla kadınlar erkeklerden daha duyarlı, hani bir evin kaybedilmesinin sonuçlarını kadınlar erkeklerden daha iyi görüyor.”
Bizi misafir eden yirmili yaşlardaki Gülseven’e soruyorum “Sen de gidiyor musun kadınların çadırına?” “Yok” diyor: “Kaynanam gidiyor”.
Onun yeni doğmuş bir bebeği var. “Gaz bombası atıyorlar bebekle gidemem.”
Kocası da “Bağcılar’da çalıştığından bütün günü yolda geçiyor”. Ama kocasının annesi Başıbüyük’lü kadınların en cevvallerinden.
Kadınların Başıbüyük’ten SSGSS’ye uzanan mücadelesi
Toplantılar, direniş, dernek, eylem, örgütlenme, devlet, polis… Bir önceki yazıda belirttiğimiz AKP’ye yüzde 72 oy çıkan, genel olarak muhafazakar diye nitelendirebileceğimiz bu mahallede hayatın dayattığı bir politiklik yaşlısından gencine herkesin dilinden dökülüyor.
Yaşlı kadınlar da eylemde. Sadece mahallelerindekinde de değil üstelik, “Başıbüyük’te Hayatı Biz Kurduk”, “Barınma Hakkımız Engellenemez” yazılı afişleriyle Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) mitingine de katılıyorlar.
Büyüyünce polis olmak istemeyen Başıbüyüklü çocuklar
Çocuklar ise “şantiye taşlama oyunu” oynuyor. Oyunun en önemli kuralı polislere yakalanmamak…
Emine “Şu an Başıbüyük’ün hiçbir çocuğu büyüyünce herhalde polis olmak istemez, yani o kadar ki çocuklar polislerden korktular..” diyor.
“Ki biz polisleri güven olarak biliyoruz, kendimizi emanet etmek isteriz ama öyle değil artık yani, Başıbüyük’ün halkı artık kesinlikle polisi öyle görmüyor, şu anda her tarafta polis var, ne yapacağımızı bilmiyoruz, nefes alamıyoruz.”
“Polis Galatasaray’ı tutuyorum diye dövdü beni”
Eve yeni gelen kocası alıyor sözü: “Geçen gün işten geldim, servisten indim eve yürüyorum. Fenerbahçe-Galatasaray maçı vardı. Polis durdurdu yokuşta. ‘Hangi takımı tutuyorsun?’ dedi "Galatasaray" deyince copla sokak ortasında dövdü beni. İnsan tuttuğu takımdan nefret ediyor artık. 30 yaşında insanım ben, olacak iş mi?”
Büyük ihtimalle bu haksızlığa uğramışlık hissi açıklıyor duvarlarda sık sık karşılaştığımız, önce ne olduğunu anlayamadığımız "BAT" yazılarını. Kadınlar ve çocuklardan söz ettik ya… Sanırım onlar da mahallenin bıçkın gençleri: Başıbüyük Adalet Timi imiş BAT’ın açılımı.
Başıbüyüklü, İstanbul'un bir tepe yeri...
Başıbüyük İstanbul’un bir tepe yeri. Manzarası güzel, havası temiz, rüzgarı bol. “Aşağı mahallesi” “yukarı mahallesi” var. Biri “daha tuzu kuru, arkalı” diğeri “daha doğulu, köylü gariban”.
Yine de bir araya gelirlerse yıllardır biriktirdiklerinin, alıştıkları, bildikleri, kurdukları mahallenin, hatta belki mütevazı hayat standardının –ki kendisi İstanbul’da herkes için kolay sağlanmıyor- yıkılmayacağına inanıyorlar.
Ödeyemeyeceği borçların altına girmemek, kalabalık bir aile 60 metrekarede yaşamamak, su havzasına inşa edilen dayanıksız 16 katlı apartmanlara yollanmamak, yılların birikimine sadece bir enkaz bedeli almamak istiyorlar.
Daha iyi koşullarda evleri olsun istiyorlar tabi, ama şu kentsel dönüşüm her neyse, bu hayatlarını belirleyen “dönüşüme” kendileri de katılsın, fikirleri alınsın istiyorlar. Ancak sanırım en büyük tepkileri “çarpık kentleşmenin sorumlusu”, “işgalci” olarak gösterilmelerine.
Köyden kente göç, fakirlik, siyasetin oy avcılığı, olmayan kent politikaları, vs. vs. Bildik bir Türkiye hikayesinde faturanın evleri de ellerinden alınarak yalnız ve yalnız onlara kesilmesine… (GG/EZÖ)