Kasım ayında bir kadın, bir erkeğin tacizini önlemek istediği için, öldürüldü. Yasemin adında bir kadın, kocasının şiddet ve öldürme tehdidine karşı kendisini savundu. Yaklaşık bir yıl evvel 8 Mart öncesinde, Özge isimli genç bir kadın ayrıldığı eski sevgilisi tarafından öldürüldü. Özgecan, tecavüz suçuna maruz kaldı ve öldürüldü.
Baştan alalım mı bu paragrafı? Farklı bir şekilde yazmayı deneyelim;
Kasım ayında iki kadın, sokakta yürürken, bir erkeğin tacizine uğradı. Diğer kadın, sokakta yürürken tanık olduğu tacizi önlemek istediğinde, taciz eden erkek tarafından öldürüldü. Yasemin adında bir kadın, evinde tüm gece şiddet gördü, sabah kalktığında kahvaltı sofrası hazırlarken, kocasının kendisini ve çocuğunu dövmeye başlaması üzerine, kendisini ve çocuğunu savundu. Kendisini savunmasaydı öldürülecekti. Birkaç ay önce karakola gittiğinde, öldürülme ihtimali olduğunu söylemişti Yaklaşık bir yıl evvel 8 Mart öncesinde Özge isimli genç bir kadın otobüsteyken, eski sevgilisi tarafından öldürüldü. Özgecan, dolmuşta evine giderken, tecavüz tehdidi ile karşı karşıya kaldı, kendisini savundu, gücü yetmedi, öldürüldü.
Erkek şiddetini tanımlamaya başladığımda öznesi ve yüklemi belli bir cümle çıkıverir ağzımdan; kadınlar kim tarafından şiddet görüyor? Kim tarafından öldürülüyor? Kocası, ağabeyi, babası gibi en yakınındaki tanıdıkları ya da tanımadıkları erkekler tarafından.
Sokakta, evde uyurken, kahvaltı masası hazırlarken, evine dönerken, bir yerlere eğlenmeye giderken, arkadaşları ile buluşmaya gidecekken zuhur oluyor şiddet, ansızın, zamanı ve yeri belli olmaksızın karşı karşıya kalıyoruz o tehdit ile. Kuvvetli bir ihtimal daha var: öldürülebilirsin! Erkek şiddetinin sokakta ve evde sistematik olarak hayatımıza ve bedenlerimize yönelmesi tam olarak gündelik hayatımızın bu kadar erkek şiddeti ile dolu olmasını açıklıyor.
Hangi kadın gece yarısı taksi ile evine dönerken, telefonun şarjı da bittiyse, şöyle bir irkilmiyor, karanlık içinde evinin yolunu seçmeye çalışmıyor? Kaç kez, sokakta takside, dolmuş ya da otobüste yalnız kadıysanız, telefonla konuşma taklidi yaptınız? Numaradan yaptığınız konuşmada sanki arkadaşınız çok yakınınızdaymış gibi davranmadınız? Ne zaman evinizin içinde babanızın, kocanızın “delireceğini” anladığınızda gelecek bir sonraki adıma göre taktiksel atağınızı yapmadınız?
Hayatımız bir çaba, strateji, taktik. Sokakta ya da evde. Tanıdığımız ya da tanımadığımız erkeklere karşı. Çünkü gündelik hayatımızın her anı, erkek şiddeti ile dolu ve bundan çıkmak için alternatiflerimiz sınırlı. Bazen alternatifimiz yok, ölmemek için kendimizi savunmak zorundayız.
Ne evler ne de sokaklar güvenli. Tanıdığımız ya da tanımadığımız bir özne tarafından bedenimize, yaşamamıza yönelen şiddet tehdidi, farklı yer ve zamanlarda ama sistematik olarak hem evde hem sokakta, bazen işyerlerinde, her yerde.
Erkekler tarafından kadınlara uygulanan şiddetin sistematikliği de tehdit, şiddet, öldürülme ihtimalinin her an evde, sokakta, otobüste olması hali ve bu halin gündelikliği de politik. Kadınların sokaklarda şiddet tehdidinden ari özgür olması, erkekleri sokaklarda yanınızdan geçerken omuz atabilme, laf atma, sözle ya da elle taciz etme, kaçırma, tecavüz etme “alanını”, evlerde babaların, kocaların, ağabeylerin hayatınızı kontrol etmenin arkasındaki “makul nedenleri” ellerinden alır. Oysa, şiddet ve şiddet tehdidi hayatımızın her alanina sızmalı ki sokaklara ve evlere, mahalle ve işyerininin içinde varolabilmeli ki, erkek iktidarı daim olsun. Şiddet bastırlırsa, şiddet, tehdit ve baskının eyleyeni, hayatımızı ve bedenlerimizin kontrol edeni erkekler, kollayanı, teşvik edeni devletin mevcut varlıklarının denk düştüğü iktidarlılık ihtimal dahilinde olabilir mi?
Erkek şiddeti ne zaman ilginizi çeker?
Her gün 3 kadının öldürülmesi zihinlerde yer eden bir bilgi. Eminim hepiniz duydunuz, gördünüz. Kadınlara karşı süregiden bir katliamın olduğunu anlatmak, buna karşı ses yükselmesini beklemek için ise her gün 3 kadının öldürüldüğünü söylemek artık yetersiz.
Karşı karşıya olduğumuz tehdit ne kadar ilgi çekiciyse, bir kadın cinayetinin ne kadar da “acımasız” olması, kadına ne kadar da “yazık” olması, ona göre belirlieniyor. Sokağa çıkan nüfus, cinayetin artık katliam boyutundaki kadın cinayetlerinin oluş biçimlerinin sizleri ne kadar öfkelendirdiği ile ölçülüyor. Kadınların hayatları ve bedenleri artık maruz kaldıkları tehdit ve şiddetin “ne kadar da canavarca hisle olduğu”, “öldürülmüş bedeninin yakıldığı”, “banyo yaparken sırtından bıçaklandığı” gibi acısı, hiddeti, görgüye dayalı bilgisinin ölçülebilir olması üzerinden gündemimizde.
Kadınların her an bu tehdit ile yaşamını sürdürmek zorunda kalması ve öldürülme, tecavüze uğrama tehdidinin gündelikliği, bir kadının evinde her gün şiddet görürken, kahvaltı sofrasını hazırlarken karşısına çıkan öldürülme tehdidi yeterince kadın cinayetini anlatmıyor mu size? Kadınları, yine egemenin kurduğu dil ile, “güzel” , “çirkin” diye ayırmaksızın erkek şiddetinin başucumuzda olduğu bir hayat sürmesi çok mu normal?
Belki de aslında kadın aldattığı, boşanmak istediği, flörtleştiği bir erkeğe sonradan karşı koyduğu için öldürüldüğünde aslında erkek şiddeti sizler için “birazcık daha” meşru oluyor da, içinizden ses çıkarmak gelmiyor. Ne dersiniz öyle mi?
“İdam” ya da devletin kendi sorumluluğunu görünmezleştirme çabası
Ne zaman toplumsal olarak “rahatsızlık” oluşturan bir erkek şiddeti olayı gündeme gelse, hükümetin diline pelesenk olmuş idam, kimyasal hadım, en ağır ceza tartışmaları çıkar karşımıza. Dert, bu suçları bireyselleştirmek, devletin kendi sorumluluğunu hasır altı etmek, görünmezleştirmek.
Devletliler, “kadına yönelik şiddete” karşı nasıl da mücadele ettiklerini, 6284 Sayılı yasayı çıkardıklarını, İstanbul sözleşmesine taraf olduklarını anlattılar ve idam, kimyasal hadım tartışması ile karşımıza çıktılar, Özgecan’ın öldürülmesi sonrasında.
Biz size gerçeği söyleyelim, Türkiye’de uzunca bir süredir, erkek şiddeti, devletin uluslararası alanda kendisini parlatmasının bir halkla ilişkiler aracı, bir vitrin. Uygulanmayan, uygulanma yönünde siyasi irade olmayan yasaların çıkarıldığı, İstanbul sözleşmesinin denetim mekanizması olan Grevio’ya seçilecek adayın belirlenmesine kadar tüm kontrol ve denetimin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nda olduğu, kadın örgütlerinin deneyim ve taleplerinin dışlama yöntemi ile görmezden gelindiği bir süreç var. Meselenin görünen yüzünde uluslararası sözleşmelere taraf olan, yasalar çıkaran bir ülke, arka planında ise, kadınların işgücünün esnekleştirildiği, kadınların sadece ve sadece bir ailenin iyi annesi, iyi kızı yapma amacı ile hummalı çalışmalar yürüten bir hükümet.
Aile Bakanlığı, Özgecan’ın öldürülmesi ile ilgili, “acılardan politika üretmeyin” minvalinde bir tavır sergilerken, Özgecan’ın öldürülmesi, bir erkeğin bir kadına tecavüz girişiminin bu kadar kolay olması ile kadınların bu ülkede nasıl tanımlandığı arasındaki bağı görmemezlikten, bilmemezlikten geliyor. Oysa acılarımızın politik bir tarihi var!
Kadına karşı cinsiyet temelli işlenen suçlar, suçun erkekler tarafından işleniyor olması üzerinden bireysel, devletin sorumluluğu üzerinden ise sadece bireysel değildir. Kadın özgürleşmesini kendisine tehdit olarak gören ve şiddete karşı ses çıkarıyormuş gibi yapan ama hiçbir zaman erkek şiddetine karşı etkili bir mücadele hattını kuramamamış olan, zaten kursa kendi varoluşu ile çelişecek olan siyasi iktidar da erkek şiddetinden de bu politik tarihten de sorumlu.
Son söz yerine; erkeklere
Ne oldu beyler?
Kadınların eylemlerine gelmemeniz talep edildiğinde, slogan atamadığınız, ses yükseltemediğiniz için canınız mı sıkıldı?
Yoksa, kadınları öldürenlerin, şiddet uygulayanların öznesinin hemcinsiniz olduğunu duymak bu kadar rahatsız ediyor da “ben öyle değilim” demek için mi bu yarış?
Kadınların sokağa, bir kadının öldürülmesine, şiddet tehdidinin her an hayatlarımızda olmasına karşı alanlarda, hayatlarına, bedenlerine ve kararlarına sahip çıkma mücadelesine “ortak olma” konusundaki yarışınızın tam da karşı durduğumuz erkekliğe denk düştünü görmek gerçekten bu kadar zor mu?
Biliyorum zor. Çok zor. İktidarın sahibi olmanın dayanılmaz zorluğu bu. Bu yüzden hemen Özgecan’ın katilinin faşist olduğunun altını çiziyorsunuz değil mi? Sanki kendiniz azadeymiş gibi, testesteron hormonu ile söze başlıyorsunuz.
Ama benim en sevdiğim, “kadına şiddet uygulayan kadınlar ne olacak?”, “kadın hareketi yıllarca en büyük darbeyi kadınlardan gördü”. Yok ya!
Hiçbirimiz patriyarkadan azade değiliz, hepimiz bu cenderenin içinde sistemin eyleyeni, ezeni, ezileni içinde bir yerlerdeyiz. Farkımız ise aynı tarafta değiliz. Safımız da, sözümüz de, deneyimlerimiz de farklı sizlerle. Erkek şiddetinin bizim hayatlarımızdaki gündelikliği, sizin hayatlarınızın bu konuda sadece kadın eylemlerine gelerek slogan atma konforu bile bu farkı bir miktar da olsa açıklıyor.
Erkek değil, gerçek adalet mücadelesi, biz kadınlar tarafından sokaklarda, alanlarda ya da bir kadın cinayeti, tecavüz davasında duruşma salonlarını işgal ederek verilecekse, Virginia Woolf’un sözü ile bitireyim bu yazıyı; “Tüm bu yüzyıllarda boyunca, babalarımız ve erkek kardeşlerimiz, bu merdivenlerden çıkıp , bu kapılardan geçip, bu kürsülere çıkıp vaaz verip, para kazanıp, adaleti yönettiler”.
Şimdi, alanlar, sokaklar bizim, hayatlarımızın mücadelesi için, gerçek adaleti bulmak için. (DB/ÇT)
* Deniz Bayram, avuka, Mor Çatı gönüllüsü, İstanbul Feminist Kolektif